Baba Olmayı mı Seçti Bergman; Oğul Olmayı mı? – Ceyda Şahinoğlu

Baba Olmayı mı Seçti Bergman; Oğul Olmayı mı?*

“Artık sessizlik. Babamın camı çatlak altın saati masanın üzerinde tıkırdayıp duruyor. On ikiye yedi var.”

Kaç yaşına gelirse gelsin yaşam mutlaka zaman babasından izin almadan kıpırdayamaz iki adım ilerisine. İnsanlar, çoğu zaman söylenir neden ailelerimizi seçemiyoruz diye. Kendini tanımlayan birey yaşamın ve zamanın yardımıyla kendine bir baba bazen de çocuk seçer. Bergman’da kimin oğlu olacağına ya da kime oğlum diyeceğini seçmeyi başarabilmiş yönetmenlerdendir. Hiç kimse geçmişinden kurtulamaz, çevresindeki yaşamlara kayıtsız kalamaz. Geçmişin izleri avuç izlerindeki çizgilerle birleşir ve kaderini belirler insanın. Despot bir baba konuşamayan bir çocuk, yazıyla kendini paylaşan ve kendini inanılmaz eleştiren, çerçevesini geniş tutan bir çocuk Bergman. Babası Dostoyevski gibi uzun cümleler kurmadan ama beynimize kazırcasına yaratır karakterlerini ve bizim bedenimize ruhlarını yükler ve ortadan kaybolur. Bergman’da girmiş  başka bedenlere tiyatro sahnesine, başka birinin kaleminden dökülen sözcükleri bağırmış herkesin gözünün önünde ve seçimini yapmış o yazarın oğlu olarak. Bize diretilen şeyler ne olursa olsun istemediğimizde onlardan uzaklaşmanın yolları vardır. Önemli olan babaları ya da oğulları doğru seçmektir. Kırık kalemi olan bir babanın çocuğuna bırakabileceği bir şey yoktur. Yeter ki isteyelim birçok babamız birçok çocuğumuz olabilir.

Güzel bir Bergman filmi seyretmenin insanda yarattığı his, ancak Dostoyevksi romanlarının verdiği haz ile karşılaştırılabilir sanırım. Kendisi 20. yüzyılın Dostoyevski’si gibidir. Konular, temalar ilk bakışta uyuşmuyor gibi gözükebilir (aslında “insanla tanrı arasındaki ilişkiyi irdelemeyen hiçbir sanat eseri düşünemiyorum” gibisinden bir laf etmiş Bergman’ın Dostoyevski’yle bağı açıktır). Ama Dostoyevski okumanın verdiği tadı başka bir yazarda (bu başka yazar Dostoyevski’den daha üstün bir yazar olsa bile, objektif bakıldığında) bulmanın imkânsızlığı gibi, Bergman’ın filmlerinden teknik açıdan, senaryo açısından, olaylara yaklaşımdaki derinlik açısından çok daha üstünü var olmuştur, olacaktır. Ingmar Bergman kanımca gelmiş geçmiş en büyük sinemacı olduğu gibi, 20.yüzyılın da en önemli sanatçısıdır. Bergman’ın en ayırt edici özelliği Kubrick veya Truffaut gibi edebiyat uyarlamalarına yüz vermemiş olması ve pek çok senaryosunun bir edebiyat eseri niteliğinde olmasıdır. Sözgelimi Cığlık ve Fısıltılar yazılmış en güzel senaryolardan biridir. Aynı şekilde Fanny ve Alexander’ın senaryosu bir Thomas Mann romanı zenginliğindedir. Bergman’ın niteliğini tartışma konusu yapmak için en hafif deyişle sinemadan anlamamak gerekir, nicelik bağlamına dönüldüğünde Bergman’ın Tarkovsky‘den de, Fellini‘den de, Bunuel‘den de üstün olduğu görülür; zira Bergman’ın 50’lerin başında Yaz Oyunlari”ndan, 1984’te “Provadan Sonra”ya dek uzanan süreç içinde mükemmel olmayan çok az filmi vardır. Bu bağlamda evet, Bergman hasıraltı edilmeye çalışılmaktadır, ben de bu kanaatteyim. Fransa’da, bu yıl Bergman yapıtının tekrar gündeme gelmesi olumlu bir gelişme hiç kuşkusuz. Ama şüphesiz “Yaz Oyunları”nın, Monikanın, Komünyanlarn, “Aynanin Içinden”in dudak uçuklatıcı güzellikleri daha çok bilinmeli ve takdir edilmelidir.

Yönetmen yarattığı dünyada izleyiciyi yola çıkarır, onu bilmediği hatta hayal etmeye cesaret edemeyeceği dünyanın içine bırakır. Bazen de ona bu yolculukta eşlik eder ve karakterlerle tanıştırır hatta ona karakterlerden birinin yerine geçme şansı bile sunar karar izleyicinindir, bu da yönetmenin özgürlüğüdür işte. Dönüp dolaşıp hep aynı şeye geliyoruz aslında özgürlük, sanırım yönetmen olmanın en önemli şartı bu ve özgürlüğün biçimini yönetmen kendi belirlemelidir. Sonuç olarak bilmeliyiz ki  sınırlar konulmuş bir yönetmenin yaratısıyla, prangalar vurulmuş beden arasında fark yoktur ikisi de vardır; ama bir şey ifade etmez. Bembeyaz perdenin üzerinde görüntülerle dans eden bir isik ve en önemlisi bağımsızca onu gösteren göz olmalıdır yönetmen.

Bergman’ın yapıtı psikanalitik olarak yaftalanmanın çok ötesindedir. Bergman’ın yapıtı varoluşa değindir, illa bir sıfat aranıyorsa ontolojiktir. “Kurt Zamanı” gibi bir filmi çekmiş bir sanatçı olarak Bergman asal soru(n)larla didişmiştir yapıtı boyunca. Persona’da, Sessizlik’te ya da anne ve kız üzerine yapılmış en güzel film olan Güz Noktası’ndaki arılık onun bu çabasının sebebi ve sonucudur. Deleuze’ün dediği gibi süs suç ise, Bergman suçsuzdur; çünkü o insanlık tarihinin en gizli haritası olan yüze odaklanmış, onun karanlık yönlerine yakın planlarla yaklaşmıştır. “Bir Tutku”daki sinema tarihinin en uzun ve güzel yakın planlarından biri olan sahnede Liy Ulmani’nin bakışı ya da Komünyanlar’da Ingrid Thulin’ın Gunnar Björnstarn’a tutkusu açıkladığı o fiks-plan sekans onun ustalığının mühürleri gibidir. Üstat 1997’de tv için çektiği “Bir Palyaçonun Önünde” ile de yaratı gücünden hiçbir şey yitirmediğini kanıtlamıştır. Kendisi kadın-erkek ilişkileri üzerine yapılmış kanımca en iyi film olan ve woody Allen’ın “Karılar ve Kocalar”ında birebir örnek aldığı “Bir Evlilik Yaşamından Sahneler”i, aynı oyuncularla bir daha çekmiştir. Bergman’ın dilimizde “İmgeler” adındaki eşsiz otobiyografik denemesi, bir evlilik yaşamından sahneler’in senaryosu “Büyülü Fener” adını taşıyan mükemmel otobiyografisi ve “Pazar Çocuğu” adında çocukluğunu anlattığı otobiyografik bir romanı vardır. Bergman’ı anlamanın yollarından biri de okumaktır. Tarkovski, Woody Allen gibi yönetmenleri derinlemesine etkilemiş, filmlerinde çektiği sahnelerle kendinizi bir anda çok iyi veya depresyon içinde bulabileceğiniz dahi İsveçli yönetmen tiyatrodan gelmedir, sinema yapmayı bıraktıktan sonra bile tiyatroya devam etmiştir. Kendisi Tarkovsky’nin Andrey Rublev’inden, Tarkovsky ise onun “Yedinci Mühür” ve “Yaban Cilekleri” filmlerinden çok etkilenmiştir. Birbirlerine büyük hayranlık beslemişlerdir ama Tarkovsky Sovyetlerden sürüldükten sonar bir araya gelme, görüşme şansları oluştuğunda ikisi de biraz hayal kırıklığına uğrama korkusuyla da görüşmemeyi tercih etmişlerdir.

Karamsar filmleriyle ünlü İsveçli yönetmen bir papazın oğludur. Zaten egemen baba figürü bütün filmlerinde karşımıza çıkar. “Yedinci Mühür” (bu filmde tanrı olgusuyla hesaplaşır) “Her duygu, her hareket, her bedensel rahatsızlık, kullandığım her sözcük için büyük bir depo dolusu açıklamam var. İnsan anlayışla başını eğiyor. Böyle olması gerekliydi: gene de bu yaşam uçurumunda boylu boyunca düşüyorum. Bu uçurum bir gerçek, ayrıca da dipsiz. İnsan bu taşlı derede ya da suyun yüzünde kendini öldüremiyor bile. Anne, sana sesleniyorum, her zaman yaptığım gibi. Ateşim olduğu geceler. Okuldan döndüğüm zaman. Geceleri, arkamdan beni kovalayan bir hayaletle hastanenin parkında koştuğum zaman. Farö’deki o yağmurlu öğleden sonra seni tutmak için elimi uzattığım zaman. Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Bu başımıza gelenler nedir? Bununla baş edemeyeceğiz. Yanaklarım yanıyor ve birisinin uluduğunu duyuyorum, Sanıyorum ben kendim uluyorum.” Ingmar Bergman.

Dipsiz kuyularda çoğu zaman kendi isteğiyle kaybolmayı seçen, bir çocuk edasıyla perdenin arkasına saklanıp göründüğünü bile bile camdan sokağa bakmayı aynı muzurluk da yapabilen kimsedir Bergman. Yönetmen, sessizliktir çoğu zaman, var olan kelimelerle ya da karalerle kendi imgesini ortaya koymadan önce. Bu sessizlik içinde yaratıcı, yapıtına başlamadan önce ne yazacağını bilir karakterler, olaylar yapıtta var olacak her şey yüreğinde ve düşüncelerindedir; ancak bilmeliyiz ki yönetmen yazmaya başladığı andan itibaren özgür bırakır bütün bildiklerini ve onların uzaklaşmasına   izin   verir,   böylelikle   yönetmen   özgürlüğünü  vermiştir sevgisiyle tutsak ettiği kelimelerine ve izleyicide özgürleşmelerini görmek istemiştir

İnsanoğlunun tanrıdan gelenle savaşması gerektiğini, kafasındaki tanrı düşüncesinden kurtulup gerçekleri anlamak için katı akılcılık metoduna başvurmasının şart olduğunu söyleyen, çocukluğunda son derece dindar bir aile tarafından yetiştirilip gençlik yıllarında bu katı dindarlığa tepki olarak  savunduğu katı akılcılık düşüncesinin filmlerine olan etkisinin açıkça görüldüğü “Yedinci Mühür”deki son sahne olan ölüm dansı ile hafızalara kazınan efsanevi yönetmen, filmlerinde aynı oyuncu kadrosu, benzer karakter yapıları (Max Van Sydow’un oynadığı inancı zayıf tanrıyı arayan aslen Bergman’ın kendi arayışını yansıtan karakter gibi) ve karakterlerin aynı isimleri (Karin, Martha, Jonas, Rosenberg) gibi unsurlardan da görülebileceği gibi aslında Bergman kendi hikâyesini, çocukluğundan taşıdığı izleri, meraklarını ve bilgi arayışlarını, hayattan kesitler şeklinde sunmaktadır. Tüm filmleri aslında tek bir filmin, bir bütünün parçaları gibidir.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiaralik2007

Bunu paylaş: