Fantastik Öğelerle Bezeli Faşizm Labirenti*
Sinema filmlerindeki politik-ideolojik alt metinleri, göndermeleri ve mesajları inceleyeceğimiz bu köşede ilk olarak Meksikalı yönetmen Guillermo Del Toro’nun 2006 yapımı 3 Oscarlı, fantastik öğeler içeren “Pan’ın Labirenti” adlı yapıtını ele alacağız. Kanlı iç savaş sonrası 1944 yılının faşist İspanya’sında geçen öykü, Ofelia adında küçük bir kızın hamile annesine olan sevgisiyle oldukça sert bir yüzbaşı olan üvey babasına duyduğu nefret arasında bocalarken, mitolojik yaratık Pan tarafından fantastik bir maceraya sürüklenmesini anlatmaktadır. Gerçek ve hayal arasında gidip gelen bu filmin detaylarına girmeden önce İspanya İç Savaşı’nı anımsamamız son derece önemlidir.
1930’lara kadar baskıcı rejimlerce yönetilen İspanya halkı seçimler sonucunda 1936 yılında içinde tüm sol grupların bulunduğu cumhuriyet ve demokrasi yanlısı partilerin oluşturduğu Halk Cephesi’ni iktidara getirir. Cumhuriyetçi hükümet ilerici bir anayasa çıkartarak başta laiklik, işçi hakları, toprak reformu olmak üzere arka arkaya devrimler yapar. Elbette bu devrimler toprak ağalarının, krallık yanlılarının ve oldukça etkin Katolik kilisesinin hiç hoşuna gitmez ve bu kesimler cumhuriyetçi Halkçı Cephe hükümetini yıkmak için General Franco’nun faşist örgütü Falanj’ın altında birleşirler. Tüm dinci ve tutucu güçlerin desteğiyle Franco, dönemin İspanyol sömürgesi Fas’tan ordu güçleriyle İspanya’ya geçer ve üç yıl sürecek kanlı iç savaş başlamış olur. Savaş, adeta sonrasında gelecek 2. Dünya Savaşı’nın provası niteliğindedir. Tüm dünyanın sağcı ve solcu güçleri bu savaşta yerlerini almışlardır. Amerika, İngiltere ve Fransa seçimle gelmiş meşru hükümete destek olmaktansa “tarafsız”olmayı tercih ederler. Avrupa’nın diğer faşist ülkeleri olan Hitler Almanyası, Mussolini İtalyası ve Salazar Portekizi ise Franco’ya inanılmaz boyutlarda yardımda bulunurlar. Buna karşılık cumhuriyetçiler destek olarak Sovyetlerden beklediklerini alamazlar. Cumhuriyetçiler moral anlamında en büyük desteği dünyanın dört bir yanından gelen ve dünyaca ünlü aydın-sanatçıların da aralarında bulunduğu gönüllülerden oluşan Enternasyonal Tugaylar’dan almıştır. Sonuç olarak 1939 yılında yaklaşık bir milyon kişinin öldüğü kanlı iç savaş General Franco’nun zaferiyle sonuçlanır ve İspanya Franco’nun ölümüne yani 1975’e kadar faşist diktatörlükle yönetilir.
Yönetmen Guillermo Del Toro işte böyle bir karanlık dönemi ele almıştır filminde, elbette bunu kendine has fantastik boyutlarla besleyerek. Kendine has diyoruz çünkü son dönemde patlama yapan fantastik film furyasının yönetmenin fantastik bakış açısıyla uzaktan yakından alakası yok. En basit örnek olarak alaycı, oyunbaz, ormanda kaybolan insanları korkutmaktan büyük zevk alan, keçi ayaklı, çobanların tanrısı Pan bu filmde oldukça ürkütücü, güvenilmez bir biçimde sunulurken Narnia Günlükleri adlı fantastik filmde Pan son derece sevimli ve masumdur. Del Toro’nun eserini farklı kılan bir diğer özellik ise yine diğer filmlerin aksine gerçek dünya-fantastik dünya ayrımı yok denecek kadar az olmasıdır. Sürekli paralel ilerlemektedirler hatta yer yer birbirleriyle kesişirler. Ana karakter Ofelia’nın Pan tarafından yönlendirilmesiyle geçtiğimiz fantastik-masalsı dünya, küçük kız için aynı anda hem gerçek dünyadan kaçmak için bir amaç hem de gerçek dünyayı yoluna koymak için bir araçtır. Yönetmen masalsı dünyayı en ufak detayına kadar adeta bir resim sanatçısı gibi işlemiştir. Ve elbette Pan, periler ve korkunç “yüzsüz adam” son derece gerçekçidir. Filmin 2007 Oscar törenlerinde En iyi Görüntü, Sanat Yönetimi ve Makyaj dallarında ödülü alması rastlantı değildir. Yüzbaşının yarılmış ağzını ayna önünde diktiği sahne zaten tek başına makyaj ödülünü hak etmektedir fakat bunun yanında efsanevi yönetmen Luis Bunuel’in “Endülüs Köpeği” filmini de adeta saygılarını sunmaktadır. Filmin bir diğer özelliği ise oldukça karanlık bir atmosfere sahip olmasıdır. Yönetmenin önceki filmlerinde (Mimic, Blade 2 ve Hellboy) zaten alıştığımız bu durum Pan’ın Labirenti’nde fazlasıyla hissedilmektedir. Ancak fantastik boyutlar her ne kadar karanlık ve korkutucu olursa olsun filmin en korkunç, insanı ürperten ve gerilimi arttıran karakteri usta oyuncu Sergi Lopez’in şimdiden unutulmaz kötü adamlar listesine yazdırdığı Yüzbaşı Vidal’dir. Sadece zalim olmakla kalmayan bu karakter aynı zamanda burada konumuz olan politik mesajlarında filmdeki merkezini oluşturur.
Pan’ın Labirenti fazla politik mesaj içeren bir film değildir. Hatta göndermelerin ve mesajların bile oldukça az olduğunu söyleyebiliriz. Ancak konu faşist Yüzbaşı Vidal’e geldiğinde adeta bir ideoloji olarak faşizmin incelemeye alındığını söyleyebiliriz. Bu salt kötü karakter bazılarına inandırıcılıktan uzak bir şekilde abartılmış kötü gibi gelebilir. Ya da salt kötü yaratıp izleyicinin lanet okumasını sağlamanın pek ahlaki olmadığını bile söyleyebiliriz. Ancak ben, filmdeki Yüzbaşının sıradan bir karakterden öte bir bütün olarak faşist ideolojinin vücuda geldiği bir durum olarak görüyorum. Yüzbaşının yüz ifadesi, mimikleri, postallarından şapkasına tüm giysileri, saç ve sakalı, genel olarak duruşu, yürüyüşü stereo tip bir faşist görünümündedir. Filmin başında kendisini gördüğümüz andan itibaren Yüzbaşı’dan korkarız, adeta çekiniriz. Her an öfkeden-nefretten patlamaya hazır görüntüsü, olabilecek hatalara ya da kabul etmeyeceği düşüncelere olan tahammülsüzlüğü, filmin başından sonuna kadar işlediği cinayetler ve yaptığı işkenceler faşizmin ruhunu yansıtır. Bunun ötesinde benim Yüzbaşı Vidal’i sade bir karakterden çok bir ideolojinin bütünü olarak görmemim sebebi yönetmenin “duygu”ları da Yüzbaşı karakterinden çekip almasıdır. Filmde yemekte konukları ağırladıkları sahnede Ofelia’nın annesinin Vidal’in elini tutmaya çalışıp nasıl tanıştıklarını anlattığı an Yüzbaşının elini çekmesi ve karısının hevesle anlattığı hatıraları susturması “sevgi” denen her insanda olan olgunun faşizmde yeri olmadığını gösterir adeta. Faşizmde duyguya gerek yoktur ancak disipline her zaman gerek vardır ve bunu hemen bu sahnenin devamında Ofelia’nın annesinin masadan ayrılması gerektiğinde O’na en ufak sevgi duymayan Yüzbaşının “büyük” bir saygıyla ayağa kalkıp selamlamasında görebiliriz. Daha önce bahsettiğimiz gibi filmin en korkuncu en zalimi Yüzbaşı Vidal’dir ve cumhuriyetçi gerillaları ve hatta sadece tavşan avlayan köylüleri inanılmaz vahşiliklerle öldürmesinin dışında karısının ölümünün de mimarıdır. Fantastik ve gerçek dünyanın iç içe geçtiği bir diğer konu olan Ofelia’nın annesinin iyileşmesini sağlayanın gerillalara da yardım eden doktor mu yoksa Pan’ın Ofelia’ya önerdiği adamotu mu olduğunu izleyiciler düşünürken kısa sürede her ikisini de yok eden Yüzbaşı zaten pek umursamasa da karısına ölümü getirir. Hatta hızını alamayan Vidal önemli sinema eleştirmenimiz Mehmet Açar’ı da çileden çıkartan bir şekilde Ofelia’yı da öldürürken tereddüt etmez.
Filmin ideolojik metninin temelini bedeninde toplayan Yüzbaşı Vidal diğer mesajlar ve göndermelerde de genelde başroldedir. Örneğin makinevari dakikliğiyle karısı ve Ofelia’yı bekledikten ve geç kalmalarına sinirlendikten sonra Ofelia’yla ilk defa yüz yüze geldikleri sahnede küçük kız korkuyla O’nu selamlamak için “sol” elini uzattığında Vidal hızlı bir hiddetle kızın elini kırarcasına tutar ve uyarısını nazikçe yapar: Öteki elini uzatacaksın! Karısına ve izleyiciye sevgisizliğini yansıttığı yemek sahnesinde ise cumhuriyetçilerin “eşitlik” istemini oldukça saçma bulur çünkü Yüzbaşına göre savaşı kaybetmişlerdir neyin eşitliği olabilir ki? Yüzbaşının emriyle köylülere karneyle yemek dağıtan faşist birliklerin sahnesi ise klasik propagandanın inceliklerini gösterir bizlere. Kızılların sahtekâr olduğu Franco’nun İspanya’sında yemeksiz ev kalmadığını söylerler hem de dalga geçercesine avuç içi kadar ekmekleri köylülere tek tek dağıtarak. Bu oldukça basit göndermeler dışında filmde iki diyalogda ciddi mesajlar görmekteyiz. Bunlardan ilki, cumhuriyetçi gerillaların saklandıkları yerde daha sonra korkunç işkencelere maruz kalacak olan kekeme devrimcinin okuduğu gazeteden duyulan haberin içeriğidir. Orada Amerikan güçlerinin Faşist Nazi Almanyası’na karşı İngilizlerle birlikte Fransa’nın Normandiya sahillerine çıkartma yapacağı yazmaktadır. Kendisine dokunmadığı zaman faşizmle derdi olmayan emperyalist Batının ancak canı yandığında faşizmi düşman olarak görmesi günümüzde Ortadoğu’da olup bitenleri gördükten sonra şaşırtıcı gelmemekte. Herhalde Hitler ve Mussolini de Franco gibi sadece kendi halklarına faşist olsalardı tıpkı O’nun gibi ölene dek baskıyla ülkelerini yöneteceklerdi ve ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin umurunda olmayacaklardı. Filmin diğer ciddi boyutlardaki mesajı ise Yüzbaşı Vidal’in doktorun gerillalara yardımcı olduğunu öğrendikten sonra O’nu öldürmeden önce ikili arasında geçen diyalogda gizlidir. Vidal en sonunda antibiyotiklerin gerillalara doktordan gittiğini kanıtlar ve doktor da yakalandığının farkındadır. Vidal birazdan öldüreceği doktora neden ona itaat etmediğini sorar. Birazdan öleceğini bilen doktor ise faşist yüzbaşıya aynen şu cevabı verir “Hiç sorgusuz sualsiz emirlere itaat etmek ancak sizin gibi insanların yapabildiği bir şeydir Yüzbaşı!”. Bu cevap sadece oldukça havalı veya Yüzbaşı’yı susturduğu için önemli değildir. Aynı zamanda sağ ve sol ideolojilerin farklılıklarını ya da tek başına faşizmin mantığını ön plana koyar. Sağ ideolojiler tüm dünyada neredeyse her zaman lider üzerine kuruludur ve baskı-sindirme-yönlendirme gibi yöntemlerle o liderin ne dese doğru olacağını düşünen kitleler yaratılır. Bu belki sağ ideoloji altındaki kitlenin sürü durumuna sokulduğu gibi son derece kötü bir durum barındırsa da kendince bir olumlu özelliği de barındırmaktadır. Sağ ideolojiler tamda bu yüzden dünyada daha uzun süreli olmuşlardır. Buradaki örnekte Franco’nun çok kısa bir sürede arkasında halkın büyük desteği dahi olmadan cumhuriyetçi hükümeti devirip 36 yıl ülkeyi yönetmesini gösterebiliriz. Diğer kanatta sol siyasette ise “genellikle” kitlenin aydınlanması esas alınır bu sebeple “sorgusuz sualsiz itaat eden” sürü yerine fikir sahibi, eşit topluluk yaratılır. Hedeflenmiş bu olumlu özellik beraberinde hizipçiliği ya da bölünmeyi getirir. Sadece bizim ülkemizde değil genelde tüm dünyada sol küçük küçük gruplara bölünmüş durumdadır. O yüzden baskıcılığa kayılmadığı sürece istikrar sağlanmakta çok zorluk çekmektedirler. Yine Pan’ın Labirenti’ne konu olan dönemi ele alırsak arkasında ciddi bir halk desteği ve meşru olma hakkı olmasına rağmen cumhuriyetçi hükümetin kısa sürede direncinin kaybetmesinin tek sebebi dış yardımı az alması değildir. Diğer bir sebepte bu kritik süreçte bile Stalinistler Troçkistlere karşı ya da Komünistler Anarşistlere karşı gibi küçük çaplı bölünmüşlükler birlik-beraberliği en çok gerektiği anda bile yok etmiştir.
Sonuç olarak fantastik öğelerle bezeli faşizm labirenti bizleri bir anlamda faşizm laboratuarına götürmüştür. Filmin bir diğer etkileyici yanı ise öyküdeki fantastik öğelerin Ofelia’nın başına gerçekten gelip gelmediğinin çok net olamamasıdır. Filmde öyle küçük detaylar var ki filmin sonunda Ofelia gerçekten Yeraltının Kraliçesi oldu diyenler ve Yüzbaşı tarafından gerçekten öldürüldüğü için “yeraltı” kraliçesi oldu diyenler olmak üzere iki taraf da haklı olabilir. Fakat bilinen bir gerçek var ki Guillermo Del Toro Pan’ın Labirenti’yle sinema sanatına önemli bir eser bırakmıştır ve hatta belki de sinemanın “Guernica”sını yapmıştır.
Guernica hakkında detayları önümüzdeki yazıya bırakarak ve futbol fanatiklerine de günümüzdeki Barselona-Real Madrid rekabetinin İspanya İç Savaş’ı günlerine dayandığını anımsatmakla birlikte bundan sonra gelenek haline gelecek kitap önerisiyle yazıyı sonlandırmak istiyorum. Efsanevi Amerikalı yazar ve aynı zamanda İspanya İç Savaşı’nda Enternasyonal Tugaylar’ın yanında cumhuriyetçi saflarda yer almış Ernest Hemingway’in unutulmaz kitabı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u bu karanlık dönemin aydınlık yüzüne ağıt olarak herkese şiddetle tavsiye ediyorum.