İspanyol Bukalemun: Javier Bardem – Gizem Yaman

İspanyol Bukalemun: Javier Bardem* 

Javier Encinas Bardem, 1 Mart 1969 doğumlu İspanyol sinema oyuncusu. Sinemacı bir ailede büyüyen oyuncu, ilk kez altı yaşında bir televizyon dizisinde yer alıyor.

Altı yaşındaydım. Annem, bir televizyon filminde çalışıyordu, beni de sete götürmüştü. Benim yaşımda bir oyuncu arıyorlarmış, annem de beni öne sürdü. Kör bir ayyaşın küçük oğlunu oynuyordum. Bir sahnede askerler bana  silahlarını doğrultacaktı, benim de ağlamam gerekiyordu. Silahları doğrulttular, ben gülmeye başladım. Yönetmen de ‘Daha da iyi oldu,’ dedi. Yönetmenlerle ilişkim de o noktada belirlendi sanırım. Bana ne denirse tersini yaparım hep.”

Annesi, annesinin anne ve babası, onların anne ve babası hepsi oyuncu, dayısı   da yönetmen olan Bardem oyunculuk ne demek olduğunu çok iyi bilse de, 14 yaşında Raging Bull’u izlediğinde kafasının karıştığını söylüyor. Bir oyuncu mu yoksa bir boksör mü izlediğine karar verememiş… Nasıl bu kadar gerçekçi olur diye düşünen Bardem, Robert De Niro’nun oyunculuğundan çok etkilenmiş ve bir oyuncunun bu kadar ileri gidebileceğini ilk orda düşünmüş. Dog Day Afternoon filminde de Al Pacino’nun performansına hayran olan oyuncu ömrünü bu performansı izleyerek geçirebileceğini söylüyor.

İlk sinema deneyimi ise 1990’a tekabül ediyor. Bu zaman zarfında pek çok alana elini bulaştırmış. İspanyol milli takımında rugby oynayan ve küçük bir tiyatro grubuyla turnelere çıkan Bardem, daha sonra güzel sanatlar okumuş. Aslında okullu bir ressam. Ancak yetenekli olmadığını düşündüğü için birbirinden ilginç işlerde çalışmış. Bodyguardlık, yazarlık, inşaat işçiliği ve striptizcilik…

1990 yılında rol aldığı Lulu’dan sonra yine aynı yönetmenin filmi olan 1992 yapımı Jamon Jamon’da oynadığı başrol ile İspanya’da adını duyuran oyuncu, oynadığı pek çok filmde çeşitli festivallerden aldığı ödüllerle oyunculuğunu taçlandırmış. Onu bugünkü kariyerine ulaştıran, İspanya’nın sınırlarını aşıp, dünya çapında bir oyuncu olmasına basamak olan performansı ise 2000 yapımı Before Nigh Falls ile gerçekleşiyor. Bir eşcinseli oynadığı bu filmde, Hollywood’un gözleri Bardem’e çevriliyor. İspanya’dan  Hollywood’a uzanan bu serüven ile “yeni Antonio Banderas” benzetmelerine maruz kalsa da, o hayattaki duruşu, oynadığı metot oyuncu tekniği ve şahane performanslarıyla, onu ekarte etmiş oluyor.

Bardem “Karanlıktan Önce”yle en iyi erkek oyuncu Oscar’ına aday olan ilk İspanyol aktör. Aslında Hollywood da, Oscar da umurunda değil. “Aday ilan edildiğimde bunun büyük onur olduğunu düşündüm ama sonra oraya kampanya yapmaya gitmek zorundaydım, kendimi satmaya. İşte o zaman tam bir fahişe  gibi hissettim. Biz sanatçıyız, sanatta rekabeti çok anlamsız buluyorum. Yani beş aday olarak hepimiz ‘Gladyatör’ü canlandırsaydık aramızda bir karşılaştırma söz konusu olabilirdi. Gay bir Kübalı şairle bir gladyatör arasında nasıl bir benzerlik olabilir ki!”

Hiç kimseyle sadece iyi ve tanınan bir yönetmen olduğu için çalışmam. Önemli olan eldeki malzemedir. Bütün güzel filmlerin ortak özelliği, iyi bir öykü anlatmalarıdır. Benim kıstasım bu, iyi bir öykü.”

Aktör olana kadar meslek seçimindeki çeşitliliğini rollerinde de gösteriyor Bardem. Polis, uyuşturucu satıcısı, doktor, yatalak, maço, eşcinsel şair, katil gibi her filmde bambaşka biri olan oyuncu için “bukalemun” lakabının takılmasını nedeni bu.

Birbiriyle yakından uzaktan alakası olmayan, her filminde bambaşka ama hepside de bir o kadar gerçek(!) olan Bardem’in oyuculuğunu birkaç örnekle incelemekte yarar var.

2000 yapımı Karanlıktan önce (Before nigt falls) filminde, Javier Bardem’i eşcinsel bir yazar olarak görüyoruz. Film, Reinaldo Arenas‘ın otobiyografisi. Arenas, Küba’da çiftçilik yapan bir ailede büyümüştür. Şiir’e yeteneği küçük yaşlarda ortaya çıkmış ancak babasının yıllar önce evi terk etmiş olmasından dolayı annesiyle birlikte büyükannesi ve babasının yanında baskı altında yaşamaktadır. O yıllarda Castro devrimine katılmıştır. Havana’ya geldiğinde milli kütüphane’de iş verilir. Ancak Castro iktidarda iken eşcinsellere karşı baskı uygulamaya  başlar.  Arenas’da  devrimden  uzaklaşır  ki  bu  komünizme   karşı durduğundan   değil,   iktidarın   tamamen   cinsel   kimliğine   yaptığı  baskıdan dolayıdır. Eşcinsel ve muhalif kimliği yüzünden devrim karşıtı ilan edilir. Sübyancılıkla, devrim karşıtı olmakla itham edilen yazar uzun süre hapishanede kalır ve kitaplarının basılması yasaklanır. Yazma tutkusundan hiçbir zaman vazgeçmeyen Arenas, mahkûmların mektuplarıyla birlikte kendi romanını da yazar, gizlice ülke dışında bastırır. 1980’te Küba’dan ABD’ye sığınan 250 bin mülteciden biridir. ABD’de New York’ta yaşar. ABD’deki yaşantısı da zorluklar içinde geçer. AIDS’e yakalanan yazar, öldüğünde geride birçok şiir ve roman bırakmıştır.

Oynadığı karakteri gerçekten yaşayan oyuncu bu filmde de zor bir rolün üstesinden geliyor ki daha sonra hayatında eşcinsel damgası yemesi de onun bu rolü ne kadar başarılı oynadığının kanıtı. Homoseksüel bir erkeği, abartı davranışlar sergilemeden bu kadar doğal oynaması gerçekten etkileyici. Beden dilini o kadar başarılı kullanıyor ki, ifadesi, el kol hareketleri yerinde dozunu aşmadan… Gerçekte seksüel bir kişinin inandırıcılık sınırlarını aşmadan bir homoseksüeli bu kadar doğal oynaması ve gerektiğinde öpüşüp, sevişmesi ve aldığı hazzı da yansıtması gerçekten takdire şayan bir başarı.

Film bir ömrü anlattığından arada uzun zaman geçişleri var bu geçişleri tanımlamak oyuncuya bırakılmış. Öğrenciliğinden ölümüne Arenas’ı oynayan Bardem’de filmin içinde, zamanla yaşadıklarını karakterine ekleyerek devam etmiş oyununa. Belki başka bir oyuncu olsaydı zamanın ne kadar geçtiği konusu kafamızda bu kadar net belirmezdi.

Filmin sonlarında Arenas’ın amansız hastalığın pençesinde olduğunu görüyoruz. Bardem, yine döktürüyor. Kendi isteği ile kendini öldürtüyor. İnançları uğruna çektiği  bütün  işkenceler, bu  hastalık  kadar  onu  zayıf  düşürememişti  ve  o, o kadar kötü durumdaki yaşadığı bütün acılar sonucunda gösterdiği dirayeti  burada ister istemez gösteremiyor ama o yine yenilmeyi kabul etmiyor, ölümün ona gelmesine yine muhalif tavırla yaklaşıyor bir hastane köşesinde ölmektense, az kalan ömrünü kendi sonlandırmayı yeğliyor. Hastalığı boyunca Bardem’in performansı yine tartışmasız, o bedenine hükmetmeyi bilen, onu istediği kalıba sokmayı başaran nadir oyunculardan.

2002 yapımı güneşli pazartesiler (Los Lunes Al Sol) filminin konusu, işsizlik üzerine… Tersaneden çıkarılmış bir grup arkadaşın kapitalist sistem sonucu dışarı itilmesi ve onların umutlarından umutsuzluğu doğru giden bir film. Javier Bardem de bu grubun içindeki Santa rolünde. Bu kez karşımıza yine çok farklı bir tip ve karakterle ortaya çıkıyor. Sakalları uzamış, rolü için epey kilo almış göbekli biri. Eşi terk etmiş, borç içinde; yaşamını ucuz pansiyonlarda ve arkadaşının barında sürekli içki içerek sürdürüyor. Çalıştığı tersane’nin özelleştirilmesi sonucu atılınca kırdığı bir lamba’nın tazminatını ödemek zorunda bırakılıyor. İstemeyerek de olsa parayı ödüyor ama sisteme o kadar öfkeli ki lambayı tekrar kırarak öfkesini gidermeye çalışıyor. Aslında arkadaşları arasında en umursamaz görünen o. Kaba saba ve umursamaz görünümünün altında duygusal ve yüreklere dokunan yönü de var. Arkadaşının 15 yaşındaki kızının ona yakın davranmasına kayıtsız kalmak zorunda(!)… ona yaklaşımlarından aslında bu kadar kaba görünen bir adamın içindeki mağrur insanı çok iyi görebiliyorsunuz. Bakıcılığını yaptığı çocuğa yaklaşımından, daha sonra intihar edecek olan arkadaşının evine gittiğindeki tavrından, cesedini bulduğunda ya da tabutunun bulunduğu odadan çıktığında tekrar dönüp ışığı söndürmesinden…

Bütün çektiği zorluğa rağmen, çalışanların göremediği pazartesilerin en az pazarlar kadar güneşli olduğunun farkına varmayı başarmış… Oyuncu yine zor bir rolün üstesinden gelmiş. O kadar rahat ve doğal oynuyor ki… Öykünün çaresiz yapısını doğru ifadelerle sunmayı başarabilen, söylemek istenilenleri karakterine yansıtan seçkin bir oyunculuk. Sözcüklerden ziyade bedenlerin konuştuğu ve çaresizliğin en uç evresini karakterde oynayabilme yetisiyle birlikte gördüğümüz, yönetmenin oyuncusuna ne kadar yüklendiği… Ve Bardem, kendi hayatından sıradan ve rutin bir zaman diliminden kesit sunarcasına rahat ve doğal oynayarak bu yükün üstesinden başarıyla kalkmış.

İçimdeki Deniz (Mar Adentro–2004), konusunu gerçek bir hikâyeden alıyor. Bir kaza sonucu boyundan aşağısı felç kalan ve hayatının yarısını odasında geçiren Ramon Sampedro’nun hikâyesini konu alan filmde Ramon’u canlandıran Jaiver Bardem. Sampedro, kazadan sonra yaşamayı reddetmiş birisi. Saygın bir şekilde ölmek istiyor; ancak ötenazi hakkını yasalar izin vermediği için kullanamıyor. Sampedro’nun hayatı da, yasalarla mücadele içinde geçmiş.

Yönetmen Amenabar, “Benim için hayatın ve ölümün anlamını sürekli düşünmüş birisi olması daha önemli” diyor. Bu yüzden filmde Ramon Sampedro’nun son yılları anlatılmış. Böyle olunca Ramon  karakterini oynayacağı kişi daha da çok önem kazanmış. Amenabar’ın Bardem’de üstelemesinin nedeni de bundan dolayı. Üstelik Javier Bardem 35 yaşında iken, Ramon 55 yaşında…

Teklif geldiğinde Bardem yaştan dolayı doğru proje olup olmadığı konusunda emin olamamış. Ancak, Bardem, oynayacağı karakterden çok etkilenmiş. “Ramon Sampedro’yu tanıyan herkesle konuştum ve hepsi aynı şeyi söyledi: “Ramon çok mutlu birisiydi”. Aslında oyunculuk açısından çok riskli bir durum. Ölmek isteyen ama sürekli gülen bir adam”.

Bardem, Sampedro’nun iki kitabını okuyarak, sonraları da hastanelere giderek rolüne adapte olmaya çalışmış.

“Nasıl hareket etmeden durabileceğim konusunda gerçekten çok zaman harcadım. Hareket etmek kolaydır. Üstelik ben kendimi hep vücut dilini kullanan bir aktör olarak görmüşümdür. Rolü çok istememin nedeni de buydu; bu sefer sadece sesime ve gözüme odaklanmalıydım”.

Bardem, rolüne adapte olabilmek için 3 ayını yatakta geçirmiş. Amenabar için, Bardem gibi bir metot oyuncusuyla çalışmak çok büyük avantaj olmuş. Filmin gerçek zamanı boyunca Bardem, oyunculuğunu sesi ve mimikleriyle gerçekleştiriyor ki kendinin de dediği gibi oyuncunun en temel malzemesi olan beden dilinin eksik olduğu, ifadenin ve tonlamaların öne çıktığı bir oyunculukla karmakarışık bir ruh halini anlatmak, izleyiciyi o karakterin gerçekten varolduğuna(!) inandırmak çok ta kolay olmasa gerek. Bir de filmin çok kısa da olsa flashback ve fantezi kısmı var. Düşlerinde, iki kez ayağa kalktığını görüyoruz, ilkinde çok sevdiği denizine kavuşurken… Burada oyuncu gerçekten yirmi altı yıldır hiç ayağa kalkmamış birinin ilk kez ayağa kalkmasını, bu sefer bütün vücudunu konuşturarak bize gerçekçi bir şekilde yansıtıyor. İkincisi ise, sevdiği kadını öpmeye giderken; bu sefer bütün acısını unutan biri olarak karşımıza çıkıyor ve o anki (anı) yaşama isteğini görüyoruz. Sanki acılarının nedeni bedeni yatakta dururken, o ruhuyla kalkıyor. Ağır ama tereddütsüz bir şekilde ayaklanıyor.

Mimikleriyle hislerini perdeleyen adamın, gözleri ise bütün içini ortaya  döküyor. Oyuncu burada iki farklı karakteri ya da duyguyu eşzamanlı bir şekilde aynı surata yansıtıyor. Ağlarken gülen bir adam…

Yaşamını kendi isteğiyle sonlandırdığı intihar sahnesindeki oyuculuğu gerçekten fiziksel olarak da çok zordur. Bedenini hiç kıpırdatmadan çok yoğun bir acıyı göz, baş ve seslerle anlatmak ve bunu uzun bir çekimin içinde    gerçekleştirmek ve bunu izleyenin de nefesini kesmek… Tıpkı çocukluğunda Robert De Niro’nun Raging Bull’daki performansı üzerine, gerçek bir boksör mü yoksa bir oyuncu mu olduğuna dair, cevabı bilse de karasız kaldığı durumu bu kez kendi bizlere yaşatıyor.

Goya’nın Hayaletleri (Goya’s Ghosts-2006). İspanyol ressam Francisco Goya’nın resimlerinden yola çıkarak beyaz perdeye yansıyan filmde Goya’nın gözünden 18. yüzyıl engizisyon İspanya’sına baksak da burada Goya’dan ziyade öne çıkan karakter Peder Lorenzo.

Milos Forman, Bardem’i önce Goya için düşünmüş ancak senaryonun değişmesiyle filmdeki ağırlık Lorenzo’ya geçmiş. Böylece yönetmen Bardem’in bu rolü oynamasını istemiş. Bu kez Bardem karşımıza peder olarak çıkıyor. Kilise’nin mutlak doğruluğunu kayıtsız kabul eden Lorenzo, aslında sadece gücün peşinde olan ve içinde inançlarına ters düşen biri. Ancak filmin ortalarına kadar bunu bize hissettirmiyor. Hislerini donuk ve ağır ifadelerine gizlemiş. Bardem, en minimal hareketlerle, donuk bakışlarıyla filmdeki kötü adam peder Lorenzo’nun içinde olup bitenleri yansıtmamayı yine ustaca başarıyor. Film’de İris’in babası tarafından engizisyon kilisesinin sorgulama yöntemine benzer bir işkenceye tabi tutulmadan önce masada geçen sohbetlerde korkusunu ve şaşkınlığını yine yüzüne ustaca yansıtmayı başarmış.

Bir peder olarak cinselliğini bastıran Lorenzo’nun ilk kez İris’in tablosuna baktığı zaman Goya sorduğu sorudan da bu konuda aslında zaafının olduğunu anlıyoruz ki, Lorenzo bu yemini bozmakta geç kalmıyor ve İris’le beraber olmaya başladıktan ve işkenceye tabi tutulduktan sonra yaptığı itirafın açığa çıkacağı kesinleşince kaçıyor. Buraya kadar Lorenzo karakteri için ilk bölüm diyebiliriz. Donuk ve ağır hareketlerle oynayan, elini önünde birleştiren, daha çok mimikleriyle ve bakışlarıyla karakterini oluşturan Bardem’in ikinci bölümde Lorenzo’yu çok farklı bir şekilde oynadığını görüyoruz. Aradan 18 yıl geçiyor, bir zamanlar kiliseye hizmet eden Lorenzo, artık Fransız Devrimi’nin bir savunucu olarak İspanya’ya geri geliyor. Artık kendine daha çok güvenen biri var karşımızda. Kilise’nin karakteri üzerindeki otoritesini, devrimin özgürlük ilkesiyle yıkmış. Vücut dilini daha büyük hareketlerle elini kolunu daha özgürce sallayarak konuşan bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Parası ve statüsüyle değişen, peder kimliğinden oldukça farklı bir üslupla hareket eden bir adam. Bütün vücuduna eklenen bu hareket özgürlüğünü yüzüne de yansıtmış Javier Bardem, artık daha insani ifadelerle, daha içten mimiklerle oynuyor. Karakter, aslında hala kötü adam(!), yine gerçeği saklayan ve bencilce davranan biri. Yine bize içini gözleriyle anlatıp, arkasından donuk bir ifadeyle içini örtmeyi becerebiliyor.

Goya ile Loranzo’nun hararetli bir şekilde tartıştığı sahnede, birkaç seri kesmeden sonra yaklaşık 40 saniyelik bir çekim var, burada oyuncunun doğaçlama oynadığını anılıyoruz. Sinirleniyor ve Goya’ya öfke saçıyor. Yönetmen kesme yapsaydı belki de oyuncusundan bu kadar iyi bir performans alamayacaktı; o yüzen kaydırmayla takip ediyoruz. Bardem kendinden emin, ellerini bedenin arkasında birleştirmiş, gittikçe daha çok bağıran biri, Goya’nın duyduğu seslerden dolayı elleri yüzünde, belki de bu kadar iyi bir oyuncu karşında, onun gösterdiği performansı gösteremeyecek olmasını örtüyor tabi ki metne bağlı şekilde. Lorenzo’nun sonunda Goya’nın hareketlerine bağlı olarak saçını çekip bırakması ve sonra da “orospu sensin” diye bitirdiği cümle de  bunun gerçekten doğaçlama olduğunun bir kanıtı.

Filmin sonlarında İspanya’nın yine kilise otoritesi altına girdiğini görüyoruz. Kilise Bardem’e ölüm cezasına çaptırıyor. İdam sahnesindeki performansı yine ayakta alkışlanacak cinsten. Korkusunu ve geçirdiği işkenceyi bütün vücuduna anlattırıyor. Titreyerek çıktığı idam sehpasında, çıldırmanın eşiğinde tükürükler saçarak ölüyor. Ölmeden hemen önce, İris’in seslenmesiyle attığı bir bakış ise bütün pişmanlıklarını anlatmaya yetiyor ama asla dini bir pişmanlık değil bu, eline tutuşturdukları hacı geri itmesinden bunu rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Son olarak Javier Bardem, mart ayında ülkemizde de gösterime girecek olan Coen Kardeşler’in filmi İhtiyarlara Yer Yok’la (No Country For Old Man) görünüyor. Yine bambaşka bir rolde görüyoruz.80 yılında Texas’ın artan suç oranları içinde üç karakteri temel alan yapıtta Bardem, kendine has psikopat bir katil rolünde. Yine Javier Bardem’i tanımak çok zor.

Bir polisin onu tutuklayıp, arabaya bindirmesini görüyoruz. Sert, ifadesiz,  soğuk. Karakolda yüzünü görebiliyoruz ilk dikkat çeken düz, uzun ve yapışık saçları, gerektiğinde her türlü yumuşak ifadeyi verebildiği bedeni ise bu sefer kaskatı… Bu saç şekliyle ilk başta ona size ürkütücü olmasında ziyade komik görünse de, hemen ardından yaptıklarıyla tüyleriniz diken diken oluyor. Polis’in telefonla konuştuğu anı fırsat bilip, hiç endişe etmeden arkaya bağlı kelepçeli kollarını ayaklarından çıkarıyor ve korkusuzca memura yaklaşıp kelepçelerle boynuna sarılıyor. Boğma sahnesinde ne kadar psikopat biri olduğunu yüz ifadesinden anlaşıyor. Elerliye sımsıkı adamın boynuna asılırken, gözlerini sabit bir şekilde tavana dikmiş. Adam canını verince içten bir oh diyor katil. Artık ne kadar zevk aldığını buradan düşünebiliriz. Daha sonra elinde oksijen tüpünü alıp polis arabasına biniyor. İkinci kurbanını da polis arabasıyla durdurup, bu soğukkanlılıkla öldürüyor. Yüzünde hiç de sevimli olmayan tuhaf bir gülümse ve aynı soğuk ifade var. Film boyunca aynı şekilde Bardem ve bütün cinayetleri aynı tavırda işliyor. Benzinciye girdiğinde de bu tavır aynı, bakışları çok keskin, insanlarla konuşurken gözlerini onların yüzünden ayırmıyor. Ses tonu da ifadesi kadar ürkütücü. Javier Bardem, bu filmle de ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor.

Sonuç olarak ele aldığım beş filminde de birbirinden tamamen farklı karakterler olsa da hepsinde rolünün hakkını vermiş bir oyuncu ile karşı karşıyayız. Özellikle filmleri ard arda izlerseniz, onun şahane oyunculuğunu ve bir oyuncunun gerçekten ne kadar ileri gidebildiğini(!) rahatlıkla görürsünüz. Javier Bardem, hangi rolü oynarsa oynasın; ister eşcinsel ister psikopat katil, ister rahip ister yatalak olsun hiç bir rol ona eğreti durmuyor. Her oyununda, metindeki karaktere yepyeni bir kişilik kazandırıyor. Bunu yaparken de en büyük ustalığı onun metot oyculuğundan ve herkesi o karakterin gerçekliğine inandırabilecek doğal oynayışından kaynaklanıyor. Bu doğallığı da bütün karakterlerine  verdiği çelişkilerle dolu insan ruhunu yansıtarak yakalıyor. Psikopat bir katilken bile kendine tezat, cümlelerinde naziklik barındırıyor. Her rolünün ardına gizlenmiş biraz iyi ve kötü mevcut ve o zor olanı yani bu iki karşıtlığı istediği zaman birinin üzerine çıkartarak, bize bütün numaralarını yutturuyor. Zaten en çok oynamayı istediği rolde Hamlet. Kendi deyişiyle; Hamlet, hem çok zarif hem de çok karanlık bir rol. Her an iki zıt yönde, hep dengeleyerek oynamak zorundasınız. Bu da aslında bütün karakterlerine tattırdığı duyguların en uç, en keskin şekilde ayrılmış olanı.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2008

Bunu paylaş: