Nazım Hikmet Ran: Yaşamı ve Yapıtları – Duygu Yılmaz

Nazım Hikmet Ran: Yaşamı ve Yapıtları* 

Akın var güneşe akın…

Akın var güneşe akın…

Güneşi zaptedeceğiz, Güneşin zaptı yakın…

 

Nazım Hikmet memleket; memleket, Nazım Hikmet… Kafiye için yazmadık, hasret sana memleket…

 

Ocak ayını ustamız, üstadımız Nazım’ı anmak için şereflendirdik kendimizce. Sonra ben düşündüm uzun uzun nasıl anlatılır vatan aşkı diye… Önce vatan haini ilan edildi, sonra gurbete gönderildi. Varna’dan bakarken kendi topraklarına, vatan hainliği üzerinde demirden bir külçe gibiydi. Üstat! Çok özlüyoruz seni, ozanlığına, adamlığınla ve seninkiyse vatan hainliği, vatan hainliğinle özlüyoruz seni. Resmi olarak doğduğun gün analım ki seni, tüm dostlarımız hatırlasın bu kış ayının neden bu kadar beyaz geldiğini…

Senin için söylenecek çok şey var illa ki; ama satırların zaten anlatıyor her şeyi…

YAŞAMI:

Üstadımız Selanik şehrinde asıl olarak 20 Kasım 1901’de  doğmuştur; fakat söylenilir ki birkaç hafta yüzünden bir yaş kaybı olmasın diye asıl doğum tarihi, kayıtlara 15 Ocak 1902 olarak geçmiştir. Babası şimdiki  Galatasaray Lisesi olan Mekteb-i Sultani mezunudur. Önce ticaretle uğraşmış, daha sonra dışişlerine bağlı birimlerde çalışmıştır. Annesi Celile Hanım ise eğitimci bir babanın izlerini taşıyarak güzel Fransızca konuşan, piyano çalan ve resim yeteneği gelişmiş bir kadındır.

Üstadımız, dedesi Nazım Paşa’nın da etkilemesiyle şiire küçük yaşta merak salmış ve bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir şiiri dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Nazım Hikmet’in Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girişine yardımcı olmuştur. Daha sonra yakalandığı zatülcenp hastalığı tekrar edince askerlikten çürüğe ayrılmıştır.

İstanbul’un işgali döneminde hececi şairler arasında adını duyurmuş ve yazdığı şiirlerle vatan sevgisinin ve direniş gücünün tüm imgelerini sergilemiştir.

Nazım Hikmet, Mustafa Kemal’e silah ve cephane taşıyan bir topluluğun yardımıyla Ankara’ya geçmiş ve burada ona verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak olmuştur. Nazım Hikmet’in Vala Nureddin ile yazacağı bu üç sayfadan daha uzun şiir daha sonradan ortalığı karıştıracak ve meclis, şiirden etkilenip Ankara’ya dolacak gençlerin nerede kalacağı ve ne işle ilgileneceği konusunda kararlar almaya çalışacaktır.

Ses getiren görevlerinden sonra Bolu’ya öğretmen olarak atanmış; fakat gericilerin baskısıyla burada fazla barınamayacaklarını anlamışlardır. Bolu’dayken Fransız İhtilali, Kautsky ve Sovyetler konusunda bilgi   edindikleri Ziya Hilmi’nin de etkisiyle Moskova’ya gitmeye karar vermişlerdir.  Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne yazılan iki şair burada sosyalizm konusunda bilgi sahibi olmuştur. Özellikle Nazım Hikmet, burada kaldığı dönem boyunca yazarları okumuş ve kendisine serbest ve özgün bir şiir tarzı çıkartmıştır. Üniversite bittikten sonra yine gizlice ülkesine dönen Nazım, Aydınlık dergisinde çalışmaya başlamıştır. Bundan sonra birçok kez hakkında dava açılmış, hükümler giymiştir.1928 yılında ilk şiir kitabı olan “Güneş İçenlerin Türküsü” yine kendi ülkesinde değil, Bakü’de basılmıştır. Üstadın bundan sonraki tüm hayatı, öyle ya da böyle hapishanelerde geçmiştir. Yazdıklarını yayımlayamamış ve sürekli hükümler giymiştir. Sanat hayatına açlık grevi bile sığdıran şair, hakkını yine de alamamış ve öldükten sonra bile şiirleriyle “vatan haini”(!) olmaya devam etmiştir.3 Haziran 1963’te  Moskova’da geçirdiği bir kalp krizi sebebiyle ölmüş ve yazarlar birliğinin kararı ile Novodeviçiy Mezarlığına gömülmüştür.

 

VATAN HAİNİ 

“Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”

Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,

bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.

Vatan çiftliklerinizse,

kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,

vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,

vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,

vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,

vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,

ben vatan hainiyim.

Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

 

 

KUVÂYİ MİLLİYE – BAŞLANGIÇ – ONLAR

Onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

câhil,

hakîm

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

 

Onlar ki uyup hainin iğvâsına

sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup

kaçarlar evlerine

ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen

ve merasimsiz ağlayan

ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

 

Demir,

kömür

ve şeker ve kırmızı bakır

ve mensucat

ve sevda ve zulüm ve hayat

 

ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü

ve sahra

ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının,

sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur,

bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp

doğruldukları zaman.

 

En bilgin aynalara

en renkli şekilleri aksettiren onlardır.

Asırda onlar yendi, onlar yenildi.

Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için :

zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,

denildi.

 

JAPON BALIKÇISI 

Denizde bir bulutun öldürdüğü

Japon balıkçısı genç bir adamdı. Dostlarından dinledim bu türküyü Pasifik’te sapsarı bir akşamdı.

 

Balık tuttuk yiyen ölür. Elimize değen ölür.

Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür.

 

Balık tuttuk yiyen ölür, birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır.

Balık tuttuk yiyen ölür.

 

Elimize değen ölür. Tuzla, güneşle yıkanan bu vefalı, bu çalışkan elimize değen ölür.

Birden değil, ağır ağır,

 

etleri çürür, dağılır. Elimize değen ölür…

 

Badem gözlüm, beni unut. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür.

Üstümüzden geçti bulut.

 

Badem gözlüm beni unut. Boynuma sarılma, gülüm, benden sana geçer ölüm. Badem gözlüm beni unut.

 

Bu gemi bir kara tabut. Badem gözlüm beni unut. Çürük yumurtadan çürük, benden yapacağın çocuk. Bu gemi bir kara tabut.

Bu deniz bir ölü deniz. İnsanlar ey, nerdesiniz?

Nerdesiniz?

(1956)

 

GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ

Bu bir türkü:- toprak çanaklarda

güneşi içenlerin türküsü! Bu bir örgü:-

alev bir saç örgüsü!

kıvranıyor;

kanlı; kızıl bir meş’ale gibi yanıyor

esmer alınlarında

bakır ayakları çıplak kahramanların!

Ben de gördüm o kahramanları, ben de sardım o örgüyü,

ben de onlarla

güneşe giden

köprüden

geçtim!

 

Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi. Ben de söyledim o türküyü!

 

Yüreğimiz topraktan aldı hızını; altın yeleli aslanların ağzını

yırtarak

gerindik!

Sıçradık;

şimşekli rüzgâra bindik!.

Kayalardan

kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.

Alev bilekli süvariler kamçılıyor

şaha kalkan atlarını!

 

 

Akın var

güneşe akın!

Güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!

 

 

Düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların

göz yaşlarını

boynunda ağır bir

zincir

gibi taşıyanlar!

Bıraksın peşimizi

kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

 

 

İşte:

şu güneşten

düşen

ateşte

milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

 

 

Sen de çıkar

göğsünün kafesinden yüreğini; şu güneşten

düşen

 

ateşe fırlat; yüreğini yüreklerimizin yanına at!

 

 

Akın var

güneşe akın!

Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!

 

 

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,

toprak kokuyor bakır sakallarımız! Neş’emiz sıcak!

kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan

o «an»

kadar sıcak! Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak

yükseliyoruz

güneşe doğru!

 

Ölenler

döğüşerek öldüler;

güneşe gömüldüler.

Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

 

 

Akın var

güneşe akın!

Güneşi zaaaptedeceğiz

güneşin zaptı yakın!

 

 

Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor! Kalın tuğla bacalar

 

 

kıvranarak

ötüyor!

 

Haykırdı en önde giden,

emreden!

Bu ses!

Bu sesin kuvveti,

bu kuvvet yaralı aç kurtların gözlerine perde

vuran,

onları oldukları yerde

durduran

kuvvet!

Emret ki ölelim

emret!

Güneşi içiyoruz sesinde! Coşuyoruz,

coşuyor!..

Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!

 

 

Akın var

güneşe akın!

Güneşi zaaaaptedeceğiz

güneşin zaptı yakın!

 

 

Toprak bakır

gök bakır.

Haykır güneşi içenlerin türküsünü, Hay-kır

Haykıralım!

 

1924

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiocak2008

Bunu paylaş: