Atatürk’ün Yaratmak İstediği Bilgi Toplumu*
Kemalizm, bugünkü adlandırmayla Atatürkçülük, düşünsel bir dizgi olarak, çağdaşlıkla eşdeğerlidir; değişimi, yenileşmeyi, ileri düşünceyi gerektirir. Bu bağlamda, Mustafa Kemal, Anadolu’ya ayak basıp Kurtuluş Savaşını planlarken, toplumun alt yapısını sağlamlaştıran “müreffeh” bir Türkiye yaratmayı temel amaç saymıştır. “Müreffeh Türkiye”, toplumun çağdaşlaşması demektir. Atatürk Devriminin varmak istediği hedef, siyasal, ekonomik bağımsızlığını sağlamış, laik ve demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Atatürk, bu büyük devrimi yaratmada inançlı ve kesin kararlıdır. Cumhuriyet’in
- yılında Afet İnan’a yazdırdığına göre “Devrim, mevcut kurumları zorla değiştirmek demektir. Türk ulusunu son yıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak, yerine ulusun medeni gereksinmelere göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır.” Tanımını yaptığı bu devrimin kararını, daha eyleme geçmeden yıllar önce, “Bağımsız cumhuriyeti kurmanın, şeriatı hukuk düzeninden silmenin, laikliği devletin temel ilkesi yapmanın bir düş olduğu” 1919 yılı Temmuz ayının 7’inci gününü 8’ine bağlayan gecenin geç vaktinde, Mustafa Kemal, Bitlis valisiyken Damat Ferit Paşa tarafından görevinden alınan Mazhar Müfit’i(Kansu) çağırtır ve not defterine şunları yazdırtır: “ 1) Zaferden sonra hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır. 2) Padişah ve hanedan için zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. 3) Tesettür kalkacaktır. 4) Fes kalkacak, uygar toplumlar gibi şapka giyilecektir. 5) Latin harfleri yürürlüğe girecektir.” Bunları yazdırdıktan sonra, Mazhar Müfit’e, “Defterin bu sayfasını kimseye göstermeyeceksin, sonuna dek gizli kalacaktır,” der. (İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 25 Temmuz 1998).
Anadolu’da o gece Türk aydınlanmacılığının temeli atılmıştır. Kurtuluş Savaşı boyunca bir yandan düşmanla, öte yandan içteki gerici ve işbirlikçi güçlerle savaşılarak, aydınlanma düşüncesinin çatısı da çatılmıştır. Bu, Atatürk’ün düşlediği çağdaşlık ışığıdır.
Devrim, devletin bütün kurumlarını değiştirip yeni bir yapı kurmayı gerektiriyordu. O gün için bir “utopia” sayılan “çağdaş” Türkiye bu inanç ve direngenlikle kurulmuştur. Mustafa Kemal, tasarlıyor, tasarladığını anında uygulamaya geçiriyordu. Nitekim hemen halkın katılımını sağlayarak TBMM’yi toplamış, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusta olduğunu özellikle vurgulamıştır. Bu, her şeyin ulusun iradesiyle, ulusun gücüyle, ulusun birlikte yapabileceği anlamına geliyordu. İlk adım, işgale uğramış yurt topraklarının kurtarılmasıydı. Bunun için güçlü bir orduya gerek vardı. Toprak bağımsızlığından yoksun bir halkın eli kolu bağlı olurdu. Yurdu işgalden kurtarmadan devrim yapılamazdı. Mustafa Kemal bu gerçeği üstün sezgisiyle kavramış; çağdaş dünyayla da ilişkilerini sürdürerek Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini barut kokuları ortamında atmıştı.
Cumhuriyet, en kısa tanımıyla, halk yönetimidir. Cumhuriyetle yönetilen ülkelerin halkı, Ziya Gökalp’in deyimiyle cemm-i gafir (kalabalık) değil, hakkını hukukunu bilen, demokratik anlamda halk(public, bilinçli halk topluluğu) olmalıdır. Tarık Zafer Tunaya’nın “Türk Devriminin dili” dediği Atatürkçülük, böyle bir halk yaratma yolunda girişilmiş bir uygarlık arayışı, bir bilgi devrimidir.
Atatürkçü cumhuriyetin temeli kültüre dayanmaktadır. Atatürk, toplumsal onurun, çağdaş dünyayla bütünleşmenin, ulusal kültürle gerçekleşeceğine inanmıştı. Devrim ilkesi olarak benimsediği, “Doğu’nun dinsel, sosyal, siyasal baskısından olduğu kadar Batı devletlerinin siyasal ve ekonomik zorbalığından uzak bir devlet kurmak ve toplum yaratmak” kültürel birikimlerle olurdu. Nasıl temeli kültüre dayanmayan devlet gerçek anlamda devlet olmazsa, kültürel temelden yoksun bir cumhuriyet de olamazdı. Misak-ı Milli ile yurdun toprak sınırlarını çizen Mustafa Kemal, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözüyle de Türkiye’nin kültürel sınırlarını çizmişti. Atatürkçü kültür devriminin amacı, başka kültürlerin boyunduruğu altında ezilerek kimliğinden uzaklaşmış bir toplumu yeniden var etmek, birey olarak yüzyıllarca kültürel sömürüye uğramış insanımıza güven kazandırmaktır.
Cumhuriyet’in ilanından çok kısa bir süre sonra başlayan, eğitimin laikleştirilmesi bu amacı yürürlüğe koymanın ilk adımıdır. Laik eğitimle, düşünce de laikleştirilmiş olacaktır. Bu uygulamayla, bilgi belli kesimlerin tekelinden kurtarılıp halk kesimlerine de yayılacaktır. Böylece bilgi özgür kılınacak, özgür düşünüşlü Türk insanı, çağdaşlık yolunda, elinde “müspet bilimin meşalesi”ni tutarak ilerlemeye koyulacaktır.
Düşünce, ancak bilimin gerçek kaynaklarına inilerek özgürleştirilebilir. Ulusal bilinç, bilgiyle donanmış düşüncenin ürünüdür. Kendi dilini ve düşüncesini yaratmamış hiçbir ulus gerçek anlamda özgür değildir. Mustafa Kemal’in devrim ilkelerinin kaynakları sayılan halkçılık, ulusalcılık, “kültür” kavramıyla eş tutulması gereken cumhuriyetçilik kavramı, gelip bu ulusal bilinç gerçeğinde yoğunlaşıyor. Ulusal bilinç gibi, ulusal kimliğin kaynağı da bilgidir. Ulusal bilinçten yoksun kesimlerin ulusal kimlikten de yoksun oldukları, kendilerine bir kimlik yakıştırmak için cumhuriyetin karşısına ümmetçi ve çağdışı bir anlayışı dikmek istemelerinden bellidir. Ulusal kimlik kazanmamış toplumların çağdaşlığından da söz edilemez. Çağdaşlığın, kendini tarih içinde bir dil varlığı olarak kanıtlamış toplumların ürünü olduğunu, Avrupa’nın aydınlanma döneminde geçirdiği deneyimler kanıtlamaktadır. Kendi dilini, dolayısıyla düşüncesini yaratamamış toplumların, başkalarının dışlamasına gerek kalmadan, kendilerini çağlarının dışına fırlatıp attıkları; bilgide, yaşayışta çağdışı düşüncelerin kulu olmayı yazgıları saydıkları, gelişmiş ülkelerin alt kültür tüketicileri olarak nasıl sömürüldüklerini her gün televizyonlarda görüyoruz, gazetelerde okuyoruz. Oysa Atatürk, özgürlük ve insanca yaşama haklarını egemen ulusların denetimine bırakmayı erdem sayan “kalabalık” toplum anlayışını yok edip, halkı bilinçli toplum olmanın erdemine inandırmaya çalışmıştır. Bu yönden, Türkiye Cumhuriyeti bilinçle, bilgiyle, erdemle var olmuş bir aydınlanma devrimi sayılmalıdır.
Tarihi boyunca toprak bağımsızlığını sağlamış bir toplumun bireyi olarak, Mustafa Kemal, bu halkın, İtilaf devletlerinin Türkiye’yi yok etme planını bozacağını bilinçle kavrayarak Anadolu’ya geçmiş, onların arasına katılmıştır. Bir bakıma sivil toplum örgütlenmesi olan kongrelerden sonra, “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” inancıyla geldiği Ankara’da Türkiye Millet Meclisi’ni toplamıştır. Toplumsal örgütlenmeyi bilinçli halkların başarabileceğine yürekten inanmaktadır. Mustafa Kemal, Türk halkının tarihten gelen bu gücüne dayanarak, zaman yitirmeden, yurt ve bilgi bağımsızlığını sağlayacak savaşımlara girişmiştir. Yaşamı boyunca, egemenliğin ulusta olduğuna inanmış, bunu halkçı ve ulusalcı anlayışın, demokratikleşmenin temel ilkesi saymıştır. İşin ta başında, dinciliğin karşısına ulusalcılığı çıkarırken, eğitimin laikleştirilebileceğini düşünüyordu. Çünkü “ilerleme ve gelişme yolunda, uluslar arası ilişkilerde Türk toplumunun çağdaş uluslarla yan yana ve bir uyumda yürümekle birlikte kendine özgü karakterini ve bağımsız kimliğini esas tutma” amacı, ulusalcı bir dünya görüşüyle, laik eğitimle gerçekleştirilebilirdi. Eğitimin laikleştirilmesi, Mustafa Kemal’in kaçınılmaz saydığı bir devrim ilkesidir, devrimci eylemin temelidir. Eskinin bütün çürümüş kurumları, ancak laik eğitim uygulamalarıyla eğitimi iki başlılıktan kurtarmakla yıkabilirdi. Mustafa Kemal’in tarih sahnesine çıkışından bu yana, en ağır saldırıların laik eğitim uygulamalarına yapılması bir rastlantı sayılmamalıdır. Hemen her dönemde, gelişmelerin önüne engeller çıkaran gericilik, kökten dincilerin sığınağı olmuştur. Bir atasözümüzde dile getirilen, suyun uyuyup düşmanın uyumadığı gibi, zaman uyuyor da gericilik uyumuyor! Bilerek ya da – daha kötüsü- bilmeyerek, devrim ilkelerinden bir ışık çizgisi kadar ödün verildiğinde, gericiliğin ağır bulutları ülkenin çağdaş yüzünü hep karartmıştır. Son zamanlarda ise, “karartma” bir yana, Atatürk devrimleriyle yaratılan bütün çağdaş kurumları hedef göstererek, cumhuriyet rejimini sarsacak boyutlara varmıştır.
Çağdaşlaşmayı Türk devriminin temel hedefi sayan Mustafa Kemal’in, daha cumhuriyet ilan edilmeden, Türk halkını çağdışı kalmaktan çıkaracak laik eğitimi neden gerekli gördüğünü, 1922 yılında anı defterine yazdıklarından öğreniyoruz: “Okul, genç dimağlarda, insanlığa saygıyı, vatana ve ulusa sevgiyi, bağımsızlık onuruna sevgiyi ve bağımsızlık tehlikeye düşecek olduğu zaman, onu kurtarmak için izlenmesi gereken kurtuluş yolunu öğretir. Okul sayesinde, bilim ve fen sayesinde Türk ulusu, Türk sanatı, Türk edebiyatı bütün güzellikleriyle kendini gösterecektir.” Dinsel eğitim ise bunun tam tersini yapmaktadır. Daha sonra, bunu gerçekleştirecek olan öğretmenleri de şöyle uyarır: “Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar ister.” Eğitim izlencesini de, toplumsal yaşamımızın ve çağın gereklerine uygun düşecek biçimde düşünmüştür. Bu tam anlamıyla laik eğitim izlencesidir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında, Mustafa Kemal’in “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşakların özlemini çekmesinin anlamı bugün daha iyi anlaşılıyor.
Öyleyse, Mustafa Kemal’in özlemini duyduğu düşüncesi, vicdanı, duyarlığı, anlayışı ve kavrayışı özgür; çağdaş Türk insanı nasıl yetişecekti?
Bir topluma ulusal bilinç ancak bilgi yoluyla kazandırılabilirdi; Mustafa Kemal’in başardığı da budur. Halkını çağdaş bir bilgi toplumu yapma yolunda her şeyi yerinde ve zamanında planlamayı bilmiştir. Cumhuriyetin ilanından 5 Ay sonra Eğitimin Birleştirilmesi Yasası çıkmıştır(1924). Bu, eğitimi dinsel etkilerden kurtarmanın başlangıcıdır. Önce çağdaş bir dünyada okuma yazma bilmemenin utanılacak bir şey olduğunu belirtmiş, bu yasadan sonra büyük bir eğitim seferberliği başlatılmıştır. Herkes birbirini etkileyerek, bilen bilmeyene öğreterek okuma yazma sorunu çözülecektir. Atatürk için önemli olan, toplum içinde bir dinamizm yaratmaktı. Yurdunda kendini bağımsız kılan bir halk, en kısa sürede eğitimi de laikleştirecekti. Eğitimi dinsel baskılardan kurtarmayı amaçlayan Eğitimin Birleştirilmesi Yasası, laik, çağdaş eğitimin temellerini de atmıştır böylece. Türkiye’ni var olmasında “Cumhuriyet” ne ise, düşünsel bağımsızlıkta da “laiklik” odur.
Arap yazısının, ancak eğitim görmüşlerce çözülebilen bir yazı olduğu bilinmektedir. Sözcüklerin kökleri, üreme kuralları ve biçimleriyle bağlantılı bu karmaşık yazıyı çözüp, okuma yazmayı yaygınlaştırmak pek öyle kolay değildi. Bilgiyi yaygınlaştırmak, o bilgiyi iletecek araçlara da bağlıdır. Latin abecesinin Türk diline uygun düştüğü, Tanzimat Dönemi’nden bu yana zaman zaman tartışma konusu olmuştur. Ancak, bu tartışmaya son verip Latin abecesi temeline dayanan Türk abecesini kabul ettirmeyi Mustafa Kemal başarmıştır. Devrim, çok tez davranmayı ve göze almayı gerektirir. Konuyu araştırıp Atatürk’e öneri getirenlerin beş altı yılda gerçekleştirileceğini tasarladıkları Latin kökenli yeni Türk harflerini Mustafa Kemal üç aşamalı olarak bir iki yıl içinde yaygınlaştırmıştır. Bu abece, Türk toplumunu çağdaş dünyaya yaklaştırmıştır, toplumlar arası iletişimin yaratılmasında da etkili olmuştur. Bize eski kültürümüzden kopardığı savıyla eleştirilen abece devrimi, bilgi toplumu olma yolunda Türk aydınlanmasının önemli bir aşamasıdır.
Ulusal duygu yönünden, bir toplumun tarihsel kökenlerini araştırması büyük önem taşır. Ulusal bilincin kaynağı sayılan tarih bilincinden yoksun sayılan toplumlar, kendilerine başkalarının biçtikleri kimlikle yetinmek zorundadırlar. Atatürk devrimi içinde yer alan tarih ve dil çalışmaları bu yönden ulusal düşünce devriminin temelidir. Bugün “resmi tarih” diye küçümsenmek istenen, bir yönden de abartılı bulunan bu ilk çalışmalar olmasaydı, acaba, Türk bilimi tarih yönünden bugünkü nesnelliğine ulaşabilir miydi? Kuşkusuz, Türklerin bütün ulusların atası olduğuna yönelik bir tarihsel yorumun bugün geçerliği kalmamıştır. Ancak kendini yeniden var etmiş bir toplumun böyle destansal bir yaklaşımdan güç alacağı da unutulmamalıdır. Atatürk’ün amacı, toplumuna güven vermek, onu uluslar içinde bir varlık olduğu bilincini aşılamaktı. Zaman göstermiştir ki, gerçek amaç, İslam kimliği içinde eritilmiş bir Türk tarihi değil, tam tersine, Türklük bilinci içinde çağdaş bir tarih yaratmaktır. Devrimlerin odağı ulusal bir bilinç yaratmak olduğuna göre bir toplumun var oluş öyküsü de sayılan tarih, neden Anadolu gerçekleri dışında yorumlansın? Atatürk’ün ulusalcılığı vurgulayan tarih anlayışındaki coşkuyu o günün koşullarında değerlendirmek gerekir. O’nun kurduğu Türk Tarih Kurumu (1931), toplumun, toprakların varlığı olduğu bilinciyle, özellikle Anadolu tarihine yönelerek, tarihimizi Orta Asya ile sınırlayan ön yargılı değerlendirmeleri ortadan kaldırmıştır. Tarih yaratmakla kazanılan ulusal bilincin ne denli önemli olduğunu şu gözlemlerden çıkarabiliriz: Berlin’de, Kanuni Süleyman adına düzenlenen sergi için, Kütahya çinilerinin, British Museum’dan ödünç alındığı, Türk tarihinin önemli kaynağı “Oğuz Kağan” destanının Paris’te Bibliothque Nationale’de, yine tarihsel öneminin yanında Türk anlatı ve öykü sanatının başeseri sayılan “Dede Korkut” kitabının Dresden’de Staatsbibliothek’te bulunması, Bergama’dan götürülen taşlarla Berlin’de, neredeyse küçük bir kent görünümdeki Pergamon Museum’un kurulması, tarihsel varlıklarımıza nasıl sahip çıktığımız (!) bir ölçüsüdür. Ulusal anlamda tarih bilinci kazanmış toplumlar, Berlin’de bir müze oluşturacak tarihsel değerleri yapılarda temel taşı, kapı önlerinde binek taşı, koyunları tut yalama taşı, tuvalet ayağı… olarak kullanmaz. Ürgüp’teki aziz fresklerinin gözlerini oymaz, her biri müzeleri baş eseri olacak heykellerin kollarını, bacaklarını, kafasını, cinsel organlarını, burunlarını… koparmaz.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, tarihi topluma ulusal bilinç aşılamanın aracı sayan Atatürk’ün, tarihe neden önem verdiği şöyle anlatır: “Atatürk, milli tarihimizin sınırlarını zenginleştirmek hareketiyle hem Kemalist devrimin en kapsamlı bir izahını yapmak, hem bu devrimin köklerini üstünde yaşadığımız toprağın en derin tabakalarına kadar ulaştırmak, hem de Türk ulusunun asaletini şüphe götürmez soy kütükleriyle ispat etmek istemiştir.” Atatürk’ün tarih yazmayı tarih yapmak kadar önemli saymasının temelinde yatan budur. Çünkü tarih yazmak, bir ulusun yaşamını belgelemektir. Çağdaş dünya değerlendirmesini bu belgelere dayanarak yapacaktır. Onurlu bir ulus, tarihinin yalnızca başkaları tarafından yazılmasına razı olmaz. Cumhuriyete değin, tarih yazımı konusunda gelişmeler olmamış değildir. Ne var ki, araştırmaya, belgelere dayanılarak nesnel tarih yazımı cumhuriyetle gerçekleştirilmiştir. Tarih, Atatürk için, toplumun kendi geçmişine, varlığına, geleceğine sahip çıkmasının belgesidir, her fırsatta Türk varlığını “barbar” diye niteleyen Batı devletlerinin önyargılarına bir tepkidir. Bugün bile Avrupa Birliği tartışmalarında, Avrupa ülkeleri Türk tarihini kurcalama gereksinimi duymaktadırlar.
Bir toplumda ulusal bilinçle kültürel kimlik hem birbirinin içinde, hem birbirinin tamamlayıcısıdır. Tarih gibi, o toplumun yapıp ettiklerinin bir göstergesi olan kültür de o topluma kimlik kazandıran temel etkenlerden biridir. Onun için Atatürk tarih çalışmalarıyla dil çalışmalarını birbirinin bütünleyicisi olarak düşünmüştür. Toplumsal kimlik açısından ikisini birbirinden ayırmanın ne denli olanaksız olduğunu tarih bilimi göstermektedir. Dil ise, kültürel varlığı belirleyen en yaratıcı olandır. Toplumların ancak kendi yarattıkları öz dille gerçek kimliğini kazandığı bir gerçektir. Çünkü dilini tanıyan, duygusunu, düşüncesini, yaratıcı gücünü, anlatımını, mantığını, çağdaş dünyadaki yerini, her şeyini tanıyacaktır. Dil devrimi, bir toplumun yaratıcılığını ortadan kaldırmaya yönelik baskılara baş kaldırmadır. Atatürk’e göre halk, yeniliklerin yaratıcısı olmalı, bu yaratıcı gücüyle çağdaş dünyadaki yerini bulmalıdır. Bu bağlamda Atatürk, dilsel gelişimi, ulusal bilinç kazanmanın kültürel tabanı saymıştır. Diliyle kişiliğini bulmamış toplumların sığıntı duygusu içinde kimlik bunalımlarına girdikleri biliniyor. Atatürk’ün her alandaki bağımsızlık, özgürlük, uygarlık kavramlarıyla anlatmak istediği, toplumların başka kültürlerle iletişim içinde kendi öz dillerini geliştirmesi, karşılıklı olarak, birbirlerini üstün görücü ya da alçaltıcı bir duygu yaşamamasıdır. Türk Dil Kurumu (1932) bu gerekçenin ürünüdür. Atatürk’ün dile ne denli önem verdiğini hemen her vesileyle anılan şu sözlerinden çıkarabiliriz: “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusluk duygusunun gelişmesinden başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin.” Türk toplumunun bunda büyük başarı göstereceğini belirtmek için de, kazanılan bağımsızlık savaşını anımsatarak, “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Dilin boyunduruk altında olması, düşüncenin de bağımsız olmadığı anlamına gelir. Atatürk’ün vurgulamak istediği dil bağımsızlığı, yalnızca düşünceyi özgür kılmayacak, yazı dili ile konuşma dili arasındaki uçurumu da kapatacak, böylece toplumsal iletişim kurulacaktır. Türkçe, bilim ve kültür dili olma yolunda gelişme göstererek bir düşünce dili düzeyine ulaşacaktır. Bu amacın gerçekleştirilmesinde de toplumsal bir dayanışmaya gidilmiştir. Türk Dil Kurumu’nda, derleme, tarama, türetme çalışmaları başlatarak Türk dilinin temellerine inilmeye çalışılmıştır. Kurumun öncülüğünde köy kent demeden, başta öğretmenler olmak üzere halk ağzından derlemeler yapılmıştır. 11. yüzyılda Kaşgarlı Muhmut’un oba oba gezip halkın dil varlığını devşirmesi gibi Dil Kurumu da sözcük(atasözü, deyim, mecazlı kullanımlar…) derleme işini toplumun her kesimine yaymış, halkın ağzından halkın dilini, Halk Ağzından Derleme Sözlüğü’nde bir araya getirmiştir. Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılında 13. ciltlik bu yapıt, Cumhuriyet döneminin en önemli çalışması olarak değerlendirilmiştir.
Dili, zekaları bilgiyle ışıtıp donatmanın aracı sayan Leibniz (1656–1717), Latincenin egemenliğine karşın İncil’i Alman halk diline çeviren Luther’in başarısını söz konusu ederken, O’nun halklın diline bakarak konuştuğunu belirtir. Gerçekten, Luther, kasaplarla, bahçıvanlarla konuşmuş, Almancanın geniş anlatım olanaklarını onların dilinde bulmuştur.
Türkiye’de yapılan da budur. Atatürk, halkın kendi varlığından kopararak yarattığı kültür birikimlerine önce dille başlamıştır. Halk ağzından derlenen bu sözcüklerin çoğunun yüzyıllar önce Türkçe’de canlı biçimde kullanıldığı görülmüştür. Dil devrimiyle, 600 yıllık Arap ve Fars baskısı ortadan kaldırılarak dilin öz kaynaklarına inilmiştir. Eskiden olduğu gibi, artık Arapça ve Farsça sözcüklere karşılık olabilecek Türkçe sözcükler aranmıyor, Türkçe, kaynağından ürüyor. Dili bağımsız kılmanın en önemli aşaması bu derleme çalışmaları olmuştur. Bir yandan da, yazma eserlerdeki sözcükler taranarak, bunlara ne gibi Türkçe karşılıklar kullanıldığı saptanmıştır. 8 ciltlik Tarama Sözlüğü de bu çalışmanın ürünüdür. Çağdaş gereksinimleri karşılama yönünden ise bu kaynaklara dayanılarak türetme çalışmaları başlatılmıştır. Bugün, Öz Türkçe Sözlük, neredeyse genel sözlüğün oylumuna varacak. Ozanların, yazarların, çevirmenlerin, felsefecilerin, genç bilim adamlarının diline baktığımızda, dilimizin geniş anlatı olanakları kazandığını görebiliriz. Türk kültür varlığını simgeleyen sanatçılar, yazarlar, bilim adamları başka dillerin kültürleriyle değil, kendi öz dillerinin birikimiyle düşünüyorlar, duyuyorlar. Gerçek anlamda kültürel ulusallaşma budur.
Bu olumlu gelişmelere karşın, Cumhuriyet tarihi içinde en çok dil devrimi saldırıya uğramıştır. Yeniliğe, çağdaşlığa ayak uyduramayanlar, her fırsatta öz Türkçe’ye karşı çıktılar. Ama bu kültürel akışın önünü kimse alamadı. Ellerine fırsat geçtiğinde öz Türkçe’yi yasaklayan, bugün devletin en yüksek kademesinde bulunanlar, bugün, yasakladıkları sözcüklerle sesleniyorlar halka, özellikle de gençlere… Atatürk’ün, Türkiye’nin geleceğini güvenle onlara bıraktığı gençler ise, Batı dillerine özenip dillerini bozanların dışında, analarının ak sütü gibi, tertemiz bir Türkçe’yle konuşuyorlar.
Halkçılık, hangi alanda olursa olsun, halkı üretici durumuna getirmek demektir. Atatürk’ün halkçılığını bu bağlamda düşünmek gerekir. Meşrutiyet döneminde, Türklüğü araştırma amacına yönelik olarak kurulan Türk Ocakları’nın sonradan Halkevleri’ne (1932) dönüştürülmesinin özünde, halkı kendi içinde üretici kılmak ve kültürel birikimlere onun katılımını sağlamak amacı güdülmüştür. Türk Ocakları’nın halk kesimleriyle bağlantısı sınırlıydı. Daha çok uzmanlık konularının ele alındığı bir yerdi Türk Ocakları. Halkevleri ise kısa sürede yayılmış, kendi içinde kültür üretirken bir yandan da üretilen kültürün yayıcısı olmuştur. Birçok Avrupa ülkesinde etkinlik gösteren kültür merkezlerinin yerini Türkiye’de Halkevleri tutuyordu.
Acaba, Halkevleri, kurulduğu yıllardaki üretkenliğiyle bugünlere ulaştırılsaydı, halk çocuklarından oluşan orkestralar yarattıkları düzeyli sanat ürünleriyle Türkiye’nin ya da Avrupa’nın merkezlerinde konserler vermezler miydi, oyunlar oynamazlar mıydı, sergiler açmazlar mıydı?: Halkevleri, halkı üretici kılarak, sanatsal ve bilimsel yaratıcılığın kaynağı olarak düşünülmüştür. Kısa sürede de bu amaç gerçekleşmiştir. Ülkenin bakanları, milletvekilleri daha oturacak masa sandalye bulamazken, Ankara’da Devlet Konservatuar, Devlet Opera ve Balesi, Devler Tiyatrosu kurulmuş, halkı yaratıcı kılan kurumlaşmaya gitmenin yolları aranmıştır. Üniversitelere sağlanan bilimsel özerklikle birleştirilirse, toplumda düşüncenin nasıl bağımsız kılındığı anlaşılır. Atatürk’ün zamanında temeli atılan, ölümünden iki yıl sonra kurulan Köy Enstitüleri ise kentli-köylü, varsıl- yoksul demeden ülkenin çocuklarına eğitim eşitliği sağlamıştır. Bunlar, hep bir bilgi toplumu yaratmanın devrimci çabalarıdır.
Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla yaptığı konuşmada, Atatürk, başlattığı devrimlerin anlamını bir kez daha dile getirmek gereksinimi duymuştur: Yurdu dünyanın en gelişmiş ülkeleri düzeyine çıkarmak, müreffeh bir Türkiye yaratmak, ulusal kültürü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak… Türk insanının çalışkanlığını, zekâsını vurgulayan Atatürk, sözlerini “Türklüğün unutulmuş uygar niteliği ve büyük yeteneği, bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır!” diye tamamlamaktadır. Atatürk’ün kullandığı her sözcük, yaratmak istediği bilgi toplumunun ana sütunlarını oluşturuyor.
Atatürk, Söylev’ine başlarken, “manzara-i umumiye” diye çizdiği o batık ülkeden, on dört yıl içinde, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır. İsmet İnönü’nün belirttiği gibi, vatan, Atatürk’e “minnet” borçludur. Türk ulusu büyük çoğunluğuyla bu minnet duygusunu, yüreğinde Atatürkçü inanca ve coşkuya dönüştürmüş; O’nun onuruna layık demokrasiyi kurmuştur. Türk ulusunu bu yoldan döndürecek, O’nu Atatürk inancından saptıracak hiçbir güç düşünülemez. Ancak, O’nun, ulusal bilincin ve kültürel varlığın kaçınılmaz iki kurumu olarak, kendi kişisel tasarruflarıyla desteklediği Türk Tarih ve Türk Dil Kurumu’nu, hukuk kurallarını çiğneyerek kapatanlar, tarihin yüzüne nasıl bakacaklar? Halkevleri gibi, sanattan, yazından yoksun bırakılmış halka yaratıcı gücünü yaşatma olanağı sağlayan kurumları yok edenlerin devrim tarihi karşısında alınları açık olacak mı? Günümüzde, ulusal eğitimi paralıların tekeline sokanlar, eğitim eşitliğini bilgi toplumunun temel ilkesi sayan Atatürk’e o bilinçle yetişmiş Atatürkçü kuşaklara nasıl yanıt vereceklerdir? Yüzyıllarca yoksul bırakılmış bir halkın çocuklarına ilk kez eğitim olanağı sağlayan Köy Enstitüleri’ni kapatıp o kaynağı laikliğin tam karşıtı dinsel eğitime yönelterek çağdışı ve Atatürk düşmanı kuşaklar yetiştirenler, Atatürk’ün özgür kılmak istediği vicdanlarının sesini ne zaman duyacaklardır?
Cumhuriyetin 85. yılında, yaşlı genç demeden O’nun devrimlerine sahip çıkmak ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmakla kalmayıp onun da üstüne çıkmayı amaçlamak, bütün Cumhuriyet kuşaklarının namus borcu olmalıdır. Türkiye’de neredeyse her kuruluş kendi üniversitesini açıp, kendine gerekli adam yetiştirme programı uyguluyor. Gittikçe çemberi daralan eğitim koşullarının. Halk çocuklarından uzak tutulması, ileride çözümü zor durumlar yaratacaktır. Atatürkçülüğün temel ilkesi, sınıf ayrımı gözetmeden, eşitlikçi eğitimi egemen kılmaktı. Eğitimde bu ilkeye uyulmadığı için, Atatürk gençliğinin tüm özelliklerini taşıması gereken halk çocukları, onları aldatanların oyununa gelip, Atatürk’e düşman kesiliyorlar. Bir çıkar uğruna, kendilerini çağın nimetlerinden, ulusal ve kültürel bilinçten, bilimsel özerklikten, kişi olarak dünyadaki varlık nedenlerinden yoksun bırakan gençler, bir gün, yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada da çağdaşlık yolundan başka bir yol olmadığını, bu yolu da Atatürk’ün, ulusu için çok erken uygulamaya soktuğunu anlayacaklardır. Babaların, annelerin, öğretmenlerin, öbür büyüklerin gençler üzerinde etkili olmaları doğaldır; gene de hiçbir genç, bilincini, özerkliğini, insan olma hakkını kimsenin çıkarına hizmet edecek yolda kullanmamalıdır. Bitki bitkiliğiyle, zaman zamanlığıyla kendi varlığını yaşarken, insanoğlu nasıl olur da birilerinin yönlendirmesiyle kendini tutucu düşüncelere kaptırıp çağdışı kalmayı yeğler?
*https://issuu.com/azizm/docs/edergikasim2008