Din ve Psikiyatri*
“Tanrılar tarafından yaratılmış olmaktan ziyade, rahatımız için tanrıları yarattığımız son derece açıktır, üstelik filozofların yazının icadından beri dikkat çektiği üzere onları kendi suretimizde yaratmış bulunuyoruz.”
Irwin Yalom, Din ve Psikiyatri (Merkez Kitaplar, 2006)
Deniz kenarında oturmuş bir şeyler içiyordum. Etrafı seyrederken gözüme tek başına yürüyen biri takıldı. Türbanlı bir bayan… Son zamanlarda, tesettür elbiseleri, şıklıkları ve özellikle günümüzde artan kendilerine güvenleriyle sokakta daha farklı yürüyen türbanlı bayanlar beni zaten şaşırtırken bu sefer daha da farklı olduğunu düşündüm bu durumun. Sıkmabaş, boynunu kapatan bir triko, sıkıca düğmelenmiş bir ceketle alıştığımız tarzının yanı sıra bir de etek vardı üstünde. Öyle uzun yerlere kadar da değil. Bileklerinden neredeyse iki karış kadar yukarıda bitiyordu ve açık topuklu ayakkabılarıyla hiçte zorlanmadan yürüyordu. Düşündüm de iyi ki de saçlarını bizden saklıyor; ama yine de o etek ve topuklu ayakkabıları beni biraz şaşırttı. Bir saç telini bile görmek biz erkekleri cinsel açıdan etkilerken, onun vücudunun bir parçasını hala görüyordum. Hem de son moda, çok şık bir çift ayakkabıyla. İyi ki bu tip şeylere zaafı olan insanlardan değilim; keza günaha girmek işten bile değildi! Yürümeye devam etti ve gözden kayboldu. Ben de biramdan bir yudum daha aldım ve düşünmeye devam ettim.
İnsanlar inançları gereği başlarını örterken hayatlarının geri kalanı hakkında ne düşünüyorlar acaba? Sayılarında gözle görünür bir biçimde büyük bir artış olan inançlı(!) insanlar, tesettür içine girip, kendilerini sokağa atarken acaba her şeyi tanrıları ve inançları için mi yapıyorlar? Düzenlenen türban defileleri, bir ibadet mi? Yoksa amaçları: kapitalizmin, cebini parayla doldurmak isteyen insanlara büyük lütfü olan moda ve tüketim çılgınlığından yararlanmak mı? Erkeklerin gözleri önünden kaçmak isteyen bu insanlar yaptıkları onca makyaj ve batının modasına uygun kıyafetlerle kimin gözüne girmeye çalışıyorlar? Başlarını örterek destekledikleri ve ekmeklerine yağ sürdükleri insanlar sayesinde, onlar da günümüz yaşantısından hiçte uzak kalmıyorlar artık. İnternetin son modası feysbukta bile rakı sofrasına oturan türbanlı arkadaşları görmek mümkün oldu. Başörtüsüyle gelen saadet; alış-veriş merkezlerinin kendi adına kapatılıp binlerce lira harcamaktan, makyaja; lükslerle dolu bir hayattan, yapılan yeni iş anlaşmalarına kadar birçok yerde boy gösteriyor.
Peki, inancı sömüren bu düşünce yeni bir sistem mi, yoksa insanlar dini çıkarları için daha önce de kullanmışlar mı? Laiklik kendiliğinden mi ortaya çıkmış, yoksa eşit bir toplum düzeninin en önemli gereksinimlerinden birisi mi?
Tabi ki de inançları ya da dini sorgulamak bana düşmez. Binlerce yıllık insanlık birikiminin geldiği noktayı inkâr edemeyiz. Hele ki dinin bir ihtiyaç olduğunu, insan ruhunun bir şeye inanmaya gereksinimi olduğu gerçeğini bilirken. Sevmek, âşık olmak, nefret etmek gibi inanmakta insana ait bir duygu. İnsanoğlunun kendisine bir çıkış noktası yaratmak için geliştirdiği bir düşünce sistemi. Kendi hayatımız dışında ki belirsizlikler, doğa olaylarında ki bilgisizliğimiz, çaresizliklerimiz, kayıplarımız ve özellikle de ölüm insanlığın inanç ve din yaratma içgüdüsünün en büyük tetikleyicilerinden olmuştur.
İnancımızı yaşamak en doğal hakkımızdır elbette. Belki de zorluklara karşı ayakta durmamızı sağlayan en güçlü destektir. Varoluşumuzu bir nedene oturtmak, cennet için yaşamak, doğruluk için savaşmak ya da üstüninsana ulaşmaya çalışmak. Elbette ben de herkes gibi bu duygularla yaşıyorum. Benim de bize sunulan tanrıyı inkâr edip kendi yarattığım(etraftan, inandığım düşüncelerden çekip çıkarttığım) tanrıya inanmam, bu dünya düzeninden, açlıktan, savaştan, şiddetten, haksızlıktan bıktığım ve eşit bir yaşam hayal ettiğim düşüncelerimi dengelemek için ve de kendime devam etme gücü aramamdandır.
Duygu ve düşüncelerimizin farkında olmak, neyi neden yaptığımızı, hangi düşüncemizi ne için yarattığımızı bilmek her zaman yaşantımızı daha da kolaylaştıran bir düşünce yapısıdır. Bizi daha kolay ve rahat bir hayata ulaştırdığı gibi; bu düşünce yapısı ayrıca hatalarımızı görmemizi, kendimizi ve çevremizi sorgulamamızı ve doğruya biraz daha yaklaşmamızı sağlar. Nietzsche’nin özbilinç kavramıyla bize anlatmaya çalıştığı şeylerde olduğu gibi. Ne yazık ki hala yaşantımızda kendi farkındalığımızı yaratmaktan çok uzağız. Ezbere yaşıyoruz sanki. Kendimizi karanlığa gömüp bunu bir özgürlük olarak değerlendiriyoruz. Alkol kullanmayıp, insanları sömüren yeni fabrikalar açıyoruz. Sadece para kazanmak için yaşarken, hepimizi insan olarak yaratan tanrının artık bazılarımızı ayak, bazılarımızı baş olarak yarattığını düşünüyoruz ve sırtından para kazandığımız o ayakları dövüp yerlerde sürüklüyoruz. İnancımızla övünüp, vakitlice yazıp çizip 14 yaşında ki kızlara tecavüz ediyoruz. Peki, tanrı bizi izlediği yerde hakkımızda ne düşünüyor acaba? Amerika’da oturup hocaefendilik yapar görünürken aklımızdan geçenleri bilmiyor mu gerçekten? Banka hesaplarımızın ne kadar dolu, çocuklarımızın cepleri ne kadar şişkin bilmiyor mu sanki? Kapalı başlarımızın içi, sakallarımızın ardı ne kadar ahlaksız fark etmiyor mu?