Geyik ve Aslan*
Sarı ekin tarlalarının dalgalandığı bir orta Anadolu kentinde öğretmenlik yaparken, karayağız, “eren” yüzlü kimi arkadaşlarımın bir yerlere gittiklerine tanık olurdum. Ağustosun kızgın sıcağında nereye giderlerdi bu deniz bilmez, dinlence (tatil) bilmez arkadaşlarım? Sonra sonra, Hacıbektaş’a gidip orada şenliklere katıldıklarını öğrendim.
Çocukluğumda bir yağmur duasına çıkmıştık. Dualarla, ezgilerle, Hastek’in kale derler, oraya gitmiştik. Kalenin önünden ırmak akıyordu. Irmağın kıyısına kazanlar kuruldu. Koçlar kesildi. Ocak ocak ekmekler pişirildi. Hep birlikte oturduk sofranın başına. Çoluk çocuk doyasıya yedik içtik. Hacıbektaş adı da hep bir halk şenliği yaratır kafamda. Bir sofranın başına oturup, lokma paylaşan bir halk. “Eren” yüzlü, karayağız arkadaşlarımı da hep bir sofra başında görürdüm Hacıbektaş’a gittiklerinde. Bir gün onlara katılıp gitmeyi de düşünürdüm. Sonunda gerçekleşti bu özlem.
Daha otobüse binerken değişti her şey. Hemen herkesin elinde bir gazete vardı. Piyangolu, renkli türden değildi bu gazeteler. Kargaşanın yerini sessizlik almıştı otobüste. Herkes okuyordu. Belki ilk kez, okumanın erdemini yaşıyordum bu insanlarda. On beş yaşlarında bir çocuk omzuma vurdu. Elimdeki gazeteyi istiyordu. Erken fırlamış evden, gazete alma olanağı bulamamıştı. “Gazeteyi okumadan edemem” diyordu. Ellerinde demir paslarının, motor yağlarının izi vardı. Demir ve yağ kokuyordu. Göz bile gezdirmeden verdim gazeteyi. Sonra babası okudu.
Yanımdaki sırada, birçoğunu toprağa kattığımız devrimci gençlerden biri, bir kitaba dalmıştı. Yol boyu başını kaldırmadı kitaptan. Düşünsel bir yapıt olduğu satırlardan belliydi. Kitabın yüzüne bir kâğıt geçirmişti. Adı ne bilemedim. Sormadım da. Niye kâğıt geçirdiğini de sormadım. Öyle ya, biri çıkıp, “Niye okuyorsun böyle kitapları!” demez miydi? Sonra tanıdım okuyan arkadaşı. Hacıbektaş’ın yaşamını, devrimciliğini, çağdaşlığını konu alan deneme yarışmasında ikinci olmuştu Emin Gök. Cafer Gök’ün yiğitoğlu. Hacıbektaş’ta soluk kesen bir konuşma da yaptı. Düzeni anlattı. Düşünsel bağnazlığa değindi.
Hacı Bektaş Veli’nin çağdaş boyutlarda ele alınmasının zorunlu olduğunu söyledi.
Yanında yöresinde sarı ekin tarlalarının dalgalandığı yolları aşa aşa indik Hacıbektaş’a. Koskoca bir resimle, yüreğe işleyen bir söz karşıladı bizi. Adam boyu harflerle yazmışlar Hacı Bektaş Veli’nin sözünü: Her ne arar isen kendin de ara. Sokrat’ın mı, Aristo’nun mu söylediği bu söz, bir Anadolu yeşermesi. Tam Anadolu mantığıyla söylenmiş. Onlar, kendini bil yada kendini tanı diyorlar. Bireye büyük sorumluluk yükler bu söz. Bireyin, bireyliğinin ayrımında olmasını gerektirir. Düşüncenin çağdaşlaşmasında önemli bir aşamadır bu sözün vurguladığı öğreti. Anadolu sarı sıcağının ‘her ne arar isen kendinde ara’ya dönüştürdüğü bu ahlak ilkesini düşünsel yaklaşım saymak gerekir. Bir de, bu sözde Anadolu hoşgörüsünün mantığı yatıyor. Ama bugünkü kapkaç düzenine ne denli yabancı bu söz. Kötülükler, insanın kendinden gelmiyor bu çağda, başkasından geliyor, düzenden geliyor. Umulmadık, yürekten gelen bir özeleştiri ortamında yaşatıveriyor. Ne ki, kötülük üretenlerin düşman gözleriyle karşılaşınca Hacı Bektaş’ın erenliği, veliliği, bilgeliği daha da işliyor insanın içine.
Öte yandan, büyük bir panoda Hacı Bektaş’ın resmi. Sağ koluna geyiği almış, sol eli de aslanın üstünde. Geyikle aslan, insanı ulaştırmak istediğimiz bir barış dünyasını simgeliyor. Geyik, ne körpe bir ettir aslan için! Biri, yaşamını onu bulmak yolunda biçimlemiş. Öteki ondan kaçtığı, ondan uzak kaldığı sürece mutlu. Ama Hacı Bektaş’ın kucağında birer kuzu her ikisi de. Biri uysal, biri yırtıcı iki yaban hayvanını aynı ortamda uzlaştıran Hacı Bektaş, barış özlemi duyulan dünyamıza çok şey söylüyor. Dostluk, barış yaratır. Hacı Bektaş’ın düşünsel varlığı buna yönelik. Oysa tarihimiz bunun tersi örneklerle dolu. Siyasal görüş ayrılıkları büyük boşluklar koymuş toplumlararasına. Etnik ayrılıklar, dinsel ayrılıklar Anadolu birliğinin kurulmasını hep engellemiştir. Alevi-Sünni ayrımı, bugünün solcu-sağcı, köktendinci-laik ayrımı gibi işlenmiş bir zamanlar. Kuşkusuz büyük çıkar sağlayanlar her zaman olmuş bundan. Oysa bunlar bugün değerini yitirmiştir. Çelişki, ürettiklerine yabancılaşanlarla üretim araçlarını sömürüye dönüştürenler arasındadır. Buna karşın, dinsel ayrılıklar ne boyutlara ulaştırılmıştır! Çocukluğumda, nenem bana kızardı. Başlardı kargışa (bedduaya)! Önce “Moskof’un dölü” derdi. Yüreği soğumasa buna “keşiş”i de eklerdi. Daha da soğumasa, “Kızılbaş’ın dölü” derdi. Kızılbaş denenlerle aynı köyde yaşanırdı. Ya da Kızılbaş dedikleri, on-on beş dakika ötedeki köylerde yaşarlardı. En azından yaşam biçimlerinde, üretimlerinde ortaklık lar var dı. Kim, insanları düşman kılıyordu böyle birbirlerine?
Halk arasında Bektaşiler “pis” tanıtılır. “Mumsöndü” diye bir geleneklerinden ötürü kınanırlar. Bizi gül kokulu yataklarda yatırdılar. Başımızın altına çiçek işlemeli yastıklar koydular. Hacı Bektaş’ın türbesini gezdik. Sanki türbe değil, gelin odası. Ölümün, insan varlığı karşısındaki güçsüzlüğünü bu türbede yaşıyor insan. “Mumsöndü” diye aşağılanan gösteriler aslında dinsel bir tören. Bektaşilikte “semah” deniyor bu törene. Mevlevilerin dönüşleri gibi bir şey. Ancak, çok daha renkli, çok daha hareketli. Kadın-erkek bir arada. Müziğin, deyişlerin etkisiyle birbirine karışan insanların dönüşünü görüyorsunuz. Birbirlerinin aralarından geçerek dönenlerden hiçbiri öbürüne değmiyor. Herkes kendi çemberinde dönüyor, sonra topluca büyük bir çember de yaratılıyor. Sanki insan, bedeninden çıkıp insanlaşıyor, dostlaşıyor, yani gerçek anlamda insan oluyor. Bir bakıma, beden’in düşünce’ye dönüşümü gerçekleşiyor. Örneğini Batı’dan alıp bir şey anlamadığımız balenin tüm gösterileri bu törenlerde. Ne ki, bu düşünsel kendinden geçişe “mum söndü” deyip çıkmışlar işin içinden. Oysa bizim sanatımızın gerçek kaynaklarını buralarda aramak gerek. Ayrıca, “mum söndü” bir ahlaksızlığı gösteriyor, oysa Müslümanlığa kesin ahlak kuralları koyan akım, Bektaşiliktir. “Eline, beline, diline…” derken elle, belle, dille yapılan bütün kötü lükleri önlemeye çalışır. Erdemli insanda elini, belini, dilini denetime sokmayı başaran insandır.
Tüm Bektaşi şiiri bir öğüt şiiridir ve Bektaşiliğin ahlak ilkelerini yayar. Gösteride söylenen deyişler bunu bir kez daha kanıtladı. Özellikle tutkulara bağlanmanın, gözü dünya malında olmanın boşluğunu anlatıyor bu şiirler.
Aslında Bektaşi şiiri, düşündüren, kişiyi başka bir dünyaya, başka bir ortama götüren şiirdir. Duygu, sevgi, düşünce üretime dönüşmüştür bu şiirlerde. Şiir, inancın bir aracı olmuştur. Ayrıca, ozanlar, bakıyorsunuz, dünün sorunlarından bugünün sorunlarına geçiyorlar. Şiir, dün olduğu gibi, bugün de halkı uyandırmanın, bilinçlendirmenin bir aracı oluyor. Bu nedenle kimi yöneticilerin elleri, ozanların ensesinde. Çevrede, nerdeyse Hacıbektaş halkı oranında güvenlik kuvveti var. Kimi sanatçıları sahneye çıkarmadılar. Üç gün, sürekli bir gerilim içinde yaşadı kasaba halkı. Oysa herkesin, devletin, hükümetlerin, güvenlik kuvvetlerinin, aydınların, düşünürlerin desteklemesi gerek Hacıbektaşlıları. Onlar taşa toprağa, turistik güzelliklere sahip çıkmıyorlar, bir düşünceyi, Anadolu’da yeşermiş bir insanlık düşüncesini yeniden yeşertmeye çalışıyorlar. İnsan orada “halk” olmanın, kendi düşünce değerlerini yaşamanın bilincine eriyor. Türk kültürünün nereden kaynaklandığını anlıyor, nasıl bir başlangıçla kültürümüzü temellendirmemiz gerektiğini düşünüyor. Hacıbektaş, düşünen ve oraya gidenleri düşündüren bir yer. Her yandan ezgiler geliyor kulağa. Hepsi, insana insanlığını duyuran ezgiler. Ali Yüce’nin deyimiyle şunu hep yaşıyorsunuz Hacıbektaş’ta:
Hacı Bektaş Veli’miz Türkçe söyler dilimiz Bin olusar birimiz Halkız elhamdülillah
Türkçe söylemek, bir iken bin olmak, hele, hele de “halk” olmak ne gü zel şey! İnsan bunların güzelliğini, bunların coşkusunu yaşıyor Hacıbektaş’ta. Geyik ile aslanın, yaşam ile gerçek’in, duygu ile türkünün dostluğunu yaşıyorsunuz. Barışın, düşmanlığı ezdiğine tanık oluyorsunuz. En başta siz, kendiniz, düşmanlıklardan, kinlerden arındığınıza inanıyorsunuz. Kendinizde neler aramanız gerektiğini düşünüyorsunuz. “Halkız elhamdülillah” diyorsunuz.
Yaşayan bir dostla kucaklaşır gibi kucaklaştım Hacı Bektaş Veli’yle, ayrılırken de kucaklaştım ayrıldım, onu, sarı ekin tarlalarının dalgalandığı Anadolu yaylalarına bırakarak, “Odur erenler çiçeği” diyerek…