Güz Sancısı*
Kalbimi dağlayan bir acıyla yaşadım nicedir. Dudaklarımı titretircesine yaktı söyleyebildiklerimi, söyleyemediklerimin acısı. Uzağında şarkılar yazdım sana. Duyuracaktım her birini, koparıp bir kuşun kanadını, gelmek istedim sana. Hüzün oldu kavuşmanın da, ayrılığın da hasreti bana. Ayrılmak bile hasretti çünkü insanoğluna, her ayrılışın sonunda, koskoca bir vuslat vardı evvela…
Ne zaman başka bir şehre gitsem, saçlarımın dibinde ağırlaşan bir rüzgârdı yokluğun. Belki uzun zaman anlayamadım neden bu kadar hızlı aklaştı saçlarım, neden bitmek bilmedi başka şehirlerde yaşadığım dayanılmaz sancılarım. Sevgiler ne zaman bu kadar büyüdü yüreğimizde, ne zaman tek korkumuz oldu bir sabah uyandığımızda farklı oluşu her şeyin, bunları bile düşünmüyorum şimdi. Nasıl da onlarca ay geçirmişken gözbebeklerinde, bir damla yaşla ellerine düştüğüm tek bir andan korkar oldum günlerce.
Aylardan Ekim… Sonbahar, hiç bu kadar güzel düşmedi yeryüzüne. Soğuk, hiç bu kadar yakışmadı içimizin en derininde sinsice saklanan kederlerimize. Hiçbir mevsime bu kadar bağlanmaz hüzün. Ayrılıklar bir bir çoğalır, tekrar kavuşturmak için sevgilileri. Ekim öylesine sessiz durur köşesinde. Sarartır tüm yaprakları, söyler türküsünü sevgililer üzerine. Her sene aynı geçer sanarken, daha başındayken, biliyorum hayatımda hiçbir Ekim, bu kadar güzel geçmeyecek… Güzelliklerini çoktan unuttuğumuz kadınlar vardı, bir de hüzünler… Ekim, hatırlatmak içindi bunları şüphesiz, her mevsimin bir anlamı olduğu gibi, Ekim de hüzün ayıydı. Hüzünse, kadındı, her kadında dağlar kadar vardı…
Devrimin, ekmeğin, emeğin mevsimindeyiz, aşkın eşiğindeyiz şimdi. Tüm kışlarımız, kardelenlere ayakta durabilmeyi anlatmak adınaydı, bildik. Belki öğretemedik, belki biz hiç öğrenemedik; ama yine de toprağın altında kalmayı göze aldık bizimle gelenler uğruna. Bu ay, onların ayıdır…
Aylardan Ekim… İçimdeki çocuk acıyla kıvranmakta, kadınlar kimsesiz, çocuklar aç, erkekler savaşta hala. Sona geldikçe, başa çeviren bir çark bu, hiç değişmeyecek bir kitap. Ülkemin kadınları karanlıkta hala, söyleyemediklerimizden belki, belki de kendimiz bile duyamayacak kadar bağırdığımızdan. İsterdim aynı olsun kaygıları tüm kadınların, oysa benim kalemim aşkla yazarken, kırık kalemleri diğer kadınların…
Aylardan Ekim… Başladı ve bitti tüm heveslerim…
Bu ay, Ekim’in tarihine yakışır davranmak istedim ve sizinle, “Feminist Kitaplık” yazarlarından Emma Goldman-“Dansedemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir”den birkaç alıntıyı, katıldığım ve katılmadığım kısımlarıyla paylaşıyorum. Yorumlarınızı bekliyorum…
***Evlilikle aşkın ortak paydası yoktur, ikisi birbirlerine kutuplar kadar uzaktır; aslında, birbirlerine taban tabana zıt olgulardır. Hiç kuşkusuz, bazı evlilikler aşkın meyvesidir. Yine de bunun sebebi, aşkın kendisini sadece evlilikte göstermesi değil, toplumun benimsediği gelenekten tamamen kendini kurtarabilecek durumda olmamasıdır.
Evlilik, alelade her kıza, neredeyse daha emekleme çağından itibaren en büyük hedef olarak gösterilmiştir; dolayısıyla kızların bütün eğitimi, öğrenimi, bu sonuca yönelik bir hazırlık antrenmanı gibi işlev görür. Kurbanlığın semirtilmesi gibi, o da buna hazırlanmıştır. Söylemesi tuhaf ama genç kızın kendisinin eş ve anne olarak ne işe yarayacağından ziyade, erkeğin ne iş yaptığına dair bilgi sahibi olmasına izin verilir. İffetli bir kızın evlilik ilişkisi hakkında bir şey bilmesi, ahlaksızca ve pis bir şeydir. Sırf bu yüzden, saygınlığın tutarsızlığı adına, pis olan bir şeyi en saf ve en kutsal sözleşmeye döndürmek için, kimsenin sorgulamaya ve eleştirmeye cüret edemediği evlilik yeminine ihtiyaç duyulmaktadır.
Müstakbel eş ve anne, rekabet alanındaki yegâne ilişkiye(cinsel) ilişkin olarak tam bir cehalet içinde tutulur. Dolayısıyla, bir erkekle ömür boyu sürecek ilişkiye; en doğal ve sağlıklı içgüdüsü olan cinsellik konusunda kendisini donuk ve haksızlığa uğramış bir ruh haline sürükleyecek bir konumda, o konuda hiçbir söz hakkı tanınmadan bir şekilde girmiş olur. Kesin bir dille söyleyebiliriz ki, evliliklerde gözlenen mutsuzluk, sefillik, üzüntü ve fiziksel acılar, aslında büyük ölçüde cinsel konulardaki –sanki bir marifetmiş gibi övülen-istismarlardan ileri gelir.
Kızlara aşılanan ahlak dersi, erkeğin kadının aşkını uyandırması değil de, daha çok “Kazancının ne kadar olduğu”dur. Pratikteki Amerikan hayatının önemli ve tek tanrısı: Erkek hayatını kazanabiliyor mu? Bir eşe bakabilir mi? Bu, evliliği meşru kılan tek ölçüdür. Bu ölçü, usul usul kızın bütün düşüncelerine işler; kızın düşü, ayışığı ve öpücükler, kahkaha ve gözyaşı değildir; kız, alışveriş gezilerini ve pazar tezgâhlarını hayal eder. Bu ruh sefaleti ve paragözlülük, evlilik kurumunun özüdür… ***