Jim Sheridan Sinemasında Daniel Day Lewis – Onur Keşaplı

Jim Sheridan Sinemasında Daniel Day-Lewis* 

1957 Londra doğumlu, Oscar’lı oyuncu Daniel Day-Lewis, birçok otoriteye göre tüm zamanların en iyi oyuncularından biri olarak gösterilmektedir. Sanatçı bir ailenin biraz hırçın çocuğu olan Day-Lewis sıkı bir tiyatro eğitimiyle birlikte büyük bir oyuncuya dönüşmüştür. Bu iki özelliğini O’nun çıkış filminde görebilmekteyiz. Stephen Frears’ın ünlü filmi Benim Güzel Çamaşırhanem de ırkçı fakat eşcinsel eğilimleri olan bir İngiliz rolünü, yönetmen O’na, yeterince sert olmadığı için vermediğinde cevap olarak yönetmene yazdığı mektupta “Bu rolü bana vermezsen senin bacaklarını kırarım!” diyerek almayı başarmıştır. Sonuçta bu filmdeki rolüyle Daniel Day-Lewis ilk ciddi çıkışını yapmıştır. İngiltere’nin De Niro’su olarak tabir edilen Day-Lewis tam anlamıyla bir karakter oyuncusudur. Irkçı ve eşcinsel rolüne büründükten sonra Day-Lewis, Çek yazar Milan Kundera’nın romanı Varolmanın Dayabılmaz Hafifliği’nin uyarlamasında çapkın ve hayatın ciddiliğini pek umursamayan doktor rolünden, Oscar ödülünü aldığı film olan ve sadece sol ayağını oynatabilen yazar rolünde oynadığı My Left Foot filmine kadar birbirinden tümüyle bağlantısız  karakterlere bürünmüştür. Tabi büyük gişe yapan iki tarihi filmde önce The Last of the Mohicans’da beyazlar tarafından büyütülen bir cesur ve onurlu Kızılderili rolünde oynayıp sonrasında yaşayan en büyük yönetmenlerden Martin Scorcese’nin Gangs of New York’unda acımasız Kasap Bill rolünü unutulmazlar arasına sokmayı başarmıştır. Ve elbette son olarak There Will be Blood filmiyle ikinci Oscar’ını almayı başarmıştır başarılı oyuncu.

Birbirinden farklı bunca karaktere başarıyla hayat vermeyi başarmış Day- Lewis’in belki de en akılda kalıcı oyunculukları, İrlanda-İngiltere sorunlarının anlatıldığı In the Name of the Father ve The Boxer filmlerindekiler olmuştur. Bu iki film birbirinin devamı değildir fakat karakter oyunculuğunda kusursuz Day- Lewis, bu iki filmde adeta bir “kişiliğe” dönüşmüştür. İki filmde de İrlanda sinemasının en önemli yönetmenlerinden Jim Sheridan’la çalışan Day-Lewis, kariyerinin doruk noktalarına hep aynı ismin yönetmenliğinde ulaşmıştır. En iyi erkek oyuncu dalında Oscar aldığı film olan My left Foot’un yönetmeni de Jim Sheridan’dır. Birçok eleştirmene göre en iyi performansı olan In the name of the Father filmindeki rolüyle de aynı ödüle aday gösterilmiştir. Aynı şekilde Sheridan da kariyerindeki zirve noktalarını Day-Lewis’i başrole yerleştirdiği filmlerde yakalamıştır. En iyi yönetmen Oscar’ına My Left Foot ve In the Name of the Father filmleriyle iki kez aday gösterilmiştir Sheridan.

IN THE NAME OF THE FATHER

Özet: Babası Giuseppe’nin tüm endişelerine rağmen Belfast’lı Garry bütün hayatı içmek, sarhoş olmak ve eğlenmek üzerine kuruludur. IRA’yla başının belaya girmesi üzerine babası O’nu İngiltere’ye gönderir. Ancak yanlış zamanda yanlış yerde bulunan Garry masum olmasına rağmen terörist saldırıda bulunmaktan dolayı tutuklanır, suçunu itiraf etmeye zorlanır ve  sonunda  da ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Kendisiyle aynı kaderi paylaşan babası Guiseppe ile birlikte demir parmaklıkların ardında Garry yavaş yavaş her şeyin göründüğünden faklı olduğunu keşfetmeye başlar. Kendini işine adamış hırslı  bir   avukatın   yardımıyla   masumiyetini   ispatlamak,   babasının   adını temize çıkarmak ve tüm zamanların en utanç verici hukuki uygulamalarından birinin arkasındaki gerçekleri açığa çıkarmak için ölümüne mücadeleye girişir. Film 1974 yılında İngiltere Guildford’daki barın IRA tarafından bombalanmasıyla birlikte suçsuz oldukları halde İngilizler tarafından hapse atılan ve Guilford Dörtlüsü olarak anılan başta Garry Conlon olmak üzere 4 masum insanın 1989 yılında serbest kalmalarını anlatan gerçek olayları aktaran bir yapıttır.

Filmde Daniel Day-Lewis’i ilk kez bir evin çatısında hırsızlık yaparken görüyoruz. İngiliz askerleri tarafından keskin nişancıya benzetilince ortaya çıkan kovalamacada İrlandalılar İngiliz askerlerine bağımsızlık mücadeleleri amacıyla saldırırken Day-Lewis’in canlandığı Garry karakteri oldukça umursamaz bir hal sergilemektedir. Olayın ciddiyetinden uzak olduğu yüz mimiklerinden konuşma tarzından belli olmaktadır. Ayrıca babasıyla ilk karşılaştıkları ve IRA’nın gazabından babası sayesinde kurtulduğu sahneden sonra ikilinin yürürken konuşmaları ikilinin hiç iyi anlaşamadığını izleyiciye daha ilk konuşmadan yansıtılmaktadır. Garry’nin bu kadar ciddi bir durumdan sonra babasının önünden umursamazca yürümesi ve seçtiği ters cümlelerdeki yaptığı tonlamalar bu durumun hissedilmesine katkıda bulunmaktadır. Bir sonraki sahnede babası O’nu İngiltere’ye uğurlamak üzere gemiye doğru götürürken ilk sahnedeki gibi ikilinin yürürkenki halini görürüz. Baba oğluna bir şeyler anlatmaktadır fakat Garry pek de oralı değildir. Bu durumu en net gemiye binmeden önce baba- oğlun son konuşmasında görürüz. Oğlunu sıkkın bir şekilde uğurlayan baba son öğütlerini verirken Garry umursamazlıktan da öte alaycı bir ifadeyle O’nu  dinler, ya da en azından öyle gözükür. Daniel Day-Lewis özellikle gözleriyle Garry Conlon’un babasıyla hiç de iyi anlaşabilen bir baba-oğul olmadıklarını izleyiciye ustaca gösterir. Konuşma sırasında gözleri bir oraya bir diğer tarafa sürekli hareket etmektedir. Londra’ya vapurdaki arkadaşıyla birlikte indiğinde kendi  ağzından  duyduğumuza  göre  aradığı  tek  şey  aşk  ve  esrardır. Hippi topluluklarının arasına giren Garry yaşamdaki hiçbir konuyu umursamayan son derece ciddiyetsiz halini teyzenin evinde de sergilemeye devam eder. Belfast’taki bombalama eylemlerinin Londra’ya taşınmış olması Garry Conlon’un umurunda değildir. Babası telefonda bombaları sorarken Garry ukala bir tavırla sadece sesleri duyduğunu söylemektedir.

Suçlandıkları bombalamanın olduğu gecede Garry aslında bir fahişenin evini soymakla meşguldür. Sonrasında aldığı yeni hippi kıyafetleriyle baba evine geri döner ve fondaki zamanın hippi ruhunu yansıtan şarkılarıyla beraber savaş ve yıkımın hüküm sürdüğü Belfast sokaklarına oldukça aykırı durmaktadır. Tavırlarıyla ise hayatın sadece eğlence olduğunu düşünen bir insan portresi çizmektedir. Bu durum televizyonda Guildford bombalamasını duyduğunda ve hippi giysili insanların tutuklandığını gördüğünce biraz değişmeye  başlar.  Daniel Day-Lewis’in yüzünde filmin başından beri olmadığı kadar ciddi bir ifade vardır. O’nu ve arkadaşını sevmeyen birinin ihbarı yüzünden uykusunda basıldığında Garry Conlon’un yüzünde donuk bir şaşkınlık vardır. Bu sıradan gibi gözüken uykuda baskın sahnesinde Daniel Day Lewis çoğu oyuncunun yapacağı üzere bir anda şaşırıp bağırıp çağıran bir oyunculuk yerine uykusunun çok büyük ve ani bir gürültüyle bölünmesi sonucu uyandığında olup bitenlerin gerçek mi hayal mi olduğunu daha kavramamanın verdiği donuk-şaşkın ifadeyi kullanmıştır. Bu ifade İngiliz özel timinin aracına bindirilene kadar sürer. Durumun gerçekliğinin farkına uyku sersemliğiyle varamayan birinin yavaş yavaş uyanması ve tepkilerinin normalleşmesi bu karelerde görülür.

İlk sorgu sahnesinde önce Garry Conlon karakterinin yorgun düştüğünü fakat sonunda olup bitenlerin farkında olduğunu görürüz. Uzun süren sessizlik ve karşılıklı bakışmalar sırasında Daniel Day Lewis karakterinin umursamazlığı ve şımarıklığının yavaş yavaş beliren panik ve endişeyle nasıl iç içe  geçtiğini ustaca  aktarır.  Gözleri  durumun  ciddiyetinin  farkına  varıp  birazda  korkuyla bakarken ağzı yine alaycı ve ukala tavrını korumaktadır. Fakat bu kareden bir anda başlayan işkence sahneleriyle birlikte oyuncunun karakteri nasıl bir anda bambaşka bir boyuta götürdüğünü görüyoruz. İşkence sahnelerinde acı dolu ifadeleri abartısızdır ve gerçek hissini izleye verir fakat burada asıl etkileyici olan şey Garry Conlon’un süratli değişimidir. Artık yüzünde umursamazlığı yansıtacak hiçbir belirti kalmamıştır ve yerini ses tonu ve bakışlarıyla çok iyi yansıttığı zavallılık almıştır. Çaresizlik, bakışlarına ve vücudunun odadaki psikolojik baskıyla ezilmiş olmasına ve özellikle ses tonuna fazlasıyla yansımıştır. Garry Conlon şaşkınlığını daha üzerinden atamadan maruz kaldığı bu fiziksel ve psikolojik baskı altında yavaş yavaş sesini dahi çıkaramayacak hale gelmiştir ve sonunda filmin başlarında gördüğümüz karakterin asla yapamayacağını düşündüğümüz ağlama noktasına ulaşmıştır. Sonrasında arkadaşının kendisi gibi maruz kaldığı işkenceler sonrasında O’nun suçlu olduğu yalanını söylemesini duyduğunda yüzündeki perişan olmuşluk ve tüm bu olup bitenlere inanamama çok net okunmaktadır. İzleyici bile Daniel Day-Lewis’in oyunculuğunda adeta Garry Conlon’la özleşleşmiştir ve olup bitenlerin süratine ve yanlışlığına akıl erdiremeyip yıkılmaktadır. Hatta yer yer Garry’e atılan tokatların acısını izleyici dahi hissedebilmektedir. Tüm bu sorgu  sahnesinde belki oyunculuğun doruk noktası omuzları çökmüş, ağlamaktan yüzü tümüyle değişmiş Garry’nin ajanlardan biri kulağına babasını öldüreceğini fısıldadığındaki ani ve sert değişimidir. Biranda adamın üstüne atlayıp sonrasında zorlukla zapt edilen Garry bağırarak ağlamakta ve çaresizlik yanında korkuyla sarsılmaktadır. Bu kadar umursamaz ve eğlence düşkünü bir karakterin aniden maruz kaldığı bu son derece gerçek ve ağır durum Garry’i pes ettirecek noktaya getirmiştir.

Hapishaneye geldiğinde aynı korkaklığı ve çaresizliği bu sefer yürüyüşünde ve vücut dilini kullanışında görürüz. Omuzlarının düşük olması, hafif kambur durması hapishane ortamında nasıl sindirildiğini belirtmektedir. Sonrasında babasının da oraya getirildiğini duyup gördüğünde Garry buna inanamaz.  Sadece göz hizasındaki bir aralıktan babasını görebilen Garry korkuyla ve ona bir şey yapmamaları konusunda bağırmaktadır. Daniel Day-Lewis tüm bu duyguları seyirciye sadece gözlerinin göründüğü bir açıdan vermiştir. Adeta gözleri oynamıştır. Sonraki çekim ise belki filmin ve Daniel Day-Lewis’in oyunculuk açısından en etkileyici performansına sahne olmuştur. Baba-oğlun birbirleriyle konuşmalarına izin verilmiştir küçük bir odada. Bu duruma hiç inanamayan Garry babasının ilk sorduğu sorunun bu işi gerçekten yapıp yapmadığını öğrenmek üzere sorulduğunu duyunca sinirlenir fakat asıl patlamasını babasının ve teyzesinin de aynı saldırıdan dolayı suçlandıklarını ve buraya gönderildiklerini duyunca yaşar. Daniel Day-Lewis oynadığı karakterin tüm geçmişini ve babasıyla olan ilişkisini birkaç dakikada sesini, yüzünü ve bedenini tümüyle kullanarak inanılmaz bir beceriyle seyirciye aktarır. Kelimenin tam anlamıyla döktüren oyuncu babasına olan öfkesini çocukluğundaki ilk anılarından itibaren hararetle anlatmaya başlar. O kadar öfkelidir ki başlarda izleyici de tıpkı babası Giuseppe gibi neyden bahsettiğini anlayamadığımızdan şaşkına döneriz. Fakat başına gelen bu akıl almaz ağırlıktaki olayın yaşattığı şok etkisi ve baskısı babasına olan öfkesiyle birlikte sonunda çaresizliği ve sindirilmişliği bırakıp açığa çıkar. Bunu Daniel Day-Lewis kusursuz bir tonlamayla ve saniye saniye kabarıp tüm bedeni saran bir isyanla canlandırır. Bu olaydaki çaresizliği, uğradığı büyük haksızlık ve kendini ifade edememe, geçmişinde benzeri duyguları kendisine yaşatan babasının varlığında ortaya dökülmüştür. Bu bir anlamda içini boşaltma-arınma sekansından sonra Garry o sürekli nefret ettiğini söylediği, filmin başlarında umursamadığı, adeta dalga geçtiği ve son karede iğrenir gibi davranışlarda bulunduğu babasına bir oğul gibi sarılır ve omzunda ağlamaya başlar. Bu karakteri ve babasına olan duygularını net bir şekilde ortaya koyma anlamındaki son derece önemli sahneyi Daniel Day-Lewis adeta tek başına sırtlamış ve büyük oyunculuğunu Garry Conlon’un karakterinde muazzam bir şekilde sergilemiştir. Sonraki karede baba-oğlun ailenin diğer fertleriyle konuşmalarına izin verilen bir yerde Garry’nin aileyi bu işe bulaştırdığı için ne kadar üzgün ve öfkeli olduğunu görürüz. Zorla imzalattırdıkları ifadede babasının da adı vardır ve annesi bu konuda oğluna kızmaktadır. Sonuçta dava günü gelir ve Garry’nin bu süreçte belki de tümüyle yalan ve iftira olan bu sözde suçtan ceza almadan kurtulmaya olan inancından dolayı başlardaki karakterine geri dönüşler görürüz. Mahkeme salonunda gülme krizleri ve çeşitli oyunlar sonucunda Daniel Day Lewis yine umursamaz ve gerçeklerden uzak karakteri geri getirir. Mahkemede konuşma sırası kendine geldiğinde ise son derece rahat ve ukala tavırlarla kendini savunmaya çalıştığını görürüz. O gece bir fahişeyi soyduğu ortaya çıktığında ise adeta yaramaz bir çocuğun pekte pişman olmayan üzgün ifadesi gibi bir mimikle görürüz Garry’i. Duruşmaya ara verildiğinde filmin başlarında gördüğümüz baba-oğul diyaloglarını hatırlatan bir sahne vardır Garry ve Giuseppe arasında. Babasına oğluna neden bu kadar umursamaz ve alaycı olduğunu sorduğunda Garry O’nu dinlemez bile. Fakat son konuşmalar yapıldığında ve karar anı esnasında Garry Conlon biranda ciddiyete bürünmüş ve başına gelebilecekleri tahmin edebilen  bir hal almıştır. Suçlu oldukları söylendiğinde tıpkı ani bir baskınla yakalandığında olduğu gibi inanılmaz olan şokun etkisiyle Garry adeta donup kalmıştır.

En büyük suçluların kaldığı hapishaneye babasıyla birlikte gönderilen Garry bu ortamda yine ezilmenin ve korkunun verdiği sindirilmişlik hissini yaşar. Fakat bu karamsar ortamda bile hippi ruhuna sadık kalmayı sağlayabilecek bir grup arkadaş edinir. Eğlenceye, umursamazlığa tekrar kavuşan Garry yine babasıyla tartışır. Babası dua ederken ve umudunu sıcak tutmaya çalışırken Garry uyuşturucunun da etkisiyle kahkahalarla gülmeye başlar. Babasıyla tartıştıktan sonra O’nun ısrarları sayesinde bir daha uyuşturucu kullanmayacağına dair söz verir fakat bu sözü verirken bile ukala mimikleri izlenilmektedir. Karamsarlığı üstünden atıp kurtuluş umudunu sildiğinde orayı benimsemeye çalışır  fakat diğer suçlulardan korktuklarından odalarından çıkamazlar. Bu sırada Guilford olayının asıl sorumlusu IRA(İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) lideri hapishaneye gelip onların aksine herkesin içinde yemek yemesi ve kavga çıkartan İngilizlere aynı güçle karşılık vermesi Garry’i etkiler ve içinde tuttuğu hatta bir süredir unutmaya başladığı öfkesini tekrar hissetmesini sağlar. Garry teröriste yardım ederek kavgaya girer. Bu karelerde Daniel Day-Lewis karakterindeki mücadele etme isteğinin, öfkenin ve başına gelenlere karşı nefretinin su yüzüne çıkmasını yakın plan çekimlerde özellikle gözleriyle seyirciye ustaca yansıtır. Hapishane sahnelerinde çeşitli duyguları bu kadar ustaca hissettirmesi belki de oyuncunun role hazırlanışıyla ilgilidir. Daniel Day-Lewis daha çocukken ilk tiyatro deneyiminde bir siyah çocuğu oynayacağını duyduğunda tüm vücudu siyaha boyamış bir oyuncudur. Metot oyuculuk kişiliğine daha ilk oyununda farkında olmadan işlemiştir. Daniel Day-Lewis bu filmdeki karakterine hazırlanmak içinde birkaç ayını gerçek hapishane ortamında suçlularla geçirmiştir. Hapishane havasını gerçekten koklaması ve o şartlarda yaşamış olması oyuncunun filmdeki hapishane sahnelerindeki ifadelerini seyircinin gözünde gerçek kılmasına neden olmuştur.

IRA liderinin hapishaneye gelmesi ve mücadelenin sadece kanlı ve sert bir şekilde olabileceği konusunda Garry’nin beynini yıkaması Giuseppe’yi  rahatsız eder. Ama Giuseppe’yi asıl rahatsız eden bir teröristin onlara yardım etmekten bahsetmesidir. Bu konuda Garry’le tartışırlar ve ikisi de kendi mücadele yöntemlerini uygulamaya karar verirler. Bu sırada başgardiyan Barker’la mücadele etmeleri gerektiğini söyleyen IRA lideri bu konuda öncelikle İngiliz mahkûmları kontrol altına almayı planlarlar. Garry’de arkasına alarak en güçlü İngiliz mahkûmu ailesini öldürmekte tehdit eder. Daniel Day-Lewis özellikle Garry’nin IRA liderinin adamın ailesini öldürmekten bahsederkenki dehşete düşüp şaşkına dönmüş halini son derece başarılı yüz mimikleriyle çok iyi yansıtır. Barker’a karşı verilen mücadelede bir süreliğine hücrelerinden gardiyanları atan mahkûmlar Conlon ailesinin özgürlüğüyle ilgili mesajlar yazıp duvarlara astıklarında zaten yalanları ortaya çıkma tehlikesi gören İngiliz polislerinin operasyonu tarafından sert bir şekilde bastırılırlar. Bu olaydan sonra Conlon’ların davasını üstelenecek olan cesur avukat bayan hapishaneyi kontrole gelen heyetle birlikte orada bulunur. Gelenin hem bir kadın hem de avukat olması ayrıca özellikle Guiseppe’yi sorması ve ilgilenmek istemesi Garry’i şaşırtır ve rahatsız eder. Aynı zamanda meraklanmasını sağlar. Daniel Day- Lewis bu kısa sahnede bu üç duyguyu da yüzüne yansıtmayı başarmıştır. Bakışlarındaki duygular sonraki karede avukatla görüşen Garry’nin tüm hareketlerine yansımıştır. Sigarayı yakışı, dumanı içine çekişi Daniel Day- Lewis’in nesneleri de karakterini bir parçası haline getirip o anki duyguyu yansıtmada ne denli ustaca kullandığını gösterir. Çünkü Garry burada sigarasıyla adeta avukata gözdağı vermektedir. Babasına boş yere özgürlük umudu vermemesini söyler. Fakat karşılığında babasını O’nun kendine olan inançsızlığının öldürüyor olduğunu duyduğunda öfkesi daha da artmış bir  şekilde hücresine geri döner. Bu sırada IRA lideri Joe, Barker’ın işini bitirmek için plan yapar ve O’nu film izleme sırasında yakar. Bu görüntüde Garry inanılmaz bir nefret hisseder Joe’ya karşı. O’nun yöntemini tam da o an kesinlikle terk ettiğini Daniel Day-Lewis gözü yaş ve nefret dolu bakışlarla ifade ettiğini görürüz. Gözlerinde ve konuşmasının tonlamasında yapılan şeye karşı hissettiği nefreti seyirci bariz bir şekilde hisseder. Ve Garry bu olaydan sonra gözyaşları içinde gitgide sağlığı bozulan babasının yanına gelir. Bu durum ve Garry yansıttığı tavır artık mücadelede babasının yanında olmaya başlayacağı izlenimini uyandırır. Zaten bir sonraki sahnede Garry kampanyaları için mektuplar yazmakla uğraşan babasının yanına gidip elini O’nun omzuna koyar. Yüzünde belki de Türkçe adı Babam İçin olan bu yapıtta baba sevgisi duygu yüklü bir ifadeyle bu karede görünür. Garry babasına kampanya için yardım edeceğini söyler. Avukatın her şeyi O’na anlatması fikrini de eline ses kayıt cihazı aldığında kabul eder. Sonraki sahnede filmin başından beri sıklıkla gördüğümüz baba-oğul diyaloglarından birini daha görürüz. Tek bir farkla: Garry   bırakın   babasını   dinlemeyi   konuşmadaki   keyifli   sohbeti   de bizzat yürütmektedir. Babasıyla ilk defa keyifle ve mutlulukla konuştuğu bu sahnede Daniel Day Lewis artık karakterini bambaşka boyutlara taşımıştır. Artık O’nca mücadeleden sonra Garry Conlon son derece iyimser, ilgili, mücadeleci ve sevgi dolu biri haline gelmiştir. Filmin başlarını hatırladığımızda Daniel Day-Lewis’in oyunculuktaki başarısını bir kez daha görürüz. Bu konuşma sahnesinde babası O’na her gün düşlerinde annesiyle olduğunu anlattığında ve yakında öleceğini söylediğinde umursamazlığı hayatını mahveden mahkemede bile görülen Garry adeta sarsılmış bir haldedir. Babasını umursadığı belli olmaktadır. Sonraki sahnede yatağında sakince sigarasını tüttüren Garry babasından nefes sesi gelmediğini duyar ve nasıl olduğunu sorar. Cevap alamayınca panikle Giuseppe’ye bakmaya gider ve babasının nefes alamadığını görür. Panikle yardım ister babasını yatağından kaldırır. Odasında beklerken babasının öldüğünü öğrenir. Ve tüm hapishane Giuseppe için pencerelerinden kâğıtlar yakarak adeta bir cenaze töreni düzenlerler. Garry bunu camdan izler. Daniel Day-Lewis, Stanislavski’nin oyunculuk kuramında bahsettiği gibi geçmişinden bir anı yakalayarak karakterine katması gerektiğinde bu duygu yüklü sahnelerde pek zorlanmamış olsa gerek. Çünkü bir tiyatro oyunu sonrasında çocukluğunda babasını elini tutarken kaybetmiş biridir Daniel Day-Lewis. Babasının ölüşünü görmek gibi acı bir deneyimi küçük yaşta yaşayan oyuncu, bu sahnede babasını kaybeden Garry’nin paniğini, telaşını ve büyük üzüntüsünü bu sebepten dolayı seyirciye son derece gerçekçi bir şekilde yansıtmıştır. Ve yine tıpkı kendisi gibi oynadığı karakter Garry de babasıyla daha çok vakit geçirebilmiş olamamanın üzüntüsün yaşamaktadır. Daniel Day-Lewis ileri oyunculuk tekniklerini bu karelerde o ünlü metot oyunculuğuyla birleştirmiştir.

Babasını kaybettikten sonra Garry ve kendilerine sahip çıkan avukatın da desteğiyle babasının başlattığı mücadeleyi büyük bir güç ve istekle sürdürmeye başlar. Burada hücrede öyle bir sahne vardır ki Daniel Day Lewis kendi dış sesinden hapishane hayatını ve özlediği babasını anlatır. Bu sırada son derece donuk adeta hipnoza uğramış bakışlarla duvara bakar. Ve saniye saniye çıldırmaya başlar. Yıllardır haksız yere hapis yatmanın verdiği dayanılmaz acı Garry’nin vücudundan artık çıkmaktadır. Bu patlama anındaki çılgınlığı Daniel Day-Lewis’in son derece inandırıcı bir şekilde oynamasında oyuncunun önce de belirttiğim gibi bu film için aylarını hapishanede geçirmiş olmasının payı büyüktür. Bu sırada ele geçen yeni kanıtlar dava nihayet tekrar görüşülmek  üzere mahkemeye gelir. Davasına ve özellikle babasının mücadelesine sahip çıkan Garry Conlon ilk davadaki şımarık, umursamaz tavırlarından tümüyle arınmış adeta bambaşka bir insana bürünmüş bir şekilde oradadır. Çok ciddidir ve savaşmaya gelmiştir. Duruşma sırasında yer yer nefreti zor zapt eden bir görüntüyle yer yer ise alaycı bir gülümsemeyle duygularını ifade etmektedir.

Tam 15 yıl sonra haklılığı açıklandığında, özgür kaldığında salondaki sıraların kapaklarında yürüyerek ön kapıdan çıkmaktadır. Bu karelerde Daniel Day Lewis’in vücudunu sert ve keskin hareketlerle kullanması, mücadelesinden zaferle ayrılmış birinin adeta güç gösterisi gibidir. Yüzündeki sert, güçlü ve sağlam ifade dışarı çıkıp kameralara o unutulmaz sözleri söylediğinde de devam etmiştir. Yüzündeki heyecan, mutluluk, öfke gibi duyguların hepsi Daniel Day- Lewis’in sesini, vücudunu, gözlerini ve mimiklerini ustaca kullanması sayesinde bir arada görülebilmektedir. Tıpkı gerçekte Garry Conlon’un değişimi gibi  filmin başında olduğundan tümüyle farklı birine dönüşmeyi başarmıştır. ,Kendi geçmişini ve oyunculuk yeteneğini büyük oyunculuk yöntemleriyle birleştiren Daniel Day-Lewis, Jim Sheridan’ın bu ünlü filminde sinema tarihinin en başarılı performanslarından birini çıkartmıştır.

THE BOXER

Özet: Filmde gençliğinde parlak bir boksörken IRA bağlantısı olduğu anlaşılan ve bu yüzden İngiliz hapishanelerinde 14 yıl yatan Danny Boy Flynn’in tekrar ringlere dönmesini ve ardı ardına aldığı galibiyetlerle kuşatma altındaki Belfast kentine ve kendine umut aşılamasını izliyoruz. Hapisten çıktığında aslında tek istediği şey huzur olan Danny, çocukluk aşkını gördüğünde bu aradığı duygulara yaklaştığını hisseder. Fakat yaşadıkları toplumdaki tabular onların  ortak hislerine izin vermez ve hayatlarına mal olabilecek bir mücadeleye başlarlar. Sheridan-Day-Lewis ortaklığının üçüncü halkası olan The Boxer güçlü dramatik yapısı ve IRA-İngiltere mücadelesinin hayatı güçleştirdiği Belfast’tı anlatımıyla son derece başarılı bir filmdir. Ayrıca Jim Sheridan’ın bu yapıma hazırlanırken Scorcese’nin De Niro’yla olan işbirliğinin önemli parçalarından olan Raging Bull filmini defalarca izlemesi de ilginç bir detaydır. Zira Daniel Day-Lewis otoriteler tarafından İngiltere’nin De Niro’su olarak tanıtılmaktadır.

Filmin açılışında In the Name of the Father’da olduğu gibi Daniel Day-Lewis’in oynadığı karakteri uzaktan görüyoruz. Boksör Danny Flynn hapishanenin avlusunda yumruklarını sallayarak idman yapmaktadır. 14 yıl sonra serbest bırakıldığı gün yüzündeki sert ifadede hiçbir değişim olmaması ve gardiyanın “14 yıl sana yetmedi mi?” sorusu izleyiciye Danny’nin haksız yere 14 yıl hapiste kalmadığını hissettirmektedir. Sadece binadan çıktığında bir gülümseme vardır fakat bu gülüş gözlerindeki sert ifadenin altında ezilmektedir. In the name of the Father’ın sonunda 15 yıl hapis yatıp çıkan Garry’i oynayan Day-Lewis burada daha filmin başında 14 yıllık hapis hayatından kurtulmaktadır. İki filmin sonu ve başı itibariyle bu kadar benzerlik taşıması ilginçtir. İzleyiciye Sheridan-Day Lewis -IRA olaylarının devam ettiği hissi uyandırmaktadır.

Danny sert ve ifadesiz bakışlarla yemeğini yiyip evsizler barınağına gittiğinde eski antrenörü olduğunu öğrendiğimiz dostuyla karşılaşır fakat yıllar sonra gördüğü bu tanıdık yüz bile ifadesini pek değiştirmemiştir. Bunun nedenlerinden birinin kendisine uğruna hapis yattığı IRA’nın sahip çıkmamasıdır. Ertesi sabah eski dostuyla kahvaltı yaparlarken Danny’nin genel hatlarıyla yüzünde o filmin başından beri gördüğümüz sert imaj durmaktadır fakat gözlerinde sertlik yerini sıcaklığa bırakmaktadır. Daniel Day-Lewis’in gözlerini ne kadar etkili kullanabildiğini gösteren karelerden biridir burası. Sahnenin devamında Danny şehirdeki büyük bir patlamayla kafede bulunan herkes gibi sıçrar. Daniel Day- Lewis tüm vücudunu ve yüzünü bu zorlu karede inanılmaz bir yetenekle kullanmıştır. Gerçekte ne gördüğü ne duyduğu ne de hissettiği patlamanın olduğu karedeki sıçrayışı ve yüzündeki panik ifadesi o kadar gerçekçidir ki bir insan aynı şartlarda ancak bu kadar sarsılabilir. Sonrasında takındığı ifadedeyse olaya lanet okumanın da ötesinde öfke ve korku görülür. IRA liderlerinin bulunduğu apartmandaki dairesine gittiğinde ise orada tanıdığı militanlarla karşılaşır. Soğuk bakışlarla adeta onları kendinden uzak tutar. Daha sonra eski spor salonunun olduğu yere gittiğinde yine sadece gözleri ve kaşlarıyla konuşan Danny’nin ne kadar hüzünlü olduğunu görürüz. Daniel Day-Lewis bu karelerde az diyalog çok ifade tarzında bir yöntemle karakterine hayat verir ve izleyiciye O’nu tanıtmaya başlar. 14 yıldır görmediği eski sevgilisi Danny hapisteyken başkasıyla evlenmiştir ve “mahkûm eşi” sıfatıyla hiçbir erkeğin O’na yaklaşabilmesi olanaklı değildir. Danny O’nla karşılaştığında sadece gözleri değil tüm yüzü gülmektedir. Bir anlamda karşısındaki insanı yanında isteyip istemediğini sadece gözlerine bakarak anlamaktadır izleyici.

Danny Flynn, eski aşkıyla kafede oturduğu sahnede Daniel  Day-Lewis karakterin neden donuk olduğunu, neden az konuştuğunu etkileyici bir şekilde aktarır seyirciye. 14 yılın ilk dönemini, aşkını görmeyi beklemekle geçirdiğini sonrasında duyabildiği tek sesin kendi sesi olduğunu ve daha sonra kendi sesinin bile insana yabancı geldiğini tek gerçek dostunun bu donuk sessizlik olduğunu söyleyen Danny, mimikleriyle ve bakışlarıyla adeta o zorlu yılların özerini yansıtmıştır. İlk boks karşılaşmasında geldiğinde ise gerek ringdeki hareketleri olsun gerek attığı-yediği yumruklar olsun gerekse o sahnelere kadar  gördüğümüz  idman  sahneleri  olsun  Daniel  Day-Lewis  gerçek  bir   boksörü andırır. Burada oyuncunun ilk tiyatro oyunundaki rolü için kendini siyaha boyamasından itibaren içine işlemiş olan metot oyunculuğun karaktere katkısını görürüz. Jim Sheridan bu filmi yönetmeye hazırlanırken nasıl Scorcese’nin Raging Bull’unu izliyorsa Daniel Day-Lewis de çok uzun bir süre profesyonel boks eğitimi alıp ciddi ciddi maç yapar hale gelmiş. Film için tıpkı Danny gibi gerçek bir boksöre dönüşen Day Lewis, filmin maç sahnelerinde izleyiciye adeta bir spor müsabakası izlettirmektedir.

Danny ve Maggie arasındaki ilişki buluştukları sahnelerde iyice yoğunlaşmaktadır. In the Name of the Father’ı anımsatan yürüyüş esnasındaki çekimlerde Day-Lewis karakterinin mutluluğunu dışa vururken Maggie’ye olan büyük sevgisini zorlukla bastırabilmektedir. Aynı zamanda bu büyük sevgiden dolayı endişe ve korku da hissetmektedir. Bu uzun konuşma sahnesinde büyük oyuncu, ses tonlamasıyla ve özellikle bakışlarıyla tüm bu duyguları başarıyla yansıtır. Sevdiğinden hapse atılarak koparılmış ve O’nsuz uzun bir süre yaşam geçirmiş yaralı fakat güçlü bir karakteri yaratırken Day-Lewis’e Garry Conlon rolüne hazırlanırken yaşadığı hapis hayatı deneyimi oldukça yararlı olmuştur.

Katolik ve Protestanları bir araya getirip IRA’nın bölge patronu olan Maggie’nin babasının da desteklediği barış görüşmelerine katkıda bulunmak için maç ayarlayan Danny’nin, kazandığı maç sonunda O’nu geçmişte hapse düşüren militanların bombalı saldırı yaptığını anlayınca bir anda yüzü değişir. Zaferini kutlayan  gülücüklerden  sonra  çok  keskin  bir  öfkeyi  ve  nefreti barındıran bakışlara geçer. Bu bakışlar daha sonra Maggie’nin O’na buradan gitmesini söylediğinde tekrar belirir. Bu durumun da aynı militanlar tarafından yaratıldığını bilen Danny ilk defa duygularını sadece gözleriyle değil adeta her şeyiyle aktarır izleyiciye. Sanki 14 yıl biriktirdiği öfke ve acı o sahnede patlamıştır ve Daniel Day-Lewis filmin önceki bölümlerinde sadece gözlerinden okuyabildiğimiz duygularını tüm bedeniyle en uç noktada göstermiştir. Danny Boy burada tükürükler saçarak adeta kükreyerek duygularını ifade etmektedir. Bu sahnenin devamında Maggie’nin söyledikleri ve âşık olduğu kadını 14 yıl sonra öpmesi O’nu biranda tekrar sakinleştirir. Day-Lewis karakterinin bu çok kısa zamanda yükselişini ve düşüşünü son derece başarılı ve her şeyden önemlisi inandırıcı bir şekilde izleyiciye sunmuştur.

Sonrasında Londra’da yaptığı gösteri maçında rakibini yumruklarıyla adeta yerle bir eden Danny daha önce kendisini yeniden yaşıyor gibi hissettirmesini sağladığını söylediği ringde yaptığından ve yapılanlardan tiksinircesine arenayı terk eder. Bakışlarıyla bu duyguyu gerçeğe dönüştüren Day-Lewis Maggie’nin babasına eski çalıştırıcısının ölüm haberini aldıktan sonra gittiğinde yaptığı konuşmada bu sefer sadece gözlerini değil tüm mimiklerini kullanır. Durdurabildiği tek şey gözyaşlarının akması olan Danny buna rağmen takındığı sert ve kararlı ifadeyle IRA patronunu kızına duyduğu sevgi konusunda ikna etmeyi başarır. Son karelerde ise ölüm korkusuyla burun buruna gelen Danny adeta filmin başındaki gibi ifadesiz, donuk bir hale bürünmüştür. Maggie’nin babası sayesinde kendisinin yerine O’nu hapse düşüren militanın öldürüldüğünü gördüğünde ölüme bu kadar yaklaşıp geri dönmenin verdiği şokun etkisiyle yüzünde ifadeye yer kalmaz. Bu sırada Maggie’nin yanında belirmesi Danny’i hayata döndürür. Daniel Day-Lewis bu son karede donuk bir ifadeden yavaş yavaş umut ve mutluluk taşıyan bir ifadeye bürünmüştür ve bunu yine sadece gözleriyle yapmıştır.

Sanatçı bir ailenin çocuğu olduğundan birçok insan Daniel Day-Lewis’in şansı sayesinde oyuncu olduğunu iddia etmektedir. Fakat çok küçük yaşta tiyatroya başlayan ve daha ilk oyununda metot oyunculuğun sinyallerini veren Day-Lewis gerek vücut dili gerekse yüz mimikleri olsun yeteneğiyle tüm zamanların en iyileri arasında yerini almıştır. Bir ırkçıdan özgürlük savaşçısına, masum bir suçludan acımasız bir katile hemen her rolü büyük bir başarıyla canlandıran Day-Lewis karakter oyuncusu olduğunu net bir şekilde göstermektedir. İrlanda’nın adeta sesi haline gelmiş ünlü yönetmen Jim Sheridan’ın sinemasında Day-Lewis, aynı kişilikleri canlandırmasa da sinemada “İrlandalı” dendiğinde  ilk akla gelecek kült karakterlere hayat vermiştir. Özellikle gözlerini çok iyi kullanan oyuncu küçük yaşında farkında olmadan edindiği metot oyuncu tekniğini bu iki filmde de kullanmıştır. “In the Name of the Father”da hapishane yaşamını ve insan psikolojisine yaptıklarını birebir yaşayan oyuncu “the Boxer” filminde de adeta gerçek bir boksöre dönüşmüştür. Zaten en iyi oyuncu dalında Oscar aldığı ve yine Jim Sheridan’la çalıştığı “My Left Foot” filminde tüm çekimler boyunca karakterini gerçekten yaşayan ce sadece sol ayağını oynatan Day-Lewis bu teknikte ne kadar başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Karakterlerine kendi hayatındaki tecrübelerini de katan oyuncu böylece gerçekçi olabilme ve izleyiciye kendini inandırma anlamında çok başarılı olmuştur. Belki de bu yüzden Daniel Day-Lewis’e “İngiltere’nin De Niro’su” diyenler şimdilerde Robert De Niro’ya “Amerika’nın Day-Lewis’i” demeye başlamışlardır.

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2008

Bunu paylaş: