Persepolis’ten Dersler – Onur Keşaplı

Persepolis’ten Dersler* 

Azizm olarak, Mart ayı çalışmalarımızı kadınlara armağan ederken, politik sinemayla ilgili bu köşemizde Marjane Satrapi’nin ödüllü çizgi roman  ve filmi, Persepolis’i incelemenin uygun olacağını düşündük. İran’da şeriat devrimiyle gelen değişimi yaşayan, en başta kadınlara uygulanan baskıları gören ve sonraki yıllarda ülkeyi terk eden Marjane Satrapi çocukluk yıllarından itibaren yaşadıklarını kaleme almıştır Persepolis’te. Çizgi roman ödüllerini toplayan ve çeşitli ülkelerde çok satanlar listelerine giren bu yapıt geçtiğimiz yıl Vincent Parannaud ve elbette Satrapi tarafından beyazperdeye aktarıldı. Cannes Film Festivalinde özel jüri ödülü başta olmak üzere sayısız başarı kazanan bu yapıt tekniği anlamında çizgi roman hissini tıpkı Frank Miller’ın Sin City’si gibi birebir yansıtmıştır izleyiciye. O yüzden belki de Persepolis için sinemaya   uyarlanmış   çizgi   roman   yerine   çizgi   romana   uyarlanmış   film demeliyiz. Persepolis derslerine girmeden önce dilerseniz İran’ın yakın tarihine bir göz atalım.

1900’lü yılların başında İran, Kaçar Hanedanı yönetiminde ekonomik ve siyasal anlamda çöküşün ve bölünmenin eşiğine gelmiştir. Böyle bir ortamda orduda önemli bir mevkide bulunan Rıza Han, ordu içindeki ulusalcıları ve özellikle Kazakları örgütleyerek 1921’de darbe yapar. İki yıl sonra siyasi manevralarla başbakanlığa yükselen Rıza Han, Atatürk’ten ciddi anlamda etkilenen bir liderdir. Bu sebeple İran’da çağdaş bir cumhuriyet kurmak ister ancak başta İngilizler olmak üzere emperyalist güçlerin oyunları ve ülke içinde nüfuz sahibi din adamlarının baskılarıyla monarşiyi değiştiremez. Sonrasında ise kurucu meclis 1926 yılında O’nu “şah” ilan eder. Cumhuriyeti kuramamasına rağmen çağdaş bir ülke olma yolunda İran’da büyük reformlara imza atan Şahın en önemli reformları arasında sanayileşmeyi, demiryollarını ve kadınlara tanınan hakları sayabiliriz. Emperyalist İngiltere’nin ve kuzey komşusu Sovyetler Birliğinin baskılarından çekinen Rıza Şah Pehlevi, denge politikası gütmek isteyerek Avrupa’nın yükselen günü Almanya’yla yakınlaşır. Ancak 2. Dünya Savaşı sonunda Almanların yenilmesiyle bu tercihinin sonuçlarına katlanır. İngiliz birliklerinin İran’ı işgalinden sonra tahtı bırakmak zorunda kalır ve ülkeden sürülür. Yerine geçen oğlu Muhammed Rıza Şah emperyalistlerin tüm isteklerine olumlu yanıt verir ve tahtını sağlama alır. 1951 ise İran tahininde bir başka kırılma noktası olup efsanevi lider Musaddık’ın başbakan olduğu yıldır. Önceki yıllardan başlayan ulusalcı ve halkçı politikalarıyla yükselen Musaddık, başta petrol olmak üzere İran’ın doğal kaynaklarının İran halkına ait olduğunu söyler.    Önderlik    ettiği    Ulusal    Cephe    partisiyle    birlikte    millileştirme çalışmalarına hız verir. Bu, elbette İran petrollerini elinde tutan ünlü İngiliz şirketi BP ve diğer batılıları kaygılandırır. İngilizler başta olmak üzere emperyalist güçler İran’a ambargolar uygulayarak Musaddık’ın arkasındaki halk desteğini kırmak istedilerse de başarılı olamazlar. Bu gelişmeler üzerine iktidarını tehlikede gören Şah, Musaddık’ı görevden almaya kalkar ancak halkın yoğun tepkileri üzerine kendisi ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Bu olaydan kısa bir süre sonra Amerikan gizli servislerinin planladığı ve yürüttüğü bir darbeyle Musaddık yönetimden uzaklaştırılır ve Şah ülkeye geri döner. Vatana ihanet suçundan bir süre hapis yatan Musaddık ölümüne kadar göz hapsinde kalır. Bir daha politikalarını ve imtiyazlarını bozacak liderler görmek istemeyen Emperyalistler ve Şah ülkede baskıcı bir rejim oluştururlar. Şahı her anlamda destekleyen Amerika, CIA desteğiyle İran’da gizli bir teşkilat oluşturur. SAVAK adıyla kurulan bu gizli teşkilat ülkede muhalefeti yok etmekle görevlidir. Sayısız tutuklamalarda, infazlarda ve işkencelerde bu örgütün imzası vardır. Şiddeti git gide artan baskılar, tüm grupları etkisi altına almaya başlar. Ülkedeki solcular başta olmak üzere liberaller ve diğer kesimler zaten Şah yönetime hep muhaliftirler ancak artan baskılar sonucunda imtiyazlarını kaybetmeye başlayan dinciler de artık muhalefette yerlerini almaya başlamışlardır. 1979 yılındaki şeriat devrimine giden süreçte böyle bir atmosfere sahip İran’da Şah’ın kaçmasıyla beraber sokaklara dökülen solcular ve liberaller ertesi yıl bu sefer Molla Hümeyni tarafından baskı altına alınmış ya da öldürülmüştür. İslam Cumhuriyetini kuran Hümeyni ülkeye şeriat yönetimini getirir. Şahla birlikte imtiyazlarını da kaybeden emperyalistler ise yıllar sonra kitle imha silahı kullandı diye idam edecekleri Irak lideri Saddam’ı, tamda o kitle imha silahlarını vererek İran’ın üzerine gönderirler. Sekiz yıl süren ve milyonlarca insanın öldüğü bu savaş İran’ı yıpratsa da şehitlik propagandasını yaparak Humeyni’nin rejimini sağlama almasına yol açmıştır. Ve İran halen şeriatla yönetilmektedir.

Marjane Satrapi, filminde İslam devriminin hemen öncesini ve beraberinde gelişen olayları anlatmaktadır. Sonrasında ise vatanından ayrılmasına sebebiyet veren olayları aktarır izleyiciye. Eserine isim olarak “Persepolis”i seçmesinin sebebi belki o toprakların bir zamanlar dünyanın en ileri medeniyetlerinden birine ev sahibi yapmış olduğunu hatırlatmaktır. Persepolis, milattan önce kurulan ve dönemin gelişmiş imparatorluğu Perslerin başkentidir. Bu yorumumuzla birlikte filmin politik mesajlarına geçebiliriz. Persepolis 90 dakika gibi kısa bir sürede antiemperyalist duruş başta olmak üzere güçlü laik mesajlar da vermektedir. Daha filmin başlarında kızına, yukarıda değindiğimiz İran tarihini kısaca anlatmaya çalışan Marjane’nin babası, Rıza Han’ın ülkenin  başına geldiği dönemden bahsetmektedir. Hacivat Karagöz gölge oyunlarını anımsatan bir teknikle aktarılan bölümde Rıza Han’ın Atatürk gibi modern bir cumhuriyet kurmak istemesi üzerine İngilizlerin “neden tüm güçleri Şah olarak kendinde toplayabilecekken başkan olasın, petrolü bize ver gerisini hallederiz” cevabını görürüz. Antiemperyalist duruş, Marjane’nin Viyana dönüşünde yine babasıyla bir diyalogunda izleriz. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşının  hiçbir sebep olmadan yapıldığını ve batılı emperyalistlerin her iki tarafa da silah yardımında bulunmasıyla bir milyondan fazla kişinin öldüğünü aktaran baba, izleyiciye   batılıların   Ortadoğu   politikasını   bir   kez   daha    göstermektedir.

Yukarıda değindiğimiz şehitlik propagandası filmin bir diğer siyasi görüşünü ortaya koyar. Fazla yoruma yer bırakmayacak kadar açık olan bu  sahneler filmde tekrarlanmaktadır. “Şehitlerimiz namusumuz için öldü” ya da “ahlaksız davranışlar şehitlerin canını acıtır” gibi söylemlerle ülkenin içinde bulunduğu savaş dehşetini iç politikada yerlerini sağlamlaştırmak için kullanmıştır mollalar. Filmin ideolojik temelinde ise Marjane’nin amcası Anuş’u görürüz. Gençliğinde şahın adamlarından kaçarak Sovyetler Birliğine gittiğini gördüğümüz Anuş, orada Marksist-Leninist teoriyi benimseyerek ülkesine döner ve düşüncelerinden dolayı hapse atılır. Ancak filmde yönetmen, bu karakteri, komünist bir anlatım aracından öte Şahı devirmek için mollalarla beraber hareket eden ve  sonrasında %99.99 oyla İslam Devrimine dönüşen olaylardaki yanılgıları temsil eden aydın kesimi yansıtması açısından sunar. Emekçi sınıfın iktidarıyla gelecek özgürlükten bahseden Anuş, şeriatçıların yükselişini geçiş süreci olarak görür. Halkın cahil olduğunu ve özgürlüğünü asla bırakmayacağını düşünen Anuş halkın O’nu asacak yönetime karşı çıkma şansının olmadığını göremez. Çünkü o halk, filmde de Marjane’nin annesinin ağzından duyduğumuz şekilde “Şahtan beter bir yönetim olamayacağına” inanarak gafil avlanmıştır.

Filmin   laik   duruşuna   gelecek   öncelikle   şimdiki   İran   yönetiminin filmi yasaklarken devlet ve İslam düşmanı olarak göstermesini anımsamalıyız. Film, herhangi bir dinin düşmanlığını yapmadığı gibi sadece İslam’ın bağnazlığını aktarmayı seçebilecekken Hıristiyan bağnazlığa da eleştiri göndermeyi esirgememiştir. Marjane’i kaset alırken yakalayan ve yılanı çağrıştırarak şekilde hareket eden iki kara çarşaflı kadının çizimiyle, Viyana’da Hıristiyan okulunda baskıcı davranan rahibelerin çizimi aynıdır. Persepolis’te elbette İran sokaklarında ki bağnaz uygulamalar sıklıkla resmedilmiştir. Artık duymaya alıştığımız İran ahlak polisinin filmde Satrapi tarafından tek tip çizilmesi belki  de yönetimin hedef olarak herkesi tek bir tipe yerleştirme politikasına göndermedir. Ayrıca ülkedeki şeriat uygulamaları filmde net bir şekilde izleyiciye sunulmuştur. Sürekli “başörtünü düzelt” şeklinde uyarılarda bulunan ahlak polisleri, yasaklar sonucunda gizli partiler veren insanların yaşadıkları korkular ve elbette hayatlarını kaybetmeleri, acil hastaların bile ülke dışına çıkmalarına izin verilmemesi ve “Allah isterse düzelir” denmesi, yine yurt dışından İran’a giriş yapanların bavullarında tehlikeli moda dergileri, oyun kartlarının aranması… Persepolis, tüm bu zor koşulları izleyiciyi  bir  saniye olsun sıkmadan izlettirmeyi başarmaktadır. Bu baskılara dayanamayanların İran’ı terk ettiğini gördüğümüz filmde, hasta Tahir amcaya sahte pasaport düzenlemesi için anlaşılan Koşrov’un yaşamı tehlikeye girdiğinde Türkiye’ye kaçtığını oradan İsveç’e geçtiğini duyarız. Belki çok küçük bir detay ama İran’dan ülkemize kaçan solcuların sığınmalarını imkânsız kılan faşist 12 Eylül yönetimini de anmadan geçemedim doğrusu. Ülkemizden İsveç’e kaçan Koşrov gibi bizim aydınlarımızda çeşitli ülkelere kaçmak zorunda kalmışlardır.

Filmin  işlediği  bu  ağır  konulara  rağmen  dinmeyen  bir  temposu  ve  oldukça keyifli bir mizah yönü de vardır. Marjane’nle beraber sanki filmin kendisi de büyümektedir. Bir çocuğun hayal gücüyle başlayan film gitgide ergenliğe ve yetişkinliğe doğru yol alır ancak mizah yönünü asla bırakmaz. Örnek olarak ergenlikteki fiziksel değişimin gösterildiği yeri ve aşk acısıyla beraber bulutlar üstündeki mutluluğun nasıl iğrençleşebildiğini gösterebiliriz. Elbette “eye of the tiger” sekansını, televizyondaki “Terminator” karesini ve kaçak kaset satanların “İstevie Vonder-Jichael Mackson-Iron Maiden” seslenişlerini anımsamadan geçemeyiz. Konularımızdan bir diğeri olan kadın teması olarak baktığımızda ise Persepolis’te, baskıyı daha korkunç boyutlarda görmekteyiz. Devrim sonrası bir anda zorla türbana sokulan saçlar için Marjane’nin öğretmenin söyledikleri herhalde dünyada en çok Türk izleyiciye tanıdık gelmiştir: “Türban özgürlüğü getirir. İffetli bir kadın kendini erkeklerin bakışlarından korur. Kendini teşhir eden cehennemde yanar.” Bu söze verilen en iyi cevaplar Satrapi’nin Persepolis’inde saklıdır. Marjane’nin annesi, saçlarını daha iyi kapatması konusunda kendisini kaba bir dille uyaran polise daha saygılı olması gerektiğini söylediğinde cevap olarak “ne saygısı, ben senin gibileri düzüp atıyorum”u alır. Kapanmasına rağmen sözlü tacizlere maruz kalan kadınlar ayrıca rahatsız edici bakışlara da katlanmaktadırlar. Sevgilisiyle buluşmayı bekleyen Marjane’nin kalçalarına bakan adam gibi benzer bir şekilde okula geç kaldığı için koşan kızı azarlayan ahlak polisleri de vardır. Gerekçeleri ise ilginçtir “koşmamalısın çünkü arka tarafın müstehcen bir şekilde sallanıyor”. Görüldüğü gibi kapanmak sapkınlıklardan korunmak için asla çözüm değildir. Zaten baskılara rağmen “insan”  olmanın   getirdiklerini   engelleyememiştir  yobazlar.  Kızlar   erkekler birbirleriyle hala ilgilenmektedirler. Verilen partilerin hepsi alkollüdür. Hatta cinsel çağrışımların engellenmesi amacıyla derste Boticelli’nin ünlü Venüs’ün Doğuşu adlı eserini sansürlü veren yönetime rağmen Marjane ve kız arkadaşları öğretmenlerinin burnundan cinsel organ çizimi yaparak gülmektedirler. Yönetimin kadınlara bakışı konusunda bir diğer örnek yukarıda da değindiğimiz İran-Irak savaşı sırasında asker toplama yöntemleridir. Genç erkeklere verilen plastik anahtarla şehit olduktan sonra kadınlarla dolu cennete girişin güvencesini veren yönetim aslında dünyada tüm bağnaz ve insanlaşamamış erkek egemenliğin cennet hayalini hatırlatmaktadır. Persepolis’te kadın ve özgürlük kavramlarını temsil eden karakterlerin başında Marjane’nin büyükannesi gelmektedir. Torununa verdiği öğütlerle ve ekrana yansıtıldığı şekliyle baskılara boyun eğmemenin sembolü şeklindedir. Örneğin sırf ilişkilerini rahat yaşamak için evlenen Marjane ve sevgilisinin bir yıl sonra anlaşmazlığa düşmesi sonucunda boşanabilmesi için gücü veren büyükannedir. Arkadaşlarının anlattıkları üzerine dul kadınlara yaklaşımın nasıl olduğunu  öğrenen Marjane’nin korkusunu, kendisinin boşanmanın daha da kötü karşılandığı zamanlarda boşandığını anımsatarak yıkan büyükannedir. Ayrıca kadın bedeninin resmen ayıplandığı kadın olmanın ise ikinci sınıf insan yaklaşımı gördüğü bu rejimde büyükanne küçük Marjane’i bile hayrete düşürecek şekilde diri göğüslere sahiptir çünkü her gün soğuk suya tutmaktadır onları. Kadınlığın direnişi ise filmde bir sembolle daha da güçlendirilmiştir. Bu sembol filmde yer yer görüntü olarak bazense diyaloglarda karşımıza çıkan yasemin çiçeğidir. İlk olarak bu çiçeği komünist olduğu için idama mahkûm edilen ancak bakire birini öldürmek yasak olduğundan önce tecavüze uğrayan Nilüfer’in elbisesinde görürüz. Daha sonra Marjane’nin anlatımıyla büyükannenin sutyenini her çıkarışında göğüslerinden etrafa büyülü bir şekilde dökülen ve güzel kokular salan yaseminleri izleriz. Büyükanne her sabah topladığı yaseminleri güzel kokmak için sutyenine koyduğunu söyler ve aynı diyaloğu filmin sonunda tekrar izleyiciye aktarır yönetmen. Burada yasemin, her türlü baskıya  rağmen kadınların kadın olmaya devam ettiğini, kendini güzel hissetme ve bedenini sevme duygusunun direncini temsil etmektedir. Film, sembolik yaklaşımını, ölüm temasının korkunçluğunu anlatırken de sanatın güzelliklerine ve gücüne başvurarak yapmıştır. Marjane’nin evlerinin yakınında bir bombalama sonrasında ilk defa ölü biri gördüğünde suratının aldığı ifade, ünlü ressam Münch’ün kendinden de ünlü tablosu Çığlık’ı anımsatmaktadır bizlere.

Sonuç olarak gündemden düşmeyen “İran olur muyuz?” sorusuna benim vereceğim yanıt, bizim Türkiye olarak kalacağımızdır. Ancak o Türkiye İran’dan bile beter olabilir. Çünkü İran’da şeriat bir günde tepeden geldiği için halk tarafından benimsenmemiştir ve insanlar en ufak fırsatta yönetimin istemediği şekilde yaşamaktadırlar. Ancak biz de İslamcı anlayış alttan alta yayıldığı için gelecekte bir gün insanlar tek doğrunun şeriat olduğunu düşünebilirler. Filmde Marjane’nin babasının, kızıyla sevgilisi el ele tutuştu diye verilen kırbaç cezasından kurtardıktan sonra söylediklerini, umarım bizler çocuklarımıza söylemek zorunda kalmayız “15 yaşındayken annenle burada ele ele dolaşırdır. Ülke aynı ülke ama şartlar artık farklı”. Marjane Satrapi’nin cesur sanatçı duruşundan çıkaracağımız daha çok ders olduğunu hatırlatarak kitap önerisiyle yazıyı noktalamak istiyorum. Bu konularda filmin aktardıklarının ötesine geçip derse devam etmek isteyenlere Stephen Kinzer’in ünlü kitabı Şahın Bütün Adamları’nı, daha çok yasemin kokusu isteyenlere ise Satrapi’nin ülkemizde ikinci baskısına geçen çizgi roman kitabı Persepolis’i şiddetle tavsiye ediyorum.

 

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2008

Bunu paylaş: