Rilke’ye*
Aziz dostlarım, bu ay ki yazım akrebin kıskacından kurtulmaya çalışırken, yelkovanın kuyruğunda sürüklendiğim zamanın hikâyesi benim için. Melankoli, özlem, uzaklık, yakınlık, yalnızlık, dostluk… Daha neler neler… Var mısınız? Aziz dostlarım ben de varım ama kendi zamanımdayım şuanda ve yokluğumu kendim seçeceğim bu şehri bitirdiğimde…
Sevgili Rilke, isminizi yazarken dahi heyecanlanıyorum. Size bu mektubu yazmadan önce çok düşündüm. Defalarca sadece isminizi yazarak mektubumu yazmaktan vazgeçtim, ama isminizi yazdığım her kâğıt parçasını saklıyorum. Onları her elime aldığım da titrediğimi ve isminizi her kâğıtta farklı bir tonla söylediğimi hissediyorum.
Yüreğim, artık bir yerden başlamalı ve size bir şeyler yazmalıyım diyor. Aslında şu anda yazmıyorum, sizinle konuşuyorum. Karşımdasınız ve sizin suskunluğunuza inat ben hiç durmadan bir şeyler söylüyorum. Durmuyorum, çünkü eğer ben konuşmazsam siz kaybolacaksınız, sizi göremeyeceğim. “Haydi artık” diyorsunuz, “vakit geçiyor” ve ben aslında hiç bir şey söylememiş olduğumu fark ediyorum. Meğer suskun olan benmişim, sessizliği dinleyen siz. Üzerine tek bir satır bile yazılmamış beyaz kâğıtları size gönderdiğimde neler geçti aklınızdan? Benim aklımdan geçen neydi? Belki de tek istediğim ben bir şeyler yazmadan da olsa beni anlayabilmenizdi, yazmak istediğimi ama dile getiremeyişimi görmenizi istedim. Yine önümde duruyor kâğıt. Yine adınızı yazıyorum. Sayfanın sonuna imzamı ekliyorum ve bunu size göndermek için zarfa koyduğuma inanamıyorum. Sımsıkı bastırıyorum zarfın üstüne, sanki yazdıklarımın uçup gitmesinden korkarcasına.
Sabah oluyor, gözlerimi açar açmaz masamdaki zarfa takılıyor gözüm. İçinde, hiçbir şey yazmayan kâğıdın bulunduğu aklıma geliyor. Önemli olan size seslenebilme cesaretini kendimde bulmamdı belkide. Sadece “Rilke’ye” diyerek gönderiyorum. Biliniz size yazmaya devam edeceğim, kelimelerimin suskunluğuna inat.
Rengârenk kalemler aldım kendime sanki her rengin anlamı farklı olacak yazdığım kelime aynı olsa da ve içlerinden size en güzel hitap eden rengi seçeceğim. Sadece o renk ile yazacağım tüm mektuplarımı. Kalemlerim elimde masamın üzerindeki kâğıdı almak için uzanıyorum ve camdan düşen güneş ışıkları belirliyor sizin renginizi. “Sarı” diyorum, “kesinlikle sarıylayazmalıyım.” Bembeyaz sayfanın üzerine tekrar yazıyorum, “Rilke’ye.” Durmuyor kalem. Yazıyorum. Suskunum ama yüreğimdeki cümleleri görüyorum kâğıtta. Ben sustukça yazıyor kalem. Meğer bazen dil sustuğunda konuşurmuş kelimeler.
Beyaz sayfalara düşen limon çekirdekleri, kelimeler ekşitse de yüreğimi, kalemimden düşen her acı çekirdekle bir umut oluyor size yollamak istediğim. Utanarak yazıyorum her bir satırı ve sizin de bana yazmanızı istiyorum. O kadar isterdim ki sizin gibi olabilmeyi; kelimelerle oynayabilmeyi, tek satırla birçok şey anlatabilmeyi… Gülümseyişinizi görüyorum, haydi oynayalım sizinle bu oyunu ilk kelimemi yazıyorum. “Cesaret”…
Benim kim olduğumu merak ediyorsunuzdur belki. Ya da belki kim olduğum önemli değildir sizin için. Yine de, her ne kadar amacım bu olmasa da, dürüstçe kendimi dinlediğimde, sadece sizin adınızla kendi imzamı yan yana getirdiğim mektuplarla sizde bana dair bir merak uyandırabilmiş olmayı umuyorum. Bu olasılık koltuklarımı kabartıyor. Çünkü eğer size duyduğum meraksa sizi karşımda böyle capcanlı kılan, belki siz de benim varlığımı içinizde hissedebilirsiniz.
Öte yandan, daha önce de söylediğim gibi, kim olduğum önemli olmayabilir sizin için. Ama yine, bu defa bu olasılığı düşünerek kendimi dinlediğimde biliyorum ki, hiç bir şey büyümemek için uğraşan bu kızın içinde yaratıp dışında gerçekliğini duyduğu hayalinizi, sizi değiştiremez.
Bu kez, bu mektupta sadece etrafımı çepeçevre saran hayalinizle değil, bileğimin küçük hareketleriyle kalemimden ayrılıp kâğıtta en soyut duygu ve düşüncelerimi somutlaştıran kelimeleri kullanarak konuşuyorum sizinle. Ve bana cevap vereceğinize inanıyorum.