Salvador Dali’nin Gerçeküstü Serüveni – Onur Keşaplı

Salvador Dali’nin Gerçeküstü Serüveni* 

1904 yılında Figueres’te doğan ve yine aynı kentte 1989’da yaşama gözlerini yuman Salvador Dali, Kübizm ve Dadaizm gibi daha birçok sanat akımından etkilenmişse de her zaman gerçeküstücü akımın en büyük sembolü olmuştur. Gerçeküstücülük Gombrich’in büyük eseri Sanatın Öyküsü’nde “1924te verilen bu ad, daha önce de sözünü ettiğim gibi, birçok genç sanatçının duyduğu bir özlemi dile getiriyordu: gerçekten çok daha gerçek bir şey yaratmak. Gerçeküstücülerin çoğu, Freud’un yazdıklarından önemli derecede etkilendi. Freud, uyanıkken zihnimize hakim olan bilinçli düşüncenin zayıfladığı anda, içimizdeki çocuğun ve Vahşi’nin öne çıktığını göstermişti. Bu düşünceden yola çıkan Gerçeküstücüler, tamamen uyanık bir aklın, hiçbir zaman sanat üretemeyeceğini öne sürdüler. Onlara göre, akıl bize bilimi verebilirdi, ama sanatı verecek olan, yalnızca akıl dışı bir şey olabilirdi.” bu büyük modern sanat akımını böyle tanıtılır. Sanatında dünü bugünü ve yarını birbirine bağlayan Dali ise kendisini bu akımdan dışlayan ve her zaman eleştiren gerçeküstücülere yanıt olarak “Gerçeküstücüler ve benim aramdaki tek fark benim gerçeküstücü olmamdır.” demiştir.

Dali’nin gerçeküstücülükle anılmaya başlaması Paris yıllarına yani 1920lerin sonuna denk düşer. Bu tarihlerden önce tümüyle kübizmin etkisinde kaldığı oto portreler de yapmıştır. Bu büyük sanatçının sanata başladığı ilk yıllarında ise Katalan köklerinin etkisi görülür. Katalanlar sadece hissedebildikleri, koklayabildikleri, tadabildikleri, görebildikleri ve duyabildikleri şeylere inanmaktadırlar. Çocukluk yıllarını sıkça mutfakta geçiren ve hatta altı yaşında bayan bir aşçı olmak isteyen birinin sanatında yemeklerin sıkça bulunması her halde tesadüf değildir. Ekmek, yumurta, jambon ve peynir çalışmalarında sıkça görülür. Resimlerinde bu nesnelere o kadar çok yer verir ki 1933te yaptığı The Enigma of William Tell adlı eserinde birçok eleştirmene göre Lenin‘i resmeden Dali komünist liderin kalçalarını ekmeğe dönüştürmüştür. Dali’nin “sert- yumuşak” tezinin sert kısmını oluşturan en önemli öğe yine bu mutfak nesneleridir. Dali’nin tezinin yumuşak kısmı ise  çocukluğundan  itibaren gördüğü kâbusların eseridir. Kendisine inanılmaz derecede benzeyen ve aynı adı taşıyan abisinin ölümünden sonra Dali “daha doğmadan öldüğünü”  düşünmeye başlar. 6 yaşındayken menenjitten ölen erkek kardeşinden 3 sene sonra dünyaya gelmişti. 1973’de şöyle yazacaktı: “Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu.. Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın  ilk günlerinde itibaren çok büyük bir yara oldu benim için.” Ressam, kardeşine ikiz kadar benziyordur. Anne babasının yatak odasında Velazquez’in Çarmıhta İsa resmiyle birlikte asılı olan kardeşinin resminin yaşayan bir aynasıydı adeta Salvador Dali. O dönemde gördüğü kâbuslarda çürümüş ve yumuşamış görüntüler objeler hatta kendi bedenini gören ressam yıllar sonra düşlerinde yumuşak-akışkan bir “zaman” gördüğünde ise tümüyle kendi eseri olan bu tezinin ilk büyük çalışmasını vermiştir. 1931 yapımı The Persistence of Memory adlı çalışmasında Dali yumuşak saatleri kullanmıştır ve bu gelecekte O’nun simgelerinden biri haline gelmiştir. Sert-yumuşak tezinin en bariz örneklerinden biride bir yıl sonra yaptığı Anthropomorphic Bread adlı eseridir. Sert ve devasa bir ekmeğin üstünde yumuşak ve akışkan bir saat vardır.

Dali modern sanatın hakkını birçok şekilde vermek dışında dünün eserlerini modern sanata taşımıştır. Bunun en büyük örneklerinden biri Jean-François Millet’in 1859 yapımı The Angelus adlı eseridir. Dali’nin bu eser hakkında şu sözleri söylemiştir: “Angelus, bildiğim kadarıyla, ıssız, alacakaranlık ve  ölümcül bir ortamda iki kişinin hareketsiz varlığını, bekleyiş içindeki karşılaşmasını içeren, dünyadaki tek tablodur. Bu ıssız, alacakaranlık ve  ölümcül ortam tabloda “teşrih masası”nın şiirsel metinde oynadığı rolü üstlenir; çünkü yalnızca ufukta yaşam sönmekle kalmaz, ama diren, insanoğlu için her zaman, “sürülmüş toprak” olan şu gerçek ve besleyici ete batmaktadır; oraya, verimliliğin şu açgözlü yönelmişliğiyle saplanır diyorum, tıpkı neşterin, herkesin de bildiği gibi, gizlice, çeşitli analitik bahanelerle, her cesedin teşhirinde, ölümün sentetik, doğurgan ve besleyici “patatesi”ni aramaktan başka bir şey yapmayan nefis çizip-yarmaları gibi. (…) Eğer, bizim de ileri sürdüğümüz gibi, sürülmüş toprak, bilinen bütün teşrih masalarının en gerçeği, en elverişlisiyse, şemsiye ve dikiş makinesi de Angelus’e erkek figürü ve kadın figürü olarak aktarılacaktır ve karşılaşmanın tüm sıkıntısı, tüm gizi, her zaman, benim pek naçiz düşünceme göre, şimdi artık “yer” (sürülmüş toprak, teşrih masası) tarafından belirtildiğini bildiğimiz sıkıntı ve gizden bağımsız olarak, her iki kişinin, her iki nesnenin içerdiği özdeş özelliklerden kaynaklanacaktır. (…)” Bu düşüncelerin üstüne Dali, Millet’in bu ünlü tablosunu tam dört kez gerçeküstü dehasıyla buluşturmuştur. Bunlardan en göze çarpanları erkek figürü bir ölüye- kabusa döüştürdüğü Atavism of Twilight adlı çalışması ve her iki figürü de tarihi kalıntılara çevirdiği Archeological Reminiscence of the “Angelus” by Millet’dir. Geçmiş sanat dönemlerinin ünlü yapıtları ve kişileriyle sıkça ilgilenen Dali son yıllarında yaptığı The Pearl eserinde belkide İnci Küpeli Kız’a bir gönderme yapmıştır. Dali aynı zamanda Antik Helen eserlerine de kendisine ilham kaynağı oldukları için büyük bir ilgi beslemektedir. Efsane heykel Milo’nun Venüsü de Dali’nin dehasıyla 1936 yılında “çekmeceli” bir hale bürünmüştür. Geçmişle modernizmi birleştirdiği bir diğer eserinde ise bu kez Piero della Francesca’nın 1475’te yaptığı Madonna and the Child adlı çalışmaya defalarca resmettiği Karısı ve büyük aşkı-tutkusu Gala’yı da katıp çiftin birlikte yaşadığı Port Lligat’ı anlatan The Madonna of Port Lligat’ı yapmıştır. Bu dini niteliklerde içeren eser Dali’nin dini inançlardaki gizemi yakalamaya çalıştığı yıllarda yaratılmıştır.

Dali ateist bir aileyle büyüyüp uzun yıllar dinden uzak kalmış olmasına rağmen özellikle 1950lerle birlikte çalışmalarında dini sembolleri sık sık kullanmıştır, tabi kendine has gerçeküstü dehasıyla. Dali’ye göre din bünyesinde barındırdığı tüm mistik olgularla görülenden çok daha ötesinin sunduğu için sanatta fazlasıyla olması gereken bir değerdir. Alışılagelmiş İsa’nın çarmıha gerilme sahneleri, azizler, melekler ve tabi Meryem Ana( ki bu durumda her defasında Gala) Salvador Dali’yle belkide hiç olmadıkları kadar derin ve mistik anlamlarla resmedilmişlerdir. Örneğin karanlık bir gökyüzünde çarmıha gerilmiş bir İsa yeryüzünü seyretmektedir Dali’nin 1951 yılında yaptığı Christ of Saint John of the Cross çalışmasında. Cennet konusu Dali’nin özel ilgi alanlarından biri olmuştur. Yeryüzünde de cennet olduğunu düşünen Dali buna asla ulaşamamaktan   yakınmaktadır.   Bu   duruma   karşı   çareyi   yine sanatında bulmuştur. Belkide “en Dali” tablosu olan 1946 yılında yaptığı The Temptation of Saint Anthony cennete ulaşmaya çalışan bir azizin yeryüzü ve cennet arasında köprü görevi gören ve güç-cinsellik gibi temaları simgeleyen uzun bacaklı at ve filleri elindeki haçla etkilemeye çalışmasını anlatmaktadır. Bu eserde bulutların üstünde gördüğümüz cennet ise Dali’nin Gala’yla yaşadığı Port Lligat’tır. Hristiyanlık temaları dışında Dali mitolojik öykülerle de fazlasıyla ilgilenmiştir ve en ünlü resimlerinden olan Leda Atomica’da efsaneye göre aşkına bir kuğu kılığını bürünerek yaklaşan tanrılar tanrısı Zeus, O’nun sanatında yer edinmiştir. Fakat tüm dini temalı resimleri arasında en özgün olanı 1952 yapımı Nuclear Cross’tur. Parçalanmış atom çekirdeğinin merkezi oluşturduğu haçın dört tarafı ise kübik şekillerle doludur. Ve bu sembol bir mutfak rafında örtünün üstünde durmaktadır.

Atom konusu Dali’nin sanatının önemli esin kaynaklarından biri olmuştur.  İkinci dünya savaşı vahşi bir şekilde sona erdiren atom bombalarının atılması Dali’yi yine kendi yarattığı bir akımın peşine düşürmüştür: Nükleer gizem. Evrendeki en küçük parça denilen atom çekirdeğinin parçalanmış olması Dali için bilinen tüm gerçekliklerinden parçalanmış olmasıdır aynı zamanda. Gerçekliğin  derinliklerindeki  gizemi  bulmak  ya  da  en  azından  bulmak  için mücadele vermek Dali’nin yeni hedeflerinden biri olmuştur. Hatta Dali’yi dinin altında yatanları aramaya sevk eden düşünce de buradan türemiştir. Bu düşüncelerin peşinde Dali büyük eserler vermiştir. Bunlar arasında en önemlileri Roma dönemi eserlerini uçsuz bucaksız hatta ölü denilebilecek bir çölün ortasında parçalanmış bir atomla( ya da bir meyveyle) buluşturduğu Dematerialization near the Nose of Nero ve atomun gücünün ani ve büyük bir güçle yok ettiği hatta dondurduğu nesneleri yani bir insan elini, kalemi, karpuzu ve kuğu başını(Zeus?) buluşturduğu Intra-Atomic Equilibrium of a Swan’s Feather adlı eserleridir.

Birçok ressam eserlerinde bir yerlere saklanmış gizli nesneler, semboller bulundurmaktadır. Konu Dali olunca bu durum biraz daha faklı olmaktadır. Dali sadece beynin değil aynı zamanda gözünde algı eksikliğine dayanarak birden çok koskoca nesneyi ustaca gizlemeyi gerçeküstücülüğün verdiği yetenekle başarmıştır. Buna en büyük örneklerden olan 1938 yapımı Apparation pf Face and Fruit Dish on a Beach adlı çalışmasını büyük sanat eleştirmeni Gombrich şöyle yorumlamıştır: “Resme daha yakından baktığımızda, sağ üst köşedeki düşsel manzarada, dalga dalga arazi ile içinden tünel geçen dağın, aynı zamanda bir köpeğin kafasını betimlediğini görürüz. Köpeğin tasması, denizin    üstünden geçen kemerli köprüyü oluşturur. Boşlukta asılı duran köpeğin gövdesi, içinde armutlar olan bir meyve kâsesinden oluşmuştur. Bu kâse de bir kızın yüzüne dönüşür. Şaşırtıcı biçimlerle dolu kumsaldaki iki nesne,  kızın  gözlerini oluşturur. Tıpkı düşte olduğu gibi bazı şeyler, örneğin ip ve kumaş, beklenmedik bir şekilde nettir. Buna karşın bazı diğer biçimler belirsiz ve anlaşılmaz olur.” Buna bir diğer ünlü örnek ise Gala’nın Akdeniz’e bakışı ve onu çevreleyen çizgilerin resimden uzaklaştıkça Abraham Lincoln’e dönüştüğü 1976 yılındaki çalışmadır.

Dali kendisine ilham kaynağı olan aynı dönemi paylaştığı ya da geçmişin sanatçılarını da sanatında unutmamıştır. Anne ve babasının ölen abisinin fotoğrafının yanında her zaman bulundurdukları resmin sahibi ünlü İspanyol sanatçı Velazques’ı Dali ender olarak yaptığı büst çalışmalarından biriyle tekrar ölümsüzleştirmiştir. Dali aralarında her zaman soğuk bir saygı ve hatta sevgi- nefret duyguları hissettiği efsanevi sanatçı Pablo Picasso’yu da resmetmeyi ihmal etmemiştir. 1947 yılında yaptığı portre belki de 20. yüzyılın tartışmasız en büyük iki ressamını dehalarını aynı anda gözler önüne sermiştir. Ayrıca birçok gerçeküstücüde olduğu gibi Dali’de de düşünceleriyle ve tezleriyle  oldukça etkin gözüken büyük düşünür Freud’da Dali’nin resmettiği ilham kaynaklarındandır. Modern sanatın tüm gücünü çılgınca kullanan Dali’nin Freud portresi ilk başta fazla sade gelebilir fakat Dali için düşünce üreten, ilham kaynağı üreten bir fabrikanın en iyi yaptığı işe, düşünmeye odaklandığını resmetmek oldukça mantıklıdır.

Bunların dışında Dali mobilya dekorasyonu ve takılarla da yakından ilgilenmiştir. Mobilyalarının tartışılmaz en ünlüsü 1936 Edward James’in siparişiyle Londra’da yaptığı “Dudak Koltuk”tur. Mae West’in şok edici pembe rengindeki ruju şeklinde anılan koltuk Dali’nin Figueres’teki müzesinde büyük bir odayı kaplayan büyüleyici yüzün merkezindeki yerini almıştır. Mücevher anlamında ise onlarca büyük yapıtından en önemli ikisi tamamıyla altın ve elmastan yapılan ve içindeki düzenekle sürekli atmakta olan The Royal Heart ve yeryüzüyle cennet arasında köprü kuran ve efsanevi yumuşak saati taşımakta olan Dali’nin ünlü ince uzun bacaklı filidir. Yarattığı mücevherler için “bunları kimse takamaz!” dese de Dali ortaya çıkardığı eserin büyüklüğüyle o kendisine has ukalalığını daha da pekiştirdiği tartışmasız bir gerçektir.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul2008

Bunu paylaş: