Sinema / Korku / Yüzler*
Sinema, korkuyu her yüzüyle estetik kılar; tadı acımtırak da olsa seyrinden haz alınan, görsel ya da felsefi bir estetiğe dönüşür.1 Bakıldığında haz duyulun görsel imgeler yaratan bir sanattır. Sahnede yansıyan görsel anlatı, yansıtılan korkutucu da olsa, bir estetik ilkeye bağlı kalınarak anlatılır.
Korku sinemada iki türlü karşımıza çıkar: Ya korkutan yüzle ya da korkan yüzle. Korku filmlerinde; bu yüzleri çoğunlukla yakın çekimlerle görürüz. Korkunun ölümcül basamağına tırmanmış birinin, korkmuş birinin yüzü ya da korkutan birinin, yaratığın yüzü. Gerilim ustası Hitchkok, “The Birds” filminde son sahnelerde, Tipi Hedren’in korkudan donmuş yüzüyle, ustalıkla, hem izleyiciyi hem de oyuncuyla psikolojik bir oyun oynayarak, dünyanın sonunu bekleyenlerin korkusunu sinema imgesine dönüştürmüştür.
Sinemada korkunç yüzlerden bahsedecek olursak, Hideo Nakata’nın “Ring” filminde karşılaştığımız yüzleri hatırlatmak isterim. Filmde seyredenin ölümüne yol açan, elden ele dolaşan bir videokaset söz konusudur. Korku, bu videokaseti seyrettikten sonra ölenlerin yüzünde bırakır izini: her birinin yüzü aynı biçimde çarpılır. [Ertürk, İ. (2008), Perdeli düşünceler, s.112.] Ölüme yol açan korku denli korkunçtur çarpılmış yüzler. Ancak, başarılı yönetmen Nakata bu yüzü uzun süre göstermez. İzleyiciye düş gücünü kullandırtarak korkunun dozunu artırır.
Sinemada korkan yüzlerin yanı sıra korkutan yüzler başarılı mıdır? 1931 yapımı “Frankenstein” filmi, bir ikon haline gelen korkutan yüzün milat tarihidir denmektedir. Bu yüz makyaj harikası olmak çok cerrahlara danışarak uzun zaman uğraşılarak yaratılmış bir yüzdür.
Korkutan, korku kaynağı yüz yalnızca makyajla yaratılmaz. Korku veren yüzü kamera ve sinema oyunlarıyla yaratmada en başarılı yönetmenlerden biri David Lynch’tir. “Lost Highway” filminde, gizem ve anlatıyı birbirine sarmallaştırarak, filmin başında sempati duyulan karakter, caz saksafoncusu Fred’in yüzünü, yorum nesnesi olarak dönüştürür ve korkutan bir yüz yaratır.
Filmin sonunda izleyici Fred’in yüzüne bakarken korkar, çünkü onun iyi bir karakter mi yoksa filmdeki onca doğaötesi kötülüğün kaynağı karanlık bir karakter mi olduğunu kestirememektedir.
Stanley Kubrick ise korkutan yüzü beyaz perdeye taşırken bambaşka bir yöntem seçer. Kamerası ve oyuncunun yeteneklerini kullanarak sinemadaki unutulmaz Jack Nicholson yüzünü yaratır. “The Shining” filminde anne baba ve oğuldan oluşan bir aile yaz gelene kadar karlar altındaki bir otelde bekçilik edeceklerdir. Başarısız bir yazar olan Jack Torrance (J. Nicholson) doğaüstü güçler tarafından karısı ve oğlunu öldürmeye yönlendirilir. Jack’in oğlu ve karısının saklandıkları banyonun kapısını baltayla yardıktan sonra, açılan bölümden odanın içine şeytanca seslenirken takındığı yüz unutulur gibi değildir.
Beyaz perdede; korkunun, endişenin estetiğini arayan en büyük sanatçılardan birisi şüphesiz Kubrick’tir. Onun filmlerinde dikkat çekecek derecede güzellikte panaromalar, görüntünün, hareketin ve müziğin, yer yer gülünç, umulmadık birleşmeler görürüz. Şaşkınlıktan, dehşetten, endişeden, öfke ve korkudan kasılıp kalmış, çarpılmış yüzler sunar bize. Kahramanlarının yüzlerini korkunçlaştıran çığlık, “Shining” deki ailenin, “Full Metal Jacket” teki çıldıran erin, sonuçta şiddetin bizzat kurbanı olan Alex’in çığlığıdır.
Kubrick filmlerinde insan, zayıf, aptal, zaaflı olmasına rağmen, ayrıca acımasız sonuçlarına en güçlü ve akıllı insanların bile katlanamayacağı durum ve koşullara sürüklenir. Böyle bir durum hem korkunç, dehşet verici hem de komiktir; bir kara mizah durumudur.
Korku filmleri metaforik anlamda ikiyüzlü olabilirler mi? Mesela Hitchkok, bazı filmlerinde (the Birds) kişilerdeki paranoyak davranışları kahramanlarıyla göstererek toplumun ve bireylerin eleştirisini de yapar. Ancak, filmlerinin gişe başarısını da düşünen bir yönetmen olduğundan beğenisi ve onayını almak zorunda kaldığı ortalama sinema izleyicisini rahatsız edecek şeyleri doğrudan söylemez. Yani paranoyak yanlarını yüzlerine vurmaz. Ticari sinema, korkuturken korkunun karanlık yanlarına, toplumun korkusunu başkalarını suçlamaya dönüşmesini açık yüreklilikle yapamaz. Korku, filmin sonunda açıkta bırakılmaz, üstü kapatılır. Bu yüzden ikiyüzlüdür denilebilir. Filmlerde korkunun bilimsel bir açıklaması olur. Korkunun nedeninin; mesela sapığı ya da kuşları içimizde aramaya gerek yoktur. Korku nedeni çözülmüştür, sürekli tehdit edici değil de geçici bir olaydır. Filmde ilgi, eleştiriye maruz kalan toplumdan, korkunun çözülebilirliğine kayar. [JUng, F., Seslen, G., Körte, P., Ficher, R., Plöger, T., Barg, W., ( 20029,Derleyen Veysel A., Şiddetin Mitolojisi, s. 109.]
Kubrick, insanın karanlık yanlarını çok ince çizgilerle ve olağanüstü sinematografik ustalıkla çizer. İzleyicinin yüzüne vurmaz da güzel bir tat bırakır. David Lynch ise, gizemle, doğaötesi anıştırmalarla kapatır korkunun üstünü.
İzleyiciyi korkuyla yüz yüze bırakan filmler de vardır. “Dogville” filmiyle Lars von Trier bu yolu izler. Korkularıyla yüzleşemeyen küçük bir kasaba halkı, kasabaya sığınan, adaletten kaçtığı sanılan, Nichole Kidman’ın oynadığı Grace karakterinin yaşamını cehenneme dönüştürür. Film her izleyicinin kaldıramayacağı biçimde biter: Grace, babası ve babasının adamlar; çocuklar dahil bütün kasaba halkını kurşunlayarak katlederler.
Yönetmen, izleyiciyi, yoksul ortalama insandan ve kendisinden korkutur bu filmiyle. Dogville’i sonunda, sinema salonunda yanınızda oturan izleyicinin yüzüne baktığınızda korkunun ağır kokusunu duyabilirsiniz.[Ertürk, İ. ( 2008 ), Perdeli düşünceler,s. 111.]
Roman Polanski de “Rosemary’s baby” filminde, filmdeki karakterin paranoyasını izleyicinin paranoyasına dönüştürür; anne karnındaki çocuğun şeytan olabileceği düşüncesini işleyerek, izleyiciyi rahatsız edecek psikolojik oyunlara başvurur.
Roman Polanski de Lars von Trier gibi, izleyicinin hoşuna gitmeyecek bir korku nesnesi yaratır.
Görsel estetikle bilinçli olarak oynayan David Cronenberg, korku filmleri türünde kendine özel bir yer açmıştır. Kanadalı yönetmen David Cronenberg varoluşsal felsefi konuları işleyen korku filmlerini, izleyici için, “içe doğru arınma” aracı olarak görür ve korkuyu görselleştirir. Korku dışa atılan değil, içte kalan, rasyonel hiçbir yanı olmayan, hoş olmasa da usumuzdan, düş gücümüzden koparmadığımız bir insanlık durumudur.
David Cronenberg, “The Brood” filminde, sevmediklerini vahşi bir biçimde öldürmeleri için sayısız çocuk doğurabilen bir kadının, bedeninden çocuklar üretmesini görselleştirirken, görsel estetik değil, felsefi estetik ilkelerini kullanır.