Sinemada Korku ve Michael Haneke Filmleri: Bilinmeyen Kod*
İnsanlar korku filmlerine neden gider? Özellikle de şehirdeki insanın korku filmine gereksinimi nedir? Hepsinin görünürde mutlu birer hayatı yok mudur? Öyle ya bizim bugün ilkel çağlardaki gibi kendimizi dışarıdan gelen tehlikeye karsı korumaya, ihtiyacımız yoktur çünkü devlet bize güvenliğimizi sağlamakla sorumlu polisler ve askerlik kurumunu görevlendirmiştir. Polis her zaman halk ile daha iç içeyken uyum ve conformism in sağlayıcısı iken asker daha çok kamusal alanı yansıtmaktadır. Yine bizi bilgilendirmek amacıyla kitle iletişim araçları her zaman her dakika hizmetimizdedir. Gazete radyo-TV, hatta bu araçlar bizim beynimizi her zaman çok önemli devlet sorunları ile dünyada halklar arasında yaşanan savaşlarla, açlık sorunlarıyla, vb. ile yormamızı istemez bunun yerine bize bu gerçeklikten uzaklaştırıcı, hatta görmezden gelici haberler sunar… Çünkü toplumun her zaman mutlu olmaya, mutlu etmeye ve aralarındaki anlaşmazlıkları homojen bir yapı içinde eritmeye ihtiyacı vardır. İktidarlar bizleri koruyup kollamaktadırlar. Peki, bunu bizi çok sevdikleri için mi yapmaktadırlar? Sanırım hayır hepimizin bildiği acı gerçeği burada yinelemekten kaçınmayacağım.
Peki, insan neden korkar? Her şeyin çok güvenli yaşandığı düzenin hâkim olduğu bir dünyada bir insan neden korkar? İnsan gerilimin olmadığı yerde yaşayamaz da ondan korkar. Bugün günümüzde tüm doğal alanlar nasıl simule ediliyorsa insan ilişkileri de sil baştan simule edilmiş içleri boşaltılmış ve ortaya hiçbir şey bırakılmamıştır.
Korku ilişkilerin yeniden kurulması anlamına da gelebilir bu yüzden gerçeklikle olan bağlantısının eksikliğine işaret edilerek aklı ve bilimi ön sıralarda tutan entelektüeller tarafından reddedilen bir tür olmuştur çoğu kez…
Korku filmlerinde içimizdeki öteki bir anlamda dışladığımız geriye ötelediğimiz insanlardır. Biz anlamı insanlar ve kültürler üzerinden ötekileştirerek üretirken aslında kaçmış olduğumuz şeyin kendi benliğimiz olduğunu fark etmekte de zorlanırız.
Yabancılaşma kavramı insanları gerçek hayatında yalnızlığa iterken, sinemada yabancılaşmış bireyin kendisine yaratık vb… olarak sunulmasından ötürü bir haz alırlar çünkü birey törpülemek istediği yönlerini, kültürün ve sistemin gerektirdiği gibi otomatizme uygun koşullarda yaşamayı bir ilke edinmiştir. Bu da kendisine ve çevresine yabancılaşmasına ve ilişkilerini de hep bir simule edilmiş evren üzerinden kurmasına neden olmaktadır. Bu yüzden sinema da bize gösterilen kötü evrenin temsilcisi varlıklar sistem tarafından hemen olmasa da filmin sonunda cezalandırılmalıdır. Uzlaşmanın gerektirdiği kurallar vardır. Kültürel toplumlarda bu uzlaşmayı sağlayabilmek, sistemin kokuşmuşluğunu görmezden gelmek, gerçek hayatta tartışma kültürünün yok olup sindirilememiş bir kavga kültürünü olur olmadık yerde patlayarak ortaya çıkmasına nende olurken, temsil evreninde yani seyirci olarak iştirakine katıldığımız sanat âleminde tam bir kendi kendini tatmin etmeye ve sanat eserleri üzerinden sisteme adapte olma ihtiyacına, edilginliğin talebine dönmüştür.
Korku filmlerinde, eğer mutlu son söz konusu ise, bu Wood’a göre ‘baskılanmanın yeniden kuruluşunu’ göstermektir. ( sinema ve türler Nilgün Abisel)
Yani aslında filmlerde korktuğumuz görmek istemediğimiz, ama bir yandan da bakmak için peşinden koşturduğumuz sinemaya gittiğimiz filmlerde ki yaratıklar sosyal yaşamda devamlı ortaya çıkmak için bekleyen tetikte olan ancak bir türlü bunu başaramayan, bizim baskı altına alınmış ve ötekileştirdiğimiz ruhumuzdur yani bir diğer bakıma idimizdir. Süper ego ilke bastırdığımız id dürtüsünü, ego kavramı ile başka bir düşünceye ve arzu nesnesine dönüştürerek bunların üzerinden anlamlar üretiyoruz… Ancak bu sistem içerisinde biz egomuzu şişirmekle meşgulken her geçen gün kendi gerçekliğimizden uzaklaşıyoruz.
Ötekilik kavramı, kültürün ya da ben‘in dışında kalanla ilişkili olmanın ötesinde, aslında hiçbir zaman yok edilemeyecek olan ben deki baskılanma olandır.( popüler kültür ve türler, Nilgün Abisel) Edward Said’in batının kendinden olmayana bakış açısını da anlattığı ötekileşme kavramı aslında oryantalizm kökenlidir ve yine batının kendinden kaçmak istediği için tosladığı bir duvar olan ve kendisini diğer yarısı yani doğu olmadan adlandıramayacağı bir duvara toslamaktadır. Bu bakış açısı sakıncalıdır.
Rüyalar sinemalar gibidir her ikisi de sadece görüngüsel âleme aittir her ikisi de bizim kendimiz ile ilgili ipuçları verir hayata karsı… Rüyalar bazen çok fazla bireysel olabilirken sinema daha toplumsal olabilir. Böyle bakıldığından sinemaların toplumun bilinçaltını oluşturduğu da söylenebilir. Peki, bu bilinçaltını bize iletenler kimler, sinema bilinçaltı bizim bilinçaltımızda yaşatılan gerçek deneyimler sayesinde mi oluşmuştur yoksa bizde yaratılmak istenen ortak milli kültürün ortak düşüncenin bir bilinçaltı mıdır, Avrupa ve Amerikanın temellerini oluşturan Hıristiyan ve püriten ahlakın kaçışlarını sinemalarda şiddetin meşrulaştırılması ve ilerleme adına nasıl normalleştirildiğini görüyoruz. Peki, sormamız gereken soru nedir? Sormamız gereken soru eğer düşüncelerimizi ve bilinçaltımız dahi kitle iletişim araçları (reklâmlar sinema, diziler vb… arcılığı ile gerçekleşiyorsa bizim bu dünyadaki amacımız ve varlığımız nedir? Yoksa görüntüler dilsel kodlar gibi artık varlığımızda mı bir simülasyon sürecine girmiştir? Bizi toplumsaldan ayırıp kitle kültürü haline getiren düşünceyi tartışmaya açmak gereklidir belki de?
Ancak yine de sinemaya toplumun ortak karabasanlarıdır demek yeterli olmaz sanırım çünkü karabasanlar, uykuda ki birey için hiç de hoş olmayan zamanlardır. Ve birey orada bilinç ve ego tarafından sıkı sıkıya bastırımlı karşılanmak istemeyen şeyin bilinç yüzeyine çıkısından korkmakta özellikle bu şey çok iğrenilen yâda yıkıcı bir şeyse birey için insanları belli ruhsal zayıflık dönemlerinde yakalayarak ortaya çıkmaktadırlar. Karabasanlar ve sinemada korku filmi seyretmek üzere en başta bilinçli bir tercih edilme olarak ayrılma vardır. Hemen hemen hiç kimse ben bu gece kâbus göreceğim diye uykuya dalmaz sanırım oysaki korku sinemasına gitmek bilinçli bir edimdir. Ve kontrol bu filmlerde hem sizdedir hem de değildir kontrol sizdedir çünkü sinemanın gerçek hayatla aranıza belli bir çizgi çektiğini ve bu çizginin en fazla bir iki saat sonra yok olacağını bilerek sinemaya gidersiniz ikincisi istediğiniz zaman filmden çekip gidebilir yâda gözleriniz kapatma rahatlığınızı kimse elinizden alamaz yani sinemanın maddi evrene yansımasında birey kendisini bu soyut âlemden kendisini ötekileştirmenin bilincine vararak uzaklaşabilir. Yine ötekileşme kavramı ile ince bir giriş yaparsak birey sinemada izlediği karakter yerine kendisin koymaktan çekinir, çünkü özdeşleşmenin olduğu yerde kahramanla aynı kaderi paylaşma riski vardır. Ve bilinmeyenle ilgili olaylarda kahraman olma riskine herkes girmek istemez. Tragedyayı komedya ve diğer türlerden hatta korkudan ayıran sebeplerin başında da özdeşleşme, bir mit oluşturma gelir. Eğer korku filmlerinde özdeşleşme de kurulacaksa bu filmin en akıllı en aklı başında olan, soğukkanlı mantıklı aynı zamanda fiziksek özellikleri kişiselliğinin gerisinde kalmayacak bir kimse olmalıdır. Aksi halde özdeşleşme olması zordır. Bu kişi kahraman tipine uygundur ve genel korku profiline uymamaktadır.
Yine korku filmlerinde baskılanan daima geriye dönecektir bu açıdan bakıldığında korku filmlerinin tür olarak psikanalize yakınlığı da şaşırtıcıdır. Yine bir korku filmi olmamasına rağmen Haneke’nin “Piyanist” filminde de baskılanan ötelenen düşman gibi görünen cinselliğin hiç ummadığımız bir zamanda yine kendi içimizde belirmesi ve bize tecavüz etmesi ve bu tecavüzden duyduğumuz sapkınca hazza tebessüm etmesi korku filmlerine özgü bir senaryoyu canlandırır gözümüzde…
Seyirci korku filmlerinde uzlaşma yanlısıdır aslında seyirci homojen yapıya sahip bir topluluk değildir artık sinemaya geldiğinde çünkü seyircinin ne hissettiği hangi kodlara nasıl karşılık vereceği deneyimlerle gözden geçirilmiştir. Bu yüzden toplum öncelikle içinde yaşadığı topluma uyum sağlama amacındandır tatmin haz ve başarı duygularının da ancak bu toplumun sistemini işleyişi üzerinden yapabileceğini düşünür. Nasıl olsa bu kitle Kafka’nın metaforik böceği Gregor Samsa olmayacağını düşünmektedir. Oysaki çoktan mutasyona uğradığını dışlamıştır. Bu yüzden seyirci filmde belli karakterler üzerinden filmi yaşar ve toplumu anlamlandırmaya çözümlemeye girişir farklılıkları savunmaz, mesela Amerikan korku filmlerinde ilk önce şişmanların ölmesi bir klişedir. Çünkü şişman birey mükemmel topluma uyum sağlayamaz, bedensel ve estetik olarak kötüdür. Bu onun zihinsel faaliyetlerinde yansımıştır çünkü kültür ve orada bende vardım diyebilmek için yapılması gereken bazı şeyleri kilosu yüzünden eksikli yapmaktadır. Mesela güzel bir vücut ve ruhu otomatizma altına güzel kıyafetler ona yakışmamaktadır. Bu yüzden seyirci ilk onun ölmesini umursamaz bile, ikinci sırada güzel genç kızlar gider, ancak bu kızlar genellikle çılgın tipler olabilir ki bu da genel ahlaka uymayan tiplerdir. Burada sözü Baudrillard’a bağlamak istiyorum, bugün toplumlarda ve kültürlerde hangi düşünce ve kültür çöktüyse kitle iletişim araçları tarafından onların yeninden kurulmasına şahit olabilirsiniz. Japon sinemasında da evlilik dışı çocuk yapmış kadınlar çocuğunu doğuramadan düşük ya da kürtaj yaptırılarak cezalandırılır çünkü orada da ahlaki yapı önemlidir ve kadının günahkârlığı üzerine kuruludur. Filmin sonunda kalan genç çocuk ve genellikle masum güzel sevgilisi sağ kalmalıdır seyirci bunu bekler…( türsel haz her zaman sosyal doğruluğa tercih edilir) yani o çocuklar kötü olsaydı ve ölseydi diğer bakıma insanlar yine mutlu olmayacaktı çünkü amaç kimseyi yok etmek değil… Son kalan ve kurtulan çocuk sistemin devamlılığını edilgen birey olmanın dayanılmaz hafifliğini, belki de ağırlığını ve güvenliğini tekrar tekrar müjdeler kendini bir türlü huzurlu ve güvende hissetmeyen bireye…
Korku filmleri bir şeyi bilme, ele geçirme, yaralanma istekleriyle, karşılaşılması muhtemel acılar, tehlikelerle ve yok olma tehlikesinin yarattığı engeller arasındaki çelişkilidir.( Nilgün Abisel, popüler sinema ve türler)
Korku filmlerinde filmin karamanı ile özdeşleşmekten çekiniriz. Çünkü özünde korkmaktan çekiniriz. Bu yüzden filmdeki karakterlerle özdeşleşme ters açıdan olur. Bu açıdan korku karakterleri ile özdeşleşemem durumu komedyada ki karakterlerle özdeşleşememeye benzer komik olanı da ötekileştirmek vardır, herkes yere düşen kişiye yâda bir makine gibi otomatik hareketler yaparak insanın doğallığına aykırı hareketler gösteren kişiye gülerken kendisine değil başkasına gülmekte ve bir yerde de onu küçümsemem duygusuyla hareket edip kendisini daha üst bir konuma yerleştirmektedir. Korku filminde de özdeşleştirme ötekileştirme üzerinden işler. Ötekilik kavramı üzerinden dillendirilen bir benlik karmaşası, bilinçaltındaki benzerliklerimizi kahramanda bulmamıza yol açar. Bu yüzden bizi birazda korkutan orada o durumda kahramanın yerine bizim olabileceğimiz ihtimalidir.
Bilinmeyene yönelik korku, çevreden ve etkinliklerin hepsine yeni anlamlar yüklemeye başlar Hitchkok filmlerinde olduğu gibi mesela; “Arka Pencere”de ayaklarından sakatlanmış bir gazetecinin komsularını izleyerek vakit geçirdiğini biliyoruz ancak film ortası değişkeninde adam bir cinayete tanık olmuştur ve bundan sonraki her olay o cinayetin içeriğinde biçimlenerek özümsenerek eriyerek, bizi her durumdan şüphelenmeye itmektedir. “Funny Games”de korkunun bir nesnesi yoktur sadece açıklanamayan sadistçe saldırırlar vardır.
Modern, çağcıl toplumlarda insan her açıdan kuşatılmıştır. Kültürel anlamda, güvenlik anlamında her anlamda etrafında ne yapması nasıl davranması gerektiğini belirleyen mekanizmalar vardır. Oysaki bunu bireye zorla yaptırma yolundansa sevdirerek benimseterek yaptırma yoluna gidilmiştir buda bir kitle kültürünü doğurmuştur. Kitle kültürü içerisinde birey iktidarlarca istenildiği gibi manipüle edilebilir der. Theodor Adorno’ya göre bu kısmen doğrudur da oysaki yine Baudrillard’a göre durum Adorno’nun bahsettiğinden biraz daha farklı belki biraz daha ümitsizidir. Kitle kültürünü yaşamak isteyen birey her şeyi kültürel kodlar ve gösterenler üzerinden sindirmeye meyillidir ve gerçek yaşama dair eleştirel bir karşı duruşta bulunabileceği durumlara rağmen ( mesela Türkiye deki siyasi yolsuzluklara 80 askeri darbesine karsı muhalif bir tavır gösterip örgütlenebileceği yerde ) tam tersine kendi isteği ile bir gecesini yarışma programları ve futbol maçlarına ayırabilmektedirler. Kitle kültürü aydınların, entelektüel sınıfların popüler kültüre karşı ortaya attıkları bir kavramdır. Ancak bugün kitle kültürünün farkındalık ayrıcalıkları içerisinde ayrımlaşarak bir popüler kültüre döndüğünü söylemek pek de yanlış olmaz sanırım… Güvenlik duygusu barınma ihtiyacı ta ilk çağlardan beri insanın yemek içmek ve uyumakla beraber en temek gereksinimlerinden biridir. İlkel çağın üzerinden bunca yenilik geçmesine rağmen bu kadar teknolojik gelişme olmasına rağmen, insanları sosyal biçimde bir arada tutan yasalar geliştirilmiş, mutluluk kavramı sanayi devrimi ile birlikte ortaya atılmış ve bunun içinde insanların güvenliğinin sağlanması da, istediği gibi fikirlerini sunabilmesi de eklenmiştir. Böylece insan hakları kavramı böyle bir şeyi ortaya sunarak öteki kültürünü de tanımış olmaktadır. Ancak bu kadar olumlu görünen gelişmeye karşın bugün modern dönemde insan kendisini bugüne kadar hiç olmadığı kadar yabancılaşmış yalnızlaşmış ve güvensiz hissetmektedir. Peki, bu nasıl olabilmektedir? Aslında cevap yine kendisi içerisinde gizli, insanı kendisi olmaktan çıkaran ve toplumsal yaşama katmaya çalışan her norm bir sonraki aşamada mitlerle ve dinlerle birlikte insanın özgürleşmesinin önünde bir engel olmuştur. Nietzsche’nin modernitenin rasyonalizasyon sürecine ve dinsel ahlaka yönelik eleştirilerinin temelinde de bu insanın tanrıda ve kendisinden uzaklaşma düşünceleri yatmaktadır. Püriten ahlak temelinde bireyin kendisini ve gerçekliğini acıma hisleri ile yok ettiğinden bahsedebiliriz. Bunu bu tarz filmlerin altyapısını ortaya çıkarabilir amacı ile söylüyorum yoksa Avrupalı Amerikalı toplumlarla aynı kültür paylaşmadığımız için bizde bu şekilde bir kültürü birikimi ve bunu yol açtığı sebepler arasında bu dediklerimi sayamayız. Ülkemizde korku filmi yapılmama nedenleri arasında da bu kültürel tarihten ve kodlardan yeteri kadar yararlanamama da vardır yani.
İnsanın dünyadaki varlığının temeli kaygılarının temelidir(Nilgün Abisel popüler sinema ve türler) İnsanoğlu düşüncenin başlangıcından itibaren birçok şeyi denetim altına almıştır oysaki sadece ölüm hariç, ölümden hep korkulur çünkü ölüm denetlenemeyendir…
Görme duygusunun bilmeyle ilişkisi çok önemli olduğundan, ölüm ve bilinmeyen her zaman karanlık ile simgelenir.(Nilgün Abisel) yani görebildiğimiz gerçeklikler aydınlıktadır. Oysaki bazen aydınlık olanı bile tanımlayamayabiliriz, aydınlık ve karanlık ilişkisini paradoksal olarak tersine çeviren filmler vardır. Örneğin Nicole Kidman’ın başrolünü oynadığı “The Others” filminde insan sandıklarımız aydınlıktan kaçar ve “Funny Games” filminde de beyazlar içerisindeki tertemiz insanlar karanlık ruhlu caniler olabilmektedir.
Platonun mağara felsefesini paradoksal bir biçimde çevirirsek aslında dünyaya yüzü dönük olmayan mağaranın içindeki insan bir yüzünü hep karanlığa kendisine yani ötekine çevirmektedir, görüngüler dünyası kendi gerçekliğinden kaçmak ve bunun üzerine yeni şeylere yaratabilmek amacı ile başvurduğu bir kaynaktır. Oysa birey karanlıkta tüm ötekilerin kaynağına ölüme olan yakınlığa bakmaktadır. Ancak zaman içinde insanın her şeyi denetlemek istemesiyle beraber insan kendisini görmezden gelmeye ölümü hiçe saymaya tanrısal inançları mitsel durumlara çevirerek kendinden uzaklaşmaya başlamıştır.
Görülemeyen şeye önlem alınamaz bu yüzden karanlık doğrudan korkuyu ölüm korkusunu çağrıştırır bireye…
Değişen toplumsal ve politik değişimler dönemlerin sinemalarına da yansımış, korku türünde kimin neden öldürüldüğünden ziyade ilk kimin öleceği merak konusu olmuştur. Düzene uyum sağlayamayan tipler cezalandırılmak amacıyla filmlerde ilk önce öldürülenlerdir. Bu bakımdan bakıldığında hızlı yaşa genç öl sözünü sistemin nasılda kendi yararına çevirdiğini de fark edebiliriz.
Seyirci özdeşleşmeyi en zeki en yakışıklı, en mantıklı olaylar karşısında soğukkanlılığını koruyan bireyle kurarak ölümden yırtmayı planlarken sistemin çarklarının içinde ezilmekten kurutulamaz anacak bunun farkına da varmaz. Yaşama dürtüsü ve ölüme olan inançsızlık ki(bu çaresizliğin ve denetleyememenin getirdiği bir inançsızlıktır) her zaman bunlara, iktidara boyun eğmeye ya da gözden kaçırmayı gerektirmiştir
Savaşa ilişkin filmlerde tehdit silahlardan geliyormuş gibi gösterilir oysaki bunu yaptıranlar öne çıkmaz( Nilgün Abisel popüler kültür ve türler) Bu gösterenler ışığında Michael Haneke filmlerini incelemek çok daha sağlıklı olacaktır düşüncesindeyim. Peki, Haneke filmleri korku alt-türüne girer mi? Haneke filmleri korku filmleri midir? Eğer Haneke filmleri ile biraz olsun içli dışlı olduysanız bunun böyle olmadığını fark etmek zor olmayacaktır. Yine de yukarıda değindiğimiz konuları araç alarak bizde başka bir duygu yaratarak başarma çalışıyor. İnsanların korktukları eylemleri içeren davranışlarından hareketle yeni yanılmamalara gidiyor.
MİCHAEL HANEKE
Haneke sineması seyirciyi yönlendirmeye belirli kodlarla anlaşılır olan filmlerden duyulan zevkin yarım ya da eksik olduğuna dikkat çeker filmlerinde Amerikan ve Avrupa burjuvazisi üzerinden bugün kapitalist olan veya bizim gibi kapitalistleşme aşamasında ki ülkelerde de benzer durumları yakalayarak evrensel olana yaklaşmıştır diyebiliriz. İnsana ait tüm duyguları ve özellikle bencilliği irdeler. Sonuçların nedenselliği üzerinde dururken bize hep kendimiz olma fırsatının da verilebileceğini ifade eder.
Haneke filmlerinde içimizdeki ötekine, bu kaçılan içgüdüsel varlığa ve onun ortaya çıkış anlarında hepimize verdiği rahatsızlığa değinilmiştir. Herkes onun işini görüp bir an evvel çekip gitmesini arzular çünkü.
‘Benim için sinema yapmak anne ve babasını anahtar deliğinden gözleyen çocuğun gerilimini vermektir’ der Bertollucci. Haneke de tam bunu yapar işte bize devamlı olarak yaptığımız şeyle ilgili bir vicdan azabı duymamıza, yakalanıp hadım edilme korkumuza (Lacan) ancak tüm bunlara rağmen yasak olanı yapmış olmanın verdiği zevkle müthiş bir haz duygusu yaşamamıza neden olur.
Bugün psikanaliz Marksizmin karşısındaki tek dayanaktır oysaki Haneke her iki kavramı da aşkın film anlamları ile her ikisine de aşkın gelmekte ve insan ritüellerini belirleyen olguların tüketim mantığından ve bunun getirdiği iletişimsizlikten kaynaklandığını göstermektedir. Bugün kültürel düşünce sistemimizde yer eden ürünlerin ( bunlara çağdaş anlamda sanatın sonunda geldiğini belirterek sanat eserlerini dolayısıyla sinemayı da katabiliriz) Hemen hemen hepsinin bizim arzu nesnemize egomuza yönelik içerikler içerdiğini kendimizi önemli hissetmemizi sağladığını açıklayabiliriz ancak “Funny Games” filminde bunun böyle olmadığını anlamak çok zorda değildir. Yönetmen bizim katharsisi yaşamamızı özdeşleşmemizi ve egomuzu önemsememektedir hatta umurunda bile değilizdir. O belki de sadece kendi anlatmak istediğini önemser buradan yola çıkarsak… O yüzden bu filmde klasik anlatı sistemindeki hiçbir kurulumu bulmanız mümkün olmayacaktır. Haneke filmlerinde içimizdeki ötekine, bu kaçılan içgüdüsel varlığa ve onun ortaya çıkış anlarında hepimize verdiği rahatsızlığa değinilmiştir. Herkes onun işini görüp bir an evvel çekip gitmesini arzular çünkü…
En sonunda suçlunun yakalanacağını bilmek türsel hazların büyüğüdür. Haneke filmlerinde olmaz. Şoklar kısa süreli gerilim sahneleri uzun sürelidir. Haneke filmlerinde tüm bir filme yayılmış gerginliği duyumsamak mümkündür.
Bilinmeyen Kod
Avusturyalı yönetmen Michael Haneke, 1997 yılında çevirdiği “Funny Games” ‘den sonraki bu son filminde, Paris’te yaşayan bir gurup ‘sıradan’ insanın hayatından bölümler yansıtıyor.
Kalabalık bir bulvarda, adamın biri garip bir dilencinin eline buruşturulmuş bir kağıt parçası atar. Bu kağıtta yazılanlar, kendi hayatlarını yaşamakta olan öğretmen Amadou (Ona Lu Yenke), sinema oyuncusu Anne (Juliette Binoche) ve dilenci Maria’yı (Luminita Gheorghiu)bir şekilde birbirine bağlar.(KAYNAK: İNTER SİNEMA)
Filmin açılış sahnesi Tarkowsky’ nin mirror filminde konuşamayan ancak hareketleri dışarıdan bir doktor yada fizyoterapist tarafından belirlenen genç bir erkeğin, ellerini kollarını oynatarak bize bir şeyler söylemeye çalıştığı sahne ile benzerlikler kurularak başlamaktadır. Tek fark bu sefer anlatıcının karşısındaki kodları açımlamak bize değil onu çok daha iyi anlayabilecek olan bir gruba, kitleye sessiz ve dilsiz çocuklara düşmüştür. Biz burada gerçekten konumumuzu oturtmuş izleyiciyizdir. Zaten Haneke’de çoğu filminde izleyiciyi sadece olayların ve yaşananların dışarıdan bir tanığı olmalarına izin verir. Karakterlerle ve olaylarla özdeşleşmelerine çok fazla izin vermez bu anlamda kullandığı kurgular ile de Brechtyen epik tiyatroya da yaklaşmaktadır. Kod bilinemez seyirci de anlayamaz küçük kızın dediklerini…
Bu kodları anlamlandıramamak, içinde yaşadığımız dünyaya yabancılaştığımızın bir göstergesidir. Kendimize inşa ettiğimiz yaşamlarda iletişimin ana durumlarını başarı, zenginlik, statü gibi kodlar almıştır. Bu kodlar gerçek benliğin ihtiyaçlarına göre değil sistemin içinde kendi üzerimizden anlamı yeniden inşa etmek istediğimizde karşımıza çıkabilecek unsurlardır.
Kültürel kodlarla kendini daha iyi ifade etmenin yolu o kültüre ait değerleri kullanmakla oluyor. Kullandığınız nesneler, ürünler sanat eserleri sözcükler üzerinden en nihayetinde kendini yeniden inşa ederek, kültürel sisteme bir kitle kültürü olarak entegre olmayı başarabiliniyor.
Bilinmeyen Kod‘da da hep bir kaçış var zenci çocuk dilenci kadına kağıt atan çocuğun üzerine yürüyor. Ve Funny Games deki psikopatlar gibi kendisini ifade etme ihtiyacı duyuyor. Kimse olayın üzerini kapatıp gitmek istemiyor. Zenci çocuk ve onun gibiler sisteme saldırıyor. Her ne kadar ahlaksal değerleri içselleştirmiş olsalar da mesela kadının aşağılanmasına tepki göstermek çok bastırılmış bir karakter olan Afrika kökeninin kraldan çok kralcı olarak değişmesidir.
Oyun oynama Michael Haneke’nin filmlerinin ortak unsurlarından görünüyor tüm toplum özünde oyun oynuyor gerçeği yaşamıyor. Juliet Binoche da filmde bir oyuncu ancak özellikle kendi hayatında ki insanlarla iletişim sağlarken her zaman hayatın ona verdiği kibirli rollere bürümüş kendisini. Bir kadın toplumda nasıl davranırsa onda bulmak mümkün. Fotoğrafçı sevgilisinin kardeşi yanına geldiğinde onunla konuşma tarzı onun sorunlarını küçümseyerek ve devamlı gülümseyerek dinlemesi bunun göstergesi. Kendi hayatında oyuncu olan, sahte ilişkiler yaşayan ve yaşatan birinin sinemada ve ya tiyatroda insanları gerçekçi anlamda temsil edebileceğine nasıl inanabiliriz ki?
Bu yüzden yönetmen onun kapana kısılmış olduğunu hissettirmek ve biraz olsun kendisi gibi davranmasını istediği için emirler veriyor yönlendiriyor ve gerçek duygularının su yüzüne çıkmasını istiyor ki gerçek Juliet’e hiç de göründüğü kadar mutlu değil bu uçsuz bucaksız bilgi bombardımanında yabancılaşan ve yalnızlaşan insanın artık tek derdinin ölümü yadsıyarak ve etrafındaki tüm ilişkileri arzu nesnesi haline getirerek metalaştırması insanın gerçek yüzünü örtmüş ve her davranışının kodlanmış ve sahte olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu da modern toplumlarda insanların devamlı olarak birbirlerine oyun oynadıkları anlamına gelir. Julliet’e bir oyuncu ancak yaşamış olduğu burjuvavari yalan ilişkiler rollerini yeniden yaratmasına simule etmesine neden oluyor patafizik gerçekliklerin dahi yanından geçmeyen bu davranış biçimleri heyhula öznenin kendini anlamlandırış biçimlerinde özgünlüğünü kaybedebilir.
Küçük çocuğa sataşan zenci toplumun tepkisi ile karşılaştığında Funny Games deki iki sapkın karakter gibi kendini savunmaya haklılığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Ancak yapılan eylemler kocaman bir kalabalığın önünde olduğu için iktidarların güç simgesi polisler tarafından bu anarşist ve baskılanısa karşı çıkan hareket derhal sona erdiriliyor zenci çocuğun polislere direnişine rağmen…
Haneke filmlerinde özellikle benim dikkatimi çeken Bilinmeyen Kod ve Funny Games’de karakterlerini kameraya karşı konuşturuyor. Ve seslendiği kişilerde seyirci oluyor hep belli bir film türüne alışmış beynindeki kodlamalara göre sistemin iyi ve kötüsünü kendi iyi ve kötüsü sanan kişilere sesleniyor. Ve soruyor sizde filmin iyi sonla bitmesini beklerdiniz değimli? Julliete Binoche’da kameraya karşı oynuyor ve tüketim toplumunda ne kadar yabancılaşmış ve zavallı olduğunu tüm çıplaklığıyla yüzümüze haykırıyor.
Film ana temasını Avrupa merkezli toplumların sosyal ilişkilerinin çarpıklığını ilişkiyi belli bir düzleme oturtamayışlarını ve hepsinin kökeninde de iletişimsizlik ve öteki kavramını ele alarak filmi açımlıyor. Bir şekilde bu 7 ayrı kişinin hayatının çakışması ancak yine de kültürel kodlar yüzünden bir türlü aralarında bir anlaşma sağlanamaması ilgi çekici. Göstergelerle idare edilen kitle kültürü dışlamış olduğu benin diğer tarafını, öteki kültürü bir türlü anlamlandıramıyor bu filmde de…
Ve bu yüzden özürleri nedeni ile de olsa bu toplumun genelinden kendi kodlarıyla farklılaşmış bir şekilde ayrılan ve tüm konuşmalarını işaretler sistemi üzerine kuran çocukların hissettikleri tüm bu yeniden yaratım toplumunun gerçeklerinden daha gerçek oluyor. Toplum içinde herkes konuşuyor herkes bir şeyler söylüyor oysaki herkes bir araya gelip düşüncesini öne süremiyor korku ile sindirilmiş bireyler kitlesi iyice tepkisizliğe alıştırmış durumda kendisini… oysaki tam da bu noktada filmin tek konuşan, düşüncelerini açıkça ifade eden kesimi bu ruhsuz kitleden ayrılarak farklılaşmış dilsiz ve sağır çocuklar korosudur. Onlar çaldıklarını duyamsalkarda kendilerini ifade ederler çünkü bazıları gibi bakar kör, kulakları gayet net duyabilen sağırlardan değillerdir. Sağır ve dilsiz olan topluma çok güzel bir gönderme yapmaktadır Haneke 3 maymunu oynamak sağır dilsiz ve kör olan bir maymun olmak değildir. Çünkü bilerek bazı düşüncelerinden feragat etmek, diğer duyguları ve düşünceleri de köreltir kendimizi anlamlandırmanın önüne ket vurur. Oysa ki kendini eğiten bir birey bir duyusunu kaybettiğinde diğer duyularının gelişimine daha fazla ağırlık verebilir bu bakımdan bu sağır ve dilsiz çocuklar Avrupa merkezli modern topluma kimlikleri ile ayna tutan, fiziksellikleri ile benzeşen ancak metaforik anlamda ruhsal anlamda birbirinden ayrılan süreci oluştururlar…
Filmde göçmen bir kadının ailesinden ayrılıp da Fransa da yaşadığı zorluklardan, göçmenlere bakış açısından tutunda bir baba ile oğlu arasında yaşanan gerilimli ilişkilere kadar her şeye yer veriliyor. Bu hayat hikâyelerinin hepsi ayrı ayrı işleniyor. Filmdeki tek anlamları birbirlerini bir şekilde etkilemelerine rağmen birbirlerine dokunamamaları teğet geçmeleridir.
Filmin başında ki çocuğun anlatımını ne olduğunu tam olarak anlaşılmamasına rağmen arkadaşlarının yaptığı tahminler tam olarak anlatmasa da modern toplumların içinde yaşadığı acıklı durumu göstermeye yetiyor. Mutsuz, üzgün, hapsolmuş, saklanacak yeri olmayan, tutuklu. Bu kelimeler modern toplumun ve içinde yaşayan bireylerin ruh haklini açıkça yansıtmaktadır.
Filmde iki ayrı metro sahnesi var birincisinde gazeteci Julliet’in sevgilisi metroya biner. Ve oturduğu yerden güzel kadınları süzer, gülümser onlara kur yapar kadınlara tarafından ters bir tepki ile karşılaşmayan gazeteci metrodan inere. Julliet’in dönüş yolunda başına gelenler ise daha ilginçtir kameranın çektiği konumdan daha gerilerde bir yere oturmayı tercih etmiştir. Etmiştir diyorum çünkü burada sanki kamera bizim gözümüz gibi kullanılmıştır da ondan amatöre yaklaşan basit çekimler sabit bir kamera ve gerçekliğin doğrudan gözümüze sokulmasını hissederiz bu sahnede genç bir zenci, Julliet’e yaklaşmaya çalışır ve ona çok güzel olduğunu farklı olduğunu söyler zenciye göre Julliet ya yolunu kaybetmiş bir leydi bir zengin ya arabası bozulmuş bir hanımefendi, ya da bir sekreterdir patronunun yalakası olan ve zenci bunun çok iyi bilmektedir ki ne yaparsa yapsın Julliet’e ulaşmayı beceremeyecektir. Onun amacı da ulaşmak değil sadece tepkisini ortaya koyabilmektir zaten cevabı kendisi de bilmiyordur. Çünkü çevresindeki kadınların hiçbiri ona bakmamakta hoşlanmamaktadır. Fakat bu kadınları hepsi aynı kokar, aynı hareket eder onları rahatsız edende mutlu eden de aynıdır. Çünkü bu kadınlar sistemin kadınlar üzerinden yeniden ürettiği kadınlık imgesini dışarıya çevrelerine pazarlarlar her hareketlerinde. Eğer bir kadın bu anlamda sizden uzaklaşmaya başlıyorsa bu onun gerçekten ruhuna nüfuz ettiğiniz anlamına gelir ve güzelliği, cinselliği kadınlığı satın alan kadının asıl kadına yani kendisine bu sistem içerisinde hiçbir güveni kalmamıştır artık…
Zenci ailenin çocuklarının sisteme entegre etmek ve hırsızlığın ne kadar büyük bir suç olduğuna dair onu kınayarak ve sertçe eleştirerek yaptığı davranış biçimlendirme çabaları, aslında zencilerin sistem içerisinde kalabilmek ve kendi bireyselliklerini ne kadar yitirdikleri ile görülür bir gerçektir…
Filmin finalindeki davul seslerini sürekli devam etmesi insanlar arasında ki iletişimsizliği gösterirken Funny Games filminde su ya düştüğü için her açılışında sorun veren ve devamlı tekrar açılıp kapanan Nokia telefonun müziğinin tekrar tekrar canlandırılması gibi bir iletişimsizlik ve bir sorunun açıkça göstergesi oluyor ve metaforik anlamda bir şeylere gönderme yapıyor…