Suda Balıklar…*
1956 yılında Dicle Köy Enstitüsü’nü bitirip Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü sınavlarına giderken, başkent, Doğu Ekspresi’nin penceresinden ışıktan bir top gibi görünmüştü bana. Yıllarca özlemini çektiğim tiyatrolar, operalar, konser salonları, kütüphaneler, sergiler, temiz caddeler, o caddelerde hoş kokulu kadınlar… Düşlerimin evreni saydığım bu ışık topunun içindeydi.
Duyguların Anakarası adlı kitabımda (s. 149–153) anlattığım gibi, sınavı kazandıktan sonra, ben de bu kültür evreninde yörüngeme girmiştim.
O coşkuyla Ankara’ya gelişimin ilk hafta sonu akşamı operaya gittim. Bunda Diyarbakır Orduevi’nde izlediğim, baştan sona müzikli “Kırmızı Pabuçlar” filminin de etkisi olmuştu. Operayı ilk görüyordum. Salonundan sahnesine, perdesinden tavan işlemelerine, fuayesinden merdivenlerine… Gördüğüm her yer büyülemişti beni.
İnsanı güzelliğin ağlattığı anlar olur. O akşam, çok kişinin, düz konuşmaların müzikle söylendiğini görüp güldüğü La Traviata’yı izlerken, yüzünde henüz Diyarbakır güneşinin kızgın rengi solmamış yirmi iki yaşındaki esmer gencin gözyaşları görenleri şaşırtmıştı. Kendisi de dar bölgelerden gelip Anadolu’nun sesini Türk şiirinin beğenisi kılan Cahit Külebi’nin, müzikten böylesine etkilenmemi bana yakıştırmayıp yapay bulması çok incitirdi beni.
Oysa ister dağ başında yaşayın, ister Nâzım olup hapislere tıkılın, parmaklarınız çalgı tutmamış, gözünüz nota görmemiş olsun; elinizde kitap varsa, yollar güzelliklere açılır.
Altı yıllık enstitü yaşamımda, bir gün olsun, elimden Cervantes’ler, Shakespeare’ler, Molière’ler, Dostoyevski’ler, Gorki’ler… Düşmedi.
La Bohem’i, Tosca’yı, Aida’yı, Il Travatore’yi, Madame Butterfly’ı Cervantes’le, Shakespeare’le, Molière’le yan yana izledim. Ağlanacaklara onlarla ağladım, gülüneceklere onlarla güldüm…
Nasıl delice bir tutku idiyse benimki; kaçık demelerine aldırmadan, ezberlediğim opera aryalarını olur olmaz yerde söylüyordum.
Ankara’da bir yılımı doldurmuştum. Bir cumartesi akşamı yine operadaydım. Belleğim beni yanıltmıyorsa, sanırım Tosca’yı izleyecektik. Listede Suna Korat’ın adı yazılıydı. Oyun başladı. Ama ses onun sesi değildi. Dayanamayıp yanımdakine sordum. “Sahnedeki Leyla Gencer” dedi.
O gece sanki mutluluğum kanat takmıştı. Hem iki ünlü sanatçının sesini birbirinden ayırabilmiştim, hem New York’ta Metropolitan, İtalya’da La Scala operalarının primadonnasını görmüştüm… Ağladıysam sevinçten ağladım o an.
Bu sabah gazeteyi açıp, “Opera dünyası divasını kaybetti” başlığını okuyunca yine gözlerim buğulandı.
“Leyla Gencer’in cenazesi yarın Milano’da La Scala Operası’nın Santa Babila Kilisesi’nde düzenleyeceği bir törenden sonra yakılmak üzere krematoryuma götürülecek. Külleri daha sonra İstanbul’a getirilerek Ortaköy’de yapılacak bir törenle Boğaz sularına dökülecek.”
Dünya sahnelerinin “La Diva Turca”sının külü Boğaz’da sonsuzluğun yoluna girmiştir.
Öyle bir dünya sanatçısıydı ki o; ister suda balıklara söylesin şarkısını; toprakta böceklere, gökte kuşlara… Sesi yüreğin derinliklerinde kalacak…