Toplumsal Suç*
İnsanı insan yapan etkenlerin başında, düşünceyi sayıyor Blanqui. El becerisini, kafa gücünden daha önemsiz görüyor. Fransa’nın bu ünlü toplumcu düşünürü, insanın araç yapmadaki üstünlüğünü beyne bağlarken şunu da özellikle vurguluyor: “Düşüncenin (beynin) bu ana kaynağına yapılan her saldırı, düşünen insana saldırıdır, yani toplumsal bir suçtur.” (Yeni Ufuklar, s. 271).
Blanqui’nin el becerisini bir yana itmesinin doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılabilir. Beceri yönünden insandan aşağı kalmadıklarını ileri sürdüğü hayvancıkların içgüdüsel davranışlarını insan davranışlarıyla bir tutması da tutarlı sayılmayabilir. Ama, temelde, el becerisinin beyinsel bir etkinliğin sonucu olduğu bir gerçektir. Ne var ki insan, ortam uyumsuzluğunun bilincine erdiği zaman insanlaşmıştır. Doğayı değiştirip kendine uydurmasında da bu bilinç dönemini başlangıç saymak gerekir. Çünkü düşünsel evre, üretkenliğin ilk aşamasıdır. İnsanın araç yapan hayvan dönemine girmesi, kuşkusuz yoğun bir düşünce oluşumuna uğradıktan sonra gerçekleşmiştir. İnsanın bilimsel düşünmesi de üretimsel aşamaya ulaşmasıyla açıklanabilir. Bu açıdan alınırsa, gerçek tarih, olayların dedikodusundan başka bir şeydir. Yani, tarih, insanın beyinsel (düşünsel) etkinliklerin üretime dönüşmesini inceler.
İlk bakışta Blanqui, bu gerçeğe aykırı gelen bir görüşü savunuyor gibi görünüyor. Ancak Blanqui’ın sonuçlarından çok bir ana neden üzerinde düşündüğü de bir gerçek. Bütün bunlara karşın, yüz otuz sekiz yıl önce (1870) söylenmiş bu söz, bugün de geçerli olabilecek bir yargı taşıyor özünde.
Geçen yüzyılın bu ateşli devrimcisinin, devrimi eylemin dışında düşünmeyen bu öncünün beyne yapılan her saldırıyı “toplumsal bir suç” olarak nitelemesi önemli gerçekleri yansıtmaktadır. Çünkü çağlar boyu büyük saldırılar hep düşünceye yapılmıştır. Din gücüyle, yönetim gücüyle, baskı gücüyle öbekleşen egemen güçler düşünceyi söndürmek istemişlerdir. Kimi zaman büyük topluluklar, ayaklanmalar bile tehlikeli görünmemiştir. Krezüs, çarmıha gerilen Spartaküs’üs ordularından çok Spartaküs’ün ektiği başkaldırı tohumlarından ürkmüştür. Korku, Spartaküs’ün kafalara aşıladığı düşünceden doğmaktadır. Bu, tarihte egemen güçlerin nelerden korkmaları gerektiğini belirten ilginç bir örnektir. Blanqui zamanında Fransa’da olagelenler de bu türdendir. Düşünceyi kafalara aşılamak isteyen öncülerle düşünceleri boğmak isteyen egemenlerin savaşı sürüp gelmektedir. Onlar da avlarını çok iyi bilmektedirler. Çelişkilerin yasası hiçbir çağda değişmiyor. Bugün de kime saldırıyorlar? Gerçek bilim adamına (“Gerçek bilim adamı” diyorum, her düzenle işbirliği yapan bilim satıcılarını sergilemek için), öğretmene, yazara, sanatçıya, sendikacıya, egemeni uyandıran yönetmene… Beyni kullanmayı insanlık sayan tüm kişilere saldırıyor. Toplumsallaşmayı gerçekleştiren bu beyinlere saldırdığı için de her gün toplumsal bir suç işleniyor. Oysa düşünceye çekilen her silahın namlusu er geç silah çekene dönecektir. Yüzyıl da sürse, binyıllar da aşsa… Çünkü toplumcu açıdan alınırsa, beyin insanlık adına düşünce üretir. Bireysel ayrıcalıkların doğurdu bir sömürü aracı sayılmamalıdır beyin. Dünyanın önemli çelişkilerinden biri de budur. Egemen güçlerin oluşturduğu uluslar yeşeren düşünceleri alıp durağanlaştırmanın bin bir yolunu buluyorlar. Emek göçünden çok beyin göçü söz konusudur çağımızda. Ne ki, bu sorun üzerinde kimse durmuyor. Beyni satılığa çıkarılan insan da büyük bir kıvanç duyuyor bundan. Büyük başarılara ermiş olağanüstü işler yapmışların yabancılığı sarıveriyor kişiyi. Oysa satılan düşüncedir. Düşünce yalnızca bir toplumu toplum yapmakla kalmaz. İnsana da insanlığını kazandırır. İnsanlığın, düşüncesinin bilincinde olması, yani bir aydınlanma çağı yaşaması bundan ötürü çok önemlidir.
Ortak bir üretim aracı sayarken beyni, şu gerçeği de yansıtmak istiyorum.
Beyin, yüce bir düşünce, dünyayı yerinden oynatan bir buluş, çağları aşan bir sanat ürünü yaratıyorsa, kuşkusuz, bunda bütün bir toplumun emeği vardır. Örneğin bir Einstein varsa, yine Einstein’a yakın binlerce kişi vardır. Zincirleme etkileşim bilimlerde, sanatlar da söz konusudur. Düşünceler, duygular birike birike, birbirini çoğalta çoğalta bir çıkış noktası bulur. Bilimlerin, sanatların, dünyaya (topluma) açıldığı bu nokta bir emek patlamasıdır gerçekte. Beyince gelişmiş kişilerin, gelişmiş toplumlardan çıkması bundandır. Az gelişmiş toplumlarda yetişen öncülerin büyük tepkilerle karşılaşmasının özünde de bu uyumsuzluk söz konusudur. Dünyanın gelişmeye yüz tutmuş bütün toplumlarında büyük çelişkilerden biri de budur.
İnsanı insana yapan, onun düşünebilme yeteneğidir. Düşüncelerini üretime dönüştürme gücüdür. Ama insanı bu yönden değerlendiren yok gibi. Dünyanın baskı örgütler CIA’lar, Mafia’lar insanı kendi beynine yabancılaştırmaya çalışıyorlar. Daha doğrusu, bu gücü hep kendileri kullanmak istiyorlar. Kendi tekellerinde bir beyni istedikleri şekilde biçimliyorlar. Herhangi bir ülkede düşünce gücü toplumu belirmeye başlamasın, birden araya şunlar bunlar giriveriyor. Korku, baskı, insanı sınırlı düşünmeye zorluyor. Böylece en büyük tehlike doğuyor. İnsan kendi beynine sansür koyuyor. Düşünce gerçek anlamda değerlendirilmeyince, insan doğmuş düşüncenin tutsağı oluyor. Az gelişmiş ülke aydınlarının en büyük tutsaklığı buradan doğuyor. Bu tutsaklığı yenenler de faşist yönetimlerle işkencelere uğramakta, ipleri çekilmektedir. Bunun dışında, zorbalık insanı insanlıktan çıkarmıştır. Blanqui’nin dediği de gerçekleşmiştir böylece: “ Mide açlığa dayanamaz. Oysa, beyin kolayca alışır açlığa. Beyin ne denli güçsüz düşerse, o denli açlık duymaz olur. Aşırı besinsizlik, onda, besinlere karşı doymazlık yerine, bir tiksinti, bir isteksizlik yaratır. Beyin, başına gelen kötülüğü duymaz, hoşlanır bile ondan ve kendini bırakıverir bu uyuşukluğun bitkinliğine. Midenin açlığı bedenin ölmesine yol açar; beyin açlığıysa, düşüncenin ölümüne. Artık ortada, salt hayvanca bir yaşantıyı sürdürmekten hoşlanan akılsız yaratıklar kalır kala kala. İşte, zorbalık, düşünce yeteneklerini böylesine ustalıkla körleterek bir ulusun ruhça ortadan kalkmasını sağlayabilir ve onu bir bakıma, insanlıkdışı edebilir. Bir ulus, acısını çektiği kölelikleri, işkenceleri, yoksullukları, açlıkları, her çeşit hoyratlıkları, yıkımları, acıları unutarak, kendini ezenleri bağışlayabilir. Ama beyne yapılan saldırıları, zekâsının söndürülmesini, hiçbir zaman, ama hiçbir zaman, bağışlamaz.”
Uygarlık tarihi bunun örnekleriyle dolu. Ezilen her düşünce, söndürülmek istenen her beyin, daha da dirilerek, güçlenerek varmıştır ileriki yüzyıllara. Beyne indirilen her yumruk, daha da büyütür düşünceyi. Düşünen insanı da etkili kılar. Ne var ki, gene de, insanı insanlaştıran büyük düşünsel aşamaları geriye işletmek isteyenler vardır. Dewey’nin deyimiyle, kültür üstünlüğü sağlamış uluslar, kültürünü yeterince geliştirememiş uluslar üzerinde insanlığın hayvan üzerinde sağladığı baskıyı sağlamaya çalışırlar. Egemen güçler bir beyin çürütücüsü olarak toplumları insanlıktan çıkarmayı gerçekleştirmek isterler. Başvurdukları yöntem de zorbalıktır, baskıdır. Önümüzdeki yüzyıllarda, hatta içinde yaşadığımız yüzyılda insanlığın savaşımı, bu baskıya, bu zorbalığa karşı olacaktır. Bugün kaba güç birçok beyinleri söndürecek gibi görülüyor. Ama her çağda kaba gücün ömrü uzun olmamıştır. Albert Bayet’nin şu görüşleri bu gerçeği kanıtlamaktadır:
“Bazen kaba güç, çıkar ve duyguda bir birlik yaratabilir. Ama, kaba güce dayanan anlaşma her zaman için ömürlüdür; çünkü, içe tepilen öfkeler gizli bir güç taşırlar. Gözünü korkutarak ‘inandığıma inanmıyorum, inanmadığıma inanıyorum’ demeye zorlamak boşunadır. Ağızları tıkanmış vicdanlar, öç alma saatini bekler sessiz sessiz; bu saat de, gelir çatar er geç.” (Bilim Ahlakı, s. 63).
Türkiye bugün, içten olsun, dıştan olsun bir kaba gücün baskısı altındadır. Düşünenle düşünceyi kaba güçle boğmak isteyen arasındaki savaşım doruk noktasına gelmiştir. Bir tok karınlar, ama aç beyinler toplumu yaratılmak isteniyor. Kaba gücün hayvanlaştırılacağı bir toplum…
Bu kör ortamda, beyinsizler gün gün çoğalmaktadır. Bir ayda bir günlük bile iş görmeden paraları cebe indirip Spancer’in mutlu domuzu gibi semiren aydınlar(!), bilim masalarında toto kâğıdı doldurup kahve yudumlayan uzmanlar(!), bilim adına çağdaş bilimi karmaşıklaştıran, onu toplum yararına kullanamayan bilim adamları(!), başkalarını kötüleyerek iyilik bulacaklarını sanan muhabirler… Çoğaldıkça çoğalmaktadır bu kör dumanda. Kuşkusuz, bunların işlediği toplumsal suç, zorbalarınkinden aşağı değildir. Düşünenlerin gerçek savaşı bunlarla da olacaktır.