Uzaklar*
Bir gecenin yarısında,başka bir şehrin koynunda,korkulara uyanmışcasına yanıyor yüreğim.Ellerim nicedir kaçak dokunuşlarından uzak ve nicedir kirpiklerinin gölgesi düşmüyor hüzünden ıslanıp,mevsimi geçmiş bir yaprak gibi sararan yanaklarıma.Dudaklarım uzak,alnında sabahlayıp,alnında uyuduğu günlere ve gözbebeklerim firari sevda sözcüklerinden bin yıldır yoksun geleceğin felaketiyle…
Ayrılık dedikleri şey,adından önce başlayıp,adından sonra biten her şeymiş meğerse.Ve senin adın öyle uzun ki,ne bir saniyeye sığıyor,ne de bütün bir ömrün girdabında kaybolmaya yetiyor,yettiriyor bir nefeste.
Şimdi çıksam yola.Mola yerleri ve istasyonlardan başka hiçbir kıymetlisi olmayan o yollara düşsem.Yürüsem geceler boyu,içimde büyüyen kavuşma sevincinin ağırlığıyla ilerlesem saatlerce.Tekrar yankılansa defalarca kulaklarımda sesin.Yüzün,ilk gördüğüm günkü gibi en insan haliyle gülümsese yüreğime.Zeytinlikler ve denizler aşsam,tuzu özleyen yanlarımın en derinine bassam ve kanayan her zerrede yine,yeniden adınla kaybolsam…
Biliyorum,her ayrılıkta bir hasret türküsü söylüyor dilim.Seninle geçen günlerin diyetini ödercesine acılıdır sözlerim.Yüreğim o yollara çoktan çıktı inan ve çoktan alıp başını,o kayıp adresini aramaya başladı gözbebeklerim.Şimdi,sıkıca sarılıp sana,öperek defalarca hüzünden ağarmış gözlerini,içimden geçenleri hiç nefes almadan anlatmak vardı sana.İki cümlede bir sabırsızlanan ellerinin varlığını bilerek dinlemek vardı kederden çatallaşan sözlerini,sesini.Ama hepsi uzak şimdi…
Bir şarkı çalıyor yine,hiçbir nota çıkmıyor parmaklarından.O çok sevdiğim yağmurlar ıslatıyor hala,evet;ama…Anlamsız her kelime şimdi,basit ve eksik.İçimdeki yangını anlatmıyor hiçbiri,hiçbiri içimi yaktığı kadar yakmıyor üzerinde yandıkları toprağı,geçmişi…Keder can suyu olup akıyor gözlerimden,bir noktası bile vuslatı ıslatmıyor,ayrılığı her defasında ıslattığı gibi.Seni dinliyorum sevgilim,tam da şimdi…
RÜVEYDA
fezayı bağlayarak yorgun kanatlarına bir güvercin uçurup kıtalar arasından çağırdın beni
geçerek birer birer sürgün kanyonlarını derbeder koşup geldim ışıldayan tahtına yarım koyup bir bardak kurşun rengi çayımı yıkarak yalnızlığa kurduğum sarayımı
yetim çığlıklarımı duyurmak üzere sana koşup geldim; iliştir beni memnu bahtına adını söylemek istemiyorum
her hecesi amansız bir kor dudaklarımda her harfine yıllardır şimşeklerle yarıştım zindanlara karıştım, ölümlerle tanıştım adını söylemek istemiyorum
Rüveyda dediğim zaman
anla ki, senin için yürüyor kelimeler çığlığımın atardamarlarından hangi yıldızdır bilmem, gözlerin kayar da üzerime Rüveyda
önce tuhaf bir deprem yayılır bedenime sonra açılır önümde ıstırab vadileri silik renkleriyle adımlarıma
çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir hayalin bittiği menfeze doğru
alaca bir at koşar içimde zamansız, mekansız nefese doğru uslanmaz bir yürek taşıdığıma dair
yaygın bir kanaat dolaşır aynalarda oysa Rüveyda
baştan başa ben
kevser akan, gül kokan bir kalbin filiziyim
kitaplara sürdüğüm kapkara lekelerden bir anlatsam nasıl utandığımı
bir doğrulsam eğrildiğim yerden ağarır tanyeri nilüferlerin
alaca bir at koşar içimde ezer toynaklarıyla anılarımı
sular köpürmemeliydi Rüveyda kırılmamalıydı ıslak dalları hasret selvilerinin ben zehire alışkınım, şerbete değil
rüyalar nefret eder avare duruşumdan kabuslar çekerek ancak derdimi yeryüzünde sen gün boyu simsiyah bir ufukla beraber ben her gece bir mehdi türküsüyle çilekeş yargılamak için zeval kayıtlarını
inkilap bekliyorum
hangi umut çiçeğidir bilmem, ellerin uzanır da gönlüme Rüveyda derinden bir ok saplanır bağrıma beynimi çağıran bir sese doğru alaca bir at koşar içimde
zamansız, mekansız nefese doğru varlığın cinayettir memleketimde işlenen akıtır kanını asil pehlivanların
yokluğun sükunettir kuşatır evrenimi varlığın ve yokluğun ölümüdür baharın artık eskisi gibi bakamıyorsun göklerinde bir belkıs otururdu Rüveyda binlerce gökkuşağı olurdu kirpiklerin güneş bir ane gibi dururdu başucunda artık dokunamıyor kakülün bulutlara karalara bürünmüş saçlarında dolunay
NURULLAH GENÇ