Asayişten Güvenliği, Polis-Toplum El Ele*
15 Kasım 2002’de gösterime giren Ümit Ünal imzalı “9” filmi, polis teşkilatına yaptığı eleştiriden ötürü 21. İstanbul Film Festivali‘nin Ulusal Yarışma kategorisinde yarıştığı sırada sansürlenmek istenmiş, ancak ortaya çıkan tepkiler sonucunda sansürden geri adım atılmıştır. Ümit Ünal’ın ilk filmi olan 9, mahalledeki kimsenin nereden geldiğini bilmediği kimsesiz Yahudi bir kızın İstanbul’da yine aynı mahallede öldürülmesi üzerine yapılan sorguyu konu almakta. Polis tarafından şüpheli olarak görülen dokuz kişinin (dokuzuncu kişi, filmin asıl devam edilebilirliğini sağlayan ve öldürülen kişidir- Kirpi) film boyunca polis kamerasına konuşmasıyla, ekranda görünmesiyle devam ediyor ve bir kişinin suçlu olmadığı halde yine polis tarafından kurban olarak seçilmesiyle sonlanıyor. Polis teşkilatının işlediği suçları keyfi olarak bir kurban bulup onun üzerine atmasını konu eden filmin sansürlenmek istenmesi de bu yüzden. Genel olarak sorgu odasında, yani tek mekânda geçmesine ve durağan sahnelere sahip olmasına rağmen oldukça etkili bir izlenim oluşturan 9, başarılı oyuncuları, ustalıklı kurgusu ve peş peşe gelen akıcı diyaloglarıyla izleyicinin merak duygusunu sürekli olarak tetikliyor. Milliyetçilik, vatan, güvenlik, korku, yabancı (bizden olmayan/öteki) imgesi, Komünizmin bir tehlike olarak görülüşü ve genç kuşağa zaman içinde bazı kavramların ters yüz edilip, bazı değerlerin anlamları yer değiştirilerek pompalanışının başarılı yansımalarını filmde gördüğümüz karakterler üzerinden bir Türkiye eleştirisi olarak okuyoruz. Boynunda Davut Yıldızı (Magen David) kolyesini taşıyan, harabe bir sinagogda, mahallelinin getirdiği yiyeceklerle yaşamını sürdüren ve Türkçe bilmeyen kızın ölümü (Mahallelinin deyimiyle, Kirpi), altı köşeli olan yıldızın ve dokuz kişinin sorgulanması, sorgu odasındaki altı rakamının ardında yatan ve işin görünmeyen kısmını anlatan birbirine bağlı metaforlarla çevrili. Hz. Davut’un kılıcında, Tanrı’nın koruyuculuğunu temsil eden bu yıldızın altı köşesi, halkın koruyuculuğunu temsil eden polis ile bağdaştırılmış ve sorguya çekilen kişilerin de işin görünmeyen yüzünün, yani asıl suçun kimde olduğunun izlenimini detaylandırarak, Türkiye/Türkiyeli portresi üzerinden mükemmel bir şekilde ortaya çıkarmış.
Polis teşkilatı görevinin getirdiği yükümlülüklere bağlı olarak; bir ülkenin huzurunu, güvenliğini ve düzenini sağlamakla beraber, kişinin emniyetini sağlayan, toplumun canını ve malını muhafaza eden, yardım isteyenlere el uzatan, kanunların kendisine verdiği görevleri icra eden, silahlı icra ve inzibat kuvvetidir. Emniyet Teşkilatı olarak da geçen Polis Teşkilatı, toplumsal ve politik değişimler sonucu, kendini var olan duruma ve iktidarın getirdiği görev yetkilerinin sınırlarının artırılmasına ve yeni ihtiyaçlara göre düzenler, ancak asli görevi toplumsal huzuru sağlamak, toplumda patlak veren karışıklıkları önlemek, halkın can ve mal güvenliğini sağlamaktır. Bu tanımdan yola çıkılarak, tarihsel süreçte ve şimdiki zamanımızda olagelen polis-vatandaş ilişkisinde toplu olarak bir hafıza kaybı yaşamamız gerekirse, polis teşkilatının ülkelerin vatandaşları tarafından çok sevildiğini, kamu yararına toplumun mutluluğunu sağlamak amacıyla elinden geleni yaptığını, özellikle de demokrasiyle yönetildiğini savunan ülkelerde halk iktidarından gelen halkçı tavrıyla hep halkın yanında olduğunu zannetmemiz mümkün görünüyor. Ama madalyonun diğer yüzündeki görüntüler ve yaşananlar veya polise düşen görevlerin ne kadar toplum yararına olduğu ve polisin iktidarı mı yoksa halkı mı koruduğu ve bunu yaparken de keyfi/sorumsuz davranışlarının olduğunu görmezden gelmek bir çocuk kandırmacasından bile daha trajikomik olan bir hale dönüşmüyor mu?
Ülkemizde mutlaka her sene ve belki senede her ay, hatta ayda pek çok kez polisin henüz olay haline gelmeyen olaylara bile müdahale ettiği ve kaos ortamı yaşanmazken, ortalığı büyük bir savaş alanına çevirmeye niyetli olduğunu yadsıyamayacak hale geldik. Polis haftasında verilen süslü ve güler yüzlü mesajlar, polise duyulan tepkinin azaltılmasına yönelik yapılan filmler, diziler gerçeği baskılamaktan ve saklamaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Bugünkü haliyle bir polis modeli, insani görünümünden çok karşımıza çıkan Robocop prototipleriyle insanda korku uyandırmakta ve yaşanılan olaylar da bu konuda ikilem yaratmayacak şekilde korkuyu desteklemektedir.
Ülkemizde polisten korkulmasının ve polise saygı duyulmamasının nedeni yalnızca anarşizme bağlanmamalıdır. Çünkü bugün iktidar tarafında olsun veya olmasın, halkın iyiliğini isteyip, yalnızca kendi bakış açısında oluşan bir iki olumsuz gidişatı anlatmak için sokaklara dökülen, hakkını arayan, söz söylemek ve geleceğinin karanlık olduğunu düşünüp buna çare aramak isteyen kişiler de polisin saldırısına uğramaktadır. Kaldı ki, böyle eylemlerle sesini duyurmak isteyenler bir yana dursun kaza kurşunuyla can veren veya yetkileri genişletilerek sokakta terör estiren polisler tarafından ‘olayın yanlış anlaşılması’ sonucu güme giden vatandaşlarımız da mevcut. En son 1 Mayıs olaylarında hastaneye polis tarafından gaz bombası atılması veya bir turistin dövülmesi, kafeteryada oturan bir adamın hiçbir şey yapmadığı halde dayak yemesi de toplumun içindeki olumsuz hisleri artırmakta, ancak herhangi bir ayaklanma yaşandığında hâlâ gerçekleri görmekte inat eden veya sindirilerek susturulan ya da medyada “ANARŞİSTLER! KOMÜNİSTLER!” adı altında suçsuzları suçlayan, polisi aklayan çok güvenilir haber kaynaklarımız zaten bilgisiz olan halkı kendine zorla veya doğrudan inandırabilmektedir. Bugün sesini çıkaran anarşist olmakta, kendi derdini anlatmaya çalışan bölücü olmakta, konuşan tekme tokat dövülerek kan revan içinde ‘dersini almakta’, seksen öncesi süreçteki gibi ‘kayıp’ olmakta veya bir daha hayatı boyunca unutamayacağı darbelere maruz kalmaktadır. Sonuç: “Yapılan araştırmalara göre X, Y veya Z olayda polisin tavrı normal bulundu. Memurlarımız suçsuzdur.”
“Açız” diye bağıran, “İşsiziz” diye feryat eden milyonlarca insan suçlu öyleyse… Açsa kendini assın; işsizse, parası yoksa vursun kendini ya da bir iyilik yapalım, biz vuralım, biz dövelim. Polis emir kulu, ülkenin can damarı olan insanlar suçsuz; öyleyse suçlu kim? Her gün halkla dalga geçen iktidar/muhalefet mi? Polisin çocuklarının da, ordunun çocuklarının da hatta belki bir gün gerçekten bu ülkenin vatandaşı olup -Amerika’da yaşamayı adet edinmeyi bırakırlarsa eğer- politikada rol alan bireylerin çocuklarının da bu ülkenin can çekişen büyük kısmının içinde bulunduğu durumla aynı duruma geleceğine akıl erdiremeyen ülke yönetiminde öyle veya böyle söz sahibi olan yöneticiler, kurumlar ve havarileri mi?
Bilen, okuyan, susmaya çalışan –ama nereye kadar- her kişi gibi bizler de ülkenin içinde bulunduğu ‘vur kafasına al ağzından lokmasını’ tavrını bir zamanlar M. Kemal Atatürk’ün içinde bulunduğu duruma benzetmekteyiz. Ne kadar vahim ki, onun da bir zamanlar yalnızca halkının ve kendisinin hakkını araması gibi hem parçalanmış olan ülkesi, hem de aç kalan insanları için hesap soruşu anarşizm ve bölücülük olarak karşılanmıştı. Üzülerek hiçbir şeyin değişmediğini, Türk halkının kendine güvenen ve kendi hakkını arayan bireylerden oluşmadığını, kendi kendini yiyip bitirdiğini bu ülkenin gençleri olarak görmekteyiz. Korkunun ecele faydası yok; açlığa, sefalete, işsizliğe, işgale karşı duruşun simgesi olan Atamızı iç çekerek anmak değil, iç savaş çıkacak korkumuzu bir yana bırakarak, tanımda da yazdığı gibi polis-ordu-halk el ele olmaktan başka çaremiz yok. Çünkü gidişat bu yönde ilerlerse onların da kendilerini veya kendi çocuklarını güvenli bir şekilde emanet edecek huzurlu bir ülkeleri yok.
Yunan Polis Teşkilatını Alın da Başınıza Koyun…
Gencecik bir çocuğun öldürülmesiyle başlayan polis-vatandaş kavgası dünyanın pek çok ülkesinde protesto edildi ve medyanın önderliğinde ‘anarşik’lerin yeniden hortlaması süslü anlatılarla yeniden gündeme geldi. Yunanistan’da çıkan olay, bir grup gencin alkol alıp polise sözlü saldırıda bulunması ve en nihayetinde içlerinden birinin boş bira kutusunu polise fırlatması sonucu çıkan arbedede bir gencin öldürülmesi olarak anlatılmakta. Bazı diğer kaynaklarda çeşitli anlatımlar da mevcut, ama o an olay yerinde olanlar, olayı dışarıdan izleme imkânı bulan kişiler olayın gelişimini böyle aktardı bizlere.
Bir gencin vurulması olayını Atina sokaklarında olayı protesto etmek ve “bir gün biz de onun yerinde olabiliriz” denilerek eğitim kurumlarının, öğrencilerin, çalışanların, hatta ev hanımlarının bile tepkisini çekti ve Aleksandros için herkes sokaklara döküldü. Ancak ilerleyen zamanlarda olaylar şiddete dönüştü, yağmalama olayları patlak verdi. İşsizlik ve düşük gelire duyulan tepki bir gencin öldürülmesiyle beraber yükselerek yönetime ve onun koruyucularına karşı büyük bir şiddet patlamasını beraberinde getirdi. Yağmalamalar Yunan vatandaşları tarafından başlatılsa da bundan ucundan kıyısından sebeplenmek isteyen göçmenler de olay yerinde görülünce tüm suç onlara –örneğin Arnavutlara- yıkıldı yine devlet-medya işbirliğiyle. Polis, bütün bu olaylarda elinden geldiğince şiddete başvurmadı, her zaman yaptığı ve olması gerektiği gibi kendini korudu sadece; üzerlerine atılan molotof kokteylleri ve taşlara rağmen.
Yanı başımızdaki ülkede başbakana tüm derdini usturuplu veya araya küfür sıkıştırıp sayarak, kimi zaman kafasına kül tablası bile atarak bir duruma ne kadar çok sinirlendiğini gösteren, nüfusu İstanbul’dan bile az olan bir ülke halkı, o halkın içinden gelen bir birey veya gruplar her şeyi göze alarak sesini duyurabiliyor ve “sıkıysa beni/bizi suçlu bulsunlar” diyebiliyordu. Çünkü onlar da biliyordu ki, bu kişileri seçenler kendileriydi. Gerekirse ülke başsız kalsındı. Gerekirse bölücüler olsundu. Nasılsa güvenleri vardı kendilerine, topla tüfekle şov yapmadan, boy gösterilerine gerek duymadan, milliyetçiliğin suyunu çıkarmadan milliyetçi nasıl olunur biliyorlardı. Milliyetçilik önce kendilerinin ve içinde yaşadıkları halkın sorununu dinlemek, gerekirse beraberce bu probleme çözüm bulmaktı. Devlet, ordu, polis birliği Hak getire… Bugün cuntacılar ya utancından dolayı yurt dışında yaşamakta ya da sokağa bile çıkamaz haldeler. Halkın kendine karşı olana, kendi zararına iş görene uyguladığı linç bu olsa gerek. Oysa bizde en ufak bir problemde bile yaftalama teknikleri, akılsızlaştırma teknikleri, sesini duyuran olsa bile umursamama teknikleri ve ülke gitti elden korkutmaları, tabii bir de faili meçhul (!) cinayetlerimiz o kadar başarılı ki; boy gösterilerinde bas bas bağırdığımız, marşlarla yürüdüğümüz o kendine güvenen, cihanı inleten, kendiyle gurur duyduğunu söyleyen “Türk”/”Türkiyeli” kimliğiyle şu anki davranışlarımızın uzaktan yakından ilgisi yok.
Komşuda pişer bize de düşer…
Öyle olmasını isterdik, ama yine aynı dertleşmede onlara dediğimiz gibi “Polis var, o olmazsa ordu var.”
Ordu, Türk milleti için önemli ve kutsal bir yere sahip olmuştur her zaman. Son sözü söyler, son darbeyi koyar. İktidar/muhalefet kavgasında bir ülkenin en az 20 yıl gerileyeceğini bile bile öyle çok kişi ordunun darbe yapmasını istemişti ki… Sudan sebeplerle kendi kendimize düşmeye ne kadar da hevesli olduğumuz bu isteklerden sonra bir daha tokat gibi yüzümüze indi. Laik-türbanlı tartışması, ülke gitti elden feryatları bugün bile söylenmekte. Oysa rahatı yerinde olanlar görmüyor mu ki asıl konu ne Atatürk, ne türban ne de laiklik… Tüm bunlarla çocuk oyalıyorlar demek çok isterdik, ama gerçekten oyalıyorlarmış gibi bir manzara var karşımızda. Her şey bitti, herkesin rahatı yerinde, gelirler tavan yapmış durumda, alım gücü az farklarla bile olsa bütün insanların elde ettiği bir olgu ve geriye Atatürk’ün içki içmesi, sigara tüketmesi (sanki kimse bilmiyormuş gibi), türban takanların Atatürk/laiklik düşmanı olması, takmayanların veya Atatürk’ü sevenlerin dinsiz ilan edilmesi tek derdimiz. Ha tabii bir de bitmek (ya da bitirilmek istenmeyen) bilmeyen terör sorunumuz var. Neden acaba?
Amaç paraysa, bir diğerinin üzerine basıp el altından ganimeti cebe indirmekse o kişilerin de ne kadar bu ülkenin iyiliği için iş yaptığını sormamak elimizde değil. İç savaş çıkması korkusu değil hiç biri, çünkü bizim iç savaşımız birleşmediğimiz için hiç bitmedi. Bizim bireysel bencilliğimiz, bırakın diğer insanlara arka çıkmayı, büyüklerimizin, “Ben kendimi kurtardım ama evladım, acaba sen ne yapacaksın, hadi sen de şans eseri kurtardın diyelim, ama çocuğun aç kalacak.” cümle kuruluşlarına kadar vardı (üç kuruş parayla evlenmeyi başarabilirsek, bir de 3 çocuk peydahlarsak bir hesap yapmamız gerekirse vay halimize… O çocuklar ‘beni niye dünyaya getirdin!’ diye ailesini linç eder). Ve peşi sıra gelen gençlerin delirmesini önlemeye çalışan aynı trajikomik söz; ‘Allah büyüktür…’ Büyük olduğunu hepimiz bilmekteyiz, ama onun bize verdiği akıl diye bir şey de var.
Kırık dökük Türkçesiyle konuştuğumuz arkadaşlarımızdan birinin sözü hiç çıkmadı aklımızdan: “Sizde iki tabu var, biri Kemal, diğeri din. Bizde de Venizelos ve din önemli, ama bu kadar çok değil. Oysa her iki halk da Venizelos’u ve Kemal’i anlamadı. O kadar yazdılar, o kadar konuştular, yine anlamak istedikleri gibi anladı. Bugün Kemal ve Venizelos heykel, havaalanı ismi ve sokak isminden başka bir şey değil. Görseler ne halde olduklarını ne yaparlardı acaba? Dinler de insanların işine geldiği gibi anlaşılıyor. Para kazanma veya kavga etme nedeni olarak ortaya çıkıyor. Oysa dinler insanların birliğini ister, parasız yere iyilik yapmayı söyler…”
Not: Yunanlılar Atatürk’e hep ‘Kemal’ der. Şimdi bunun için de bir tartışma nedeni çıkarmayalım.
Yazıya Hasan Bülent Kahraman’ın, nasıl korku toplumuna dönüştüğümüzü (ya da gereksiz korkular yaratmayı ve birilerinin bizleri ezmesi alışkanlığımızı yüzyıllardır hiç bırakmadığımızı) Radikal gazetesindeki ‘Şeytan Avı’ adlı yazısından bir alıntıyla bitirmek isterim.
“Korku bu toplumun eroini. Bu toplumun yönetenleri yönetilenleri korkuyla bir arada tutuyor. Korku bizim iletişim aracımız. Onunla toplumsal dayanışma ve paylaşma duygularımızı da fark ediyoruz. Toplu tapınmamızı gerçekleştiriyor, sonsuz bir masalın büyüsü içinde asla erginleşemeyeceğimiz bir çocukluğu yaşıyoruz. Şiddet, olmayan bir korkudan beklenir ve sonunda her şeyi kapsayan bir faşizme dönüşür.”