Bilgisizliğin Kör Karanlığı*
Lüleburgaz Sanat Lisesi’nden iki öğretmen, emekli bir arkadaşlarının kurduğu sanat atölyesinin girişine Leonardo Da Vinci’nin “Altın Oran” yontusu figürünü yapmaya koyuluyor. Böylece büyük sanatçının bu deha ürünü eserinin bir örneği halkın beğenisine sunulmuş olacaktır.
Doğada göze hoş görünen her şey, Leonardo Da Vinci’nin “Altın Oran”ındaki denge üzerine kuruludur. Bunun doğruluğu matematikçilerce sayısal olarak da kanıtlanmıştır.
Kuşkusuz, doğanın insana bağışladığı gözü, bilimin gözüne dönüştürenler ayırt edebilecektir bu oranı.
***
Bilgisizlikten kötü hastalık yoktur; öyle ki, bilgi yoksunları, hem bilmediğini bilmez, hem bildiğinin kof temeller üzerine oturduğunun ayrımında değildir.
Önce, atölyenin kapısına bir torba dolusu dışkı bırakarak “tebliğ”de bulunuyorlar. Birer gün arayla da kim bilir “sadaka dağıtan” hangi karanlık yüzlü kara yobazın kışkırtmasıyla, iki genç, birbirinin ardından gelip kapıya dayanıyor:
“Burada kilise yapıyormuşsunuz diye duydum.”
“Buraya İsa’nın çarmıha gerilişi yapılıyor.(…) Niye elin gâvurunu yapıyorsunuz, bizden birilerini örneğin Mimar Sinan’ı yapsanız daha iyi olmaz mı?”
***
Onunla da kalmıyorlar, sanatçıların günlerce üzerinde çalıştıkları yontuyu bir gece paramparça ediyorlar.
Saldırganlar, en başta resim, yontu, müzik gibi, insanlığı birbiriyle kaynaştıran sanatların kilise de geliştiğini bilseler bunu yaparlar mıydı?..
Yobaz, bilginin düşmanıdır; mahalle baskısı saldırganları ortada bomboş dolaşan yobazlar arasından çıkıyor; daha beterini de yaparlardı!
Tecavüz, öldürme, çalıp çırpma olaylarının, darlık içindeki insanların yoğun olduğu yerlerde yaşanması rastlantı değil.
Bununla da kalınmıyor; “din” adı altında kafatası ritüellerle doldurulanlar, iç özgürlüklerini yitiriyorlar. Bu koşullanmayla insanın kendi içine kapanması, başkasının onu baskı altında tutmasından da tehlikelidir.
İnsanımız, şu sıralar sokak başlarında mahalleli adına asayişi sağladığını sanan bu dengesiz adamların yarattıkları olayların kurbanı oluyor.
***
Din, dogmalardan kurtarılırsa gerçeklik kazanır. 13. yy koşullarını düşünelim; o dönemin medreseleri tembellik yuvası değildi. Tam tersine tasavvufun, dinsel felsefenin tartışıldığı mekânlardı.
İbadete ney üflemeyi, oyunu sokan Mevleviliğin gerçekte bir düşünce devrimi olduğunun kanıtı, Mevlana’nın “Mesnevi”sidir, “Divan-ı Kebir”idir, “Rubaileri”dir.
Nü’lerin kalçalarına tülbent örttüren galeri yöneticilerinin, sergilerde nü’leri aforoz eden cumhurbaşkanlarının, “Böyle heykelin içine tükürürüm” diyen yöneticilerin Müslümanlıklarına kanmamalı; onlar ne Mevlana’yı tanırlar, ne onun yazdıklarından iki satır okumuşlardır…
***
Yazının sonuna gelmiştim ki, Mersin Atatürk Parkı’nda Uğur Mumcu’nun “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” sözünün yazıldığı anıtının kaidesine sert bir cisimle yazılar yazıldığını okudum Cumhuriyet’te. Elindeki saz kırılarak Karacaoğlan yontusu da bu saldırganlıktan nasibini almıştı.
Sanatı tahrip et, aydınlanma burçlarına saldır; sana “barbar Türk” demelerine öfke duy!..
Bilgisizliğin kör karanlığı kafaları öylesine sarsmış ki o kafaya aydınlığın fanusu geçirilse, yobazlık virüsü saklanacak bir yer bulacaktır…