Gülüşüyle Karanlığı Yırtan Aydın: Onat Kutlar*
Evimizde Cumhuriyet gazetesi okunur ancak herkes tüm yazarları kendi kendine keşfetmez. Buna fırsat kalmadan içimizden birisi dili, görüşleri, dünyası ile kendisini etkileyen bir yazarı diğerine öneriverir. Özellikle ortaokul, lise yıllarımda böyleydi bu. Onat Kutlar, o yıllarda önce annemin keşfettiği bir yazardı. Büyük zevk alırdı annem Onat Kutlar’ın yazılarını okumaktan. Binbir kültür denizinde dolanırken bile okuyucusuna yüksekten bakmayan, okuyucusuyla çok içten ve sıcak bir iletişim kuran Onat Kutlar, bizim dünyamıza da işte böyle girmişti. Sinemacı kimliğinden çok gazetemizin bir yazarı olarak… “ Annemin yazarı” olarak…
Tüm şehirleri, köyleri, kokuları, geceleri, düşünürleri, öyküleri ile Anadolu’nun eksik olmadığı yazılarının ana örgüsünde hep edebiyatın soluduğunu keşfettiğimde mi artık benim yazarlarımdan birisi olmuştu? Herhalde. Şiirden ve felsefeden köprülerle birbirine eklediği her bir anının, imgenin, düşünce dizisinin içerisinde katışıksız bir insan sevgisi olan, şehirlerin nasıl planlanması gerektiğinden, sinema üzerindeki tekellerin kaldırılmasına kadar hem ülkesinin hem de yaşadığı dünyanın tüm sorunları ile ilgili, mizahı kaleminden eksiltmeyen, asla karamsar olmayan “ gerçek” bir aydın. Gözlerinin içi hep gülen bir bilge…
Sevgili Onat Kutlar’ı yitirdiğimiz zaman tam 20 yaşımda bile değilmişim. Yazılarından beslenmeye henüz başlamış olduğum bu güzel insanı kaybettiğimiz dönem ardı ardına çok kötü olaylar yaşadığımız, aydınlarımızı yitirdiğimiz bir dönemdi. Uğur Mumcu’yu aydınlıktan korkanların hain saldırısı ile yitirişimiz,
37 aydınımızın gericiler tarafından Sivas’ta yakılması nerdeyse dün olmuş gibiydi. O sıralar Ahmet Taner Kışlalı’yı da çok geçmeden bir bombalı saldırıda yitireceğimizi henüz bilmiyordum ancak güçlü olarak hissedebildiğim bir şey vardı. Anadolu toprağının taşıdığı insan sevgisini, evrensel kültürü ne yazık ki hiç hissedememiş, çıkar peşindeki insanların yaydığı karanlık gittikçe koyulaşıyordu. Koyulaşan bu karanlık o çok korktuğu aydınlığı yok etmek için her türlü kire ve kötülüğe hazırdı. Ancak şaka olabileceğini düşündüğüm şeyler oluyordu bir yandan. O sırada ODTÜ’de okumak için İzmir’den Ankara’ya geldiğim için hatırladıklarım daha çok Ankara’nın üzerindeki karanlığa dair. Ülkemizin başkentinin Büyükşehir belediye başkanı, seçildikten hemen sonra Ankara’daki bir parktan 2 heykeli Türk örf ve adetlerine uygun düşmediği gerekçesiyle kaldırtıyor ve “ böyle sanatın içine tükürürüm” diyordu. Aynı belediyenin meclisi ise kentin Hitit güneşi olan amblemi yerine camiyi kabul ediyordu. 30 Aralık 1994’te İstanbul’daki “ The Marmara Oteli”nin pastanesindeki bomba patladığında işte böyle bir karanlık içerisindeydik zaten. Ortaçağ karanlığını temsil eden bu bomba özellikle birisine yönelik değildi ancak bütünüyle aydınlığı temsil ettiğinden olsa gerek sevgili Onat Kutlar hepimiz adına göğüsledi bu bombayı.
Aydınlık insanlara ya da genel olarak aydınlığa yönelik bu bombaların bizlerin de bir parçasını öldürdüğü kesin. 30 Aralık’tan 11 Ocak’a kadar aldığımız her Cumhuriyet gazetesini, Onat Kutlar’ın iyi olduğu ve hastaneden çıktığı haberini okuyacağımız umuduyla açıyorduk kız kardeşimle. Kendisine geldiğini, konuştuğunu ve belden aşağısı felç olarak da olsa yaşayacağını okuduğumuzda çok sevindiğimizi hatırlıyorum. Demek ki Onat Kutlar da yıllar önce Server Tanilli’nin yaşadığına benzer bir olay sonrası bedeninin bir kısmını karanlıkta yitirmiş olacak ancak yine tıpkı bir diğer “ gerçek” aydınımız Server Tanilli gibi yazıları ile çalışmaları ile bizi aydınlatmaya devam edecekti. Bu düşünceler içindeyken, Onat Kutlar’ın yaşayacağını düşünmeye başlamışken bir sonraki gazetede Sevgili Onat Kutlar’ı yitirdiğimizi okuduk. Ülkemizdeki büyük bir çoğunluğun ne o zaman ne de şimdi bu büyük kaybın ayırdında olduğunda sanmıyorum ancak ben o günkü hüznümü, sonraları yürekte silinmez bir ize dönüşen acımı hatırlıyorum, hala taşıyorum. Üniversiteye yeni başlamış benim ve kız kardeşim gibi gençler yanında, o sıralar ilkokula, ortaokula giden hatta daha doğmamış milyonlarca gencin, topraklarında yetişmiş nice büyük değeri bilen, böylelikle kendi gücünün farkında olan, sırtı dik gençler olabilmesi için Onat Kutlar’a ihtiyacımız vardı. Kimimiz ailemizden ve çağdaşımız diğer aydınlardan, ölmüş olsalar da eserleriyle bizi aydınlatmaya devam eden aydınlardan bu önemli öğretileri almış olabiliriz. Ancak gitgide artan bir şekilde yaygın olanın, ticari olanın “başarılı” bulunduğu, ciddi şeylerden söz edenlerin “ dinozor” olmakla suçlandığı bu yoz kültür ortamında gençler aslında farkında olmadan aşağılık kompleksi ile, yabancı hayranı olarak yetişiyor. Onat Kutlar kendisinin de aramızdan yitişine neden olan terör için “ herkesin kaybettiği tek oyun” diye yazmıştı. Bu cümle ilk başta akla getirdikleri yanında bana bunları düşündürüyor. Geleceğimizin yoz kültür ile boğulmasını bir “ kaybediş” olarak görürsek terörle yitirdiğimiz her aydın kültürsüz bir gelecek için karanlığın bir adım ilerlemesi demektir.
Patlamadan önce yazdığı ve hastanedeyken yayımlanan son yazısında yazdığı gibi 1995 yılına Piyer Loti’de kahvesini yudumlayarak giremedi belki Onat Kutlar ama zaten böyle bir söz vermemişti. “Büyük olasılıkla” orada olacağını belirtmişti. “ 1995 bir bahar aydınlığı ile başlamıyor” diye sürdürdüğü yazısındaki onca karamsar Türkiye atmosferine rağmen niye o yazı beni hüzne boğmuyor? Tüm sahteliklere, yalanlara ve gökyüzündeki kire karşı bu denli temiz ve güzel kalabilen bir insanla aynı topraklarda yaşamış olmaktan duyduğum onur yüzünden sanırım.
Onat Kutlar bir yazısında “ Sevgili dostlar, umutsuzluk benim işim değil. Ama galiba biraz geç kaldık” demiş. O yüzden gerçekçiliğe evet ama hüzne ve umutsuzluğa yer yok. Bilmem neden, Onat Kutlar’ı tanıyan yazarçizer dostlarının hep sözünü ettiği gevrek kahkasını kolaylıkla duyabiliyorum. Tüm fotoğraflarında gülüyor Onat Kutlar. Karanlığın en içine, en koyusuna bakıp gülmeye devam etmek gerek. Gerçek bir gülüşün güneş yüzü ile…
Patlamanın olduğu gün yitirdiğimiz arkeolog Yasemin Cebenoyan’ı da saygıyla anıyoruz
Onat Kutlar’ın 93-94 yılında Cumhuriyet gazetesi’nde yayımlanmış yazılarından oluşan “Gündemdeki konu “ isimli kitabından günümüze ışık tutan bazı alıntılar.
“ Türkiye bir bunalım dönemi yaşıyor. Irk, din, inanç, ekonomi, bireysel kimlik konularında derin bir bunalım. Her yaştan, her kesimden, her ırk ve inanç grubundan insan içinde bu bunalımın. Buradan nereye varacağız? Ortaçağ öncesinin karanlığına mı, bir iç savaşın kanlı bataklığına mı yoksa tam bir kaosa mı?
…sevgili yabandji dostlarımız, boşuna kimlik bunalımı çekmeyin. Oturun biraz ilgilenin bu ülkenin geçmiş ve bugünkü uygarlığı, kültürü ile; bu toprakların yetiştirdiği yazarları okuyun, şairleri okuyun; tiyatrosunu, sinemasını tanıyın; yapı taşlarına ve mimarlarına dikkat edin, biraz alçakgönüllü olun….”
“ …..ortaçağ karanlığının her gün biraz daha koyulaştığı,köylerin, kasabaların, kentlerin etnik boğuşmalarla kan gölüne döndürüldüğü,gerçeğin mafya liderlerinden sorulduğu,hapishanelerde yazarların, bilim adamlarının çürütüldüğü, devletin ve halkın iliklerine kadar soyulduğu, soygunun soyana kar kaldığı, goygoycuların minareye kılıf hazırladığı,eğitimin ve yönetimin şeriatçılara teslim edildiği, politikacıların çoğunun iktidar labirentlerinde kaybolduğu ya da çıkar peşine düştüğü, erdemin, dürüstlüğün, onurun unutulduğu, kültürün kültürfizikle karıştırıldığı bu şiddet, soygun ve ikiyüzlülük toplumunda birçok kişi, tıpkı benim gibi, herkesin şıkıdım şıkıdım oynamadığının farkında”
“ Barış , uygarlığın çocuğudur”
“Ölüm, yolun sonuna yerleştirilmiş bir aynadır. Arkasındaki sır nedeniyle öbür tarafı göstermez, bu tarafı gösterir. Yürünen yolu. Yani yaşamın kendisini”