Yusuf’un Sonbaharı*
1990’lı yılları durgun geçiren Türk Sineması, 2000’lerle birlikte yapım sayısını temel alırsak yükselişe geçti. Artan yapım sayısına rağmen nitelikli eser sayısında ciddi bir gelişme yaşanmamış olması ulusal sinemamız için ciddi bir soru işareti. Ülke sineması olarak değil ancak yönetmen ve bazı eserleri anlamında geçmişte de uluslar arası başarılarımız olmuştu. Yılmaz Güney ve toplumsal gerçekçi-siyasi sineması bu konuda gösterilebilecek belki de en iyi örnek. 2000’lerde ise bunu sürdüren isimlerimizin başında Nuri Bilge Ceylan’ı görüyoruz. Geride bıraktığımız yılın sinemamız için en heyecan veren eseri olarak gösterebileceğimiz, Özcan Alper’in ilk uzun metrajı “Sonbahar”, başta Altın Koza olmak üzere ulusal ve uluslar arası birçok ödüle layık görülmüş bir yapıt. Ceylan’ın melankolik ve durağan sinemasıyla Güney’in sosyal-ideolojik içerikli anlatımını adeta bir araya getirmiş film sadece Özcan Alper’in değil sinemamızın geleceği için de umut vaat eden etkileyici bir çalışma.
Film bizi gerçek görüntüler eşliğinde 2000 yılındaki “Hayata Dönüş Operasyonu”yla karşılıyor. Çevik kuvvetin “Yaşam Kutsaldır, teslim olun. Ailenizi, arkadaşlarınızı düşünün…” anonsuyla birlikte filmin muhalif tavrını daha baştan hissediyoruz. Bu operasyonun nedenini, içeriğini, sonucunu anımsamamızı istiyor yönetmen. 2000 yılında F tipi hücre sistemini protesto eden çoğu 12 Eylül ve sonrasının solcu hükümlüleri, açlık grevine başlıyorlar seslerini duyurmak için. Bu eylemin etkisiz kalmasıyla ölüm orucuna başlayan hükümlüler 19 Aralık tarihinde(filmin gösterim tarihi de 19 Aralık) başta Ümraniye Cezaevi olmak üzere tam 20 cezaevinde eş zamanlı olarak planlanan kimilerine göre Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra en kapsamlı askeri operasyonla bastırılıyorlar. Helikopter destekli yaklaşık 10.000 çevik kuvvetin görev aldığı operasyonda kendilerine en fazla taş ve sopayla karşılık verebilecek hükümlülere karşı binlerce gaz bombası, ağır otomatik silahlarla birlikte teni eriten kimyasal silahlara da başvuran güçler, sonucunda 32 kişi hayatını kaybetti yüzlerce kişinin yaralandığı operasyona verilen adı tam tersine çevirdiler. Hayatını kaybeden 32 kişiden ikisi askerdi ve yetkililerce yapılan açıklamaların tersine adli tıp raporlarınca çevik kuvvetin kendi silahlarıyla öldürüldükleri ortaya kondu. Yaşamın kutsallığından bahsedilerek başlatılan harekâtta kendi arkadaşları dâhil onlarca kişinin yaşamını sone erdirdi çevik kuvvet. Filmin ana karakteri, genç oyuncu Onur Saylak tarafından sade ve başarılı bir oyunculukla canlandırılan Yusuf, bu müdahaleyi yaşamış ve sonrasında nakledildiği F tipinde açlık grevine devam eden bir sosyalist. Açılış sekansından sonra hapishanenin revirine götürülen Yusuf’un ciğerlerinin iflas ettiğini öğreniyoruz. Paralel kurguyla bize gösterilen ve ölümü simgeleyen karga motifiyle beraber Yusuf’u bekleyen sonu anlıyoruz. İki dünya arasında ruhları taşıyan kargayı filmin ilerleyen bölümlerinde de sık sık göstermekte ya da sesini duymamızı sağlamakta yönetmen. Birkaç aylık ömrü kaldığı için afla salıverilen Yusuf son baharını yaşamak için memleketi Çamlıhemşin’e, Doğu Karadeniz’e doğru yola koyulur. Çamlıhemşin şivesiyle Lazcanın konuşulduğu ana evine döndüğünde geçmişini, yarım kalmış gençliğini, değişime uğramış yaşamları, değişime uğramış/uğramamış dostlarını, umudu, aşkı, melankoliyi son bir kez yaşamaktadır.
Filmin etkileyici görüntüleri, Karadeniz’in eşsiz doğası ve insanın ruhunu okşayan Karadeniz’in yerel müziği Sonbahar’ı sarsıcı konusuyla birlikte daha da güçlü bir eser haline getirmiş. Yusuf’un annesi rolünde Gülefer Yenigül doğallığıyla bir annenin sıcaklığını izleyiciye vermekte. Yusuf’un Gürcü aşkı fahişe Eka’yı canlandıran Megi Aboulzade ve dostu Mikail’e hayat veren Serkan Keskin yine duru ancak akılda kalıcı oyunculularıyla göz doldurmakta. Yönetmen Özcan Alper başta Çehov olmak üzere Rus Edebiyatı’ndan etkilenmiş biri olarak Sonbahar’da hem taşranın hüznü anlamında hem de birebir alıntılarla filmin katmanlarını arttırmıştır. Aslında filmin sonlarına doğru Yusuf ve Eka’nın birbirlerinden habersiz olarak aynı anda TRT 2’de izledikleri “Vanya Dayı”dan yapılan alıntı çok önemli: “Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı! Çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz…” Yusuf karakteri ilkbaharını bile tam olarak yaşayamamış bir sosyalist olarak son baharını işte bu şekilde her şeye rağmen yaşayarak(!), umutla geçirecektir. Filmin yaşanmış ve yaşanamamış geçmişe özlemi yansıtan melankolik anlatımına bir de bu “sonlar melankolisi” eklenmiştir. Yusuf’un gençken sabahladığı kumsalda son kez yürümesi, Karadeniz’in eşsiz havasını son kez koklaması, arkadaşı Mikail’le Karadeniz’in olmazsa olmazı yaylaya çıkmayı son kez hem de karda kışta yapması, gençken çaldığı parçalanmış tulumu film boyu onararak son kez çalması… Asla sömürüye kaçmadan, izleyiciye yalın ve sanatla harmanlanmış bir şekilde aktarılmaktadır bu duygular. Yusuf’un umudunu ve yaşamın ta kendisine ve göremeyeceği geleceğe olan inancını en net gösteren durumlardan biri de ilkokul öğrencisi Onur’a matematik dersi vermesidir. Her ne kadar “son kez” buz dansını izleyerek Onur’u biraz üzse de filmin sonlarında gördüğümüz şekilde verdiği söz olan bisikleti çocuğa alarak belki de yaşayamayacağı geleceği ve ideallerini Onur’a taşımak istemiştir. Filmin diğer hâkim duyguları elbette yalnızlık ve ölümdür. Yalnızlık konusunda Yusuf’un sık sık evde odasına kapandığını ve uzun süre hücre hapisliğini hala yaşadığını gösterir yönetmen bize. Anası ve arkadaşlarının köye, kasabaya inmesini söylediklerinde olumlu yanıt verse bile hep isteksizdir. Her ne kadar yalnızlığı tek başına satranç karesinde biraz gözümüze soksa da yönetmen bu duyguyu filmin geneline yaymıştır. Kalabalığın olduğu her ortamda Yusuf’un soyutlanmış ve yalnızlık hissini izleyici olarak bizler de hissediyoruz. Ölüm hissini taşıyan film zaten ölüm orucu direnişiyle başlayıp film boyu bizi takip eden karga motifiyle bunu fazlasıyla yaşatmaktadır. Yusuf’un katıldığı ancak sonradan yalnızlığı tercihen ayrıldığı cenaze dışında en önemli detay film boyunca evinin avlusunda yattığı ve adeta açık mezar hissi veren oturaktır. Müthiş Karadeniz doğası bile bu açık mezar hissini alıp götüremez. Ölüm hissini takiben direniş olgusunu da bulabiliriz Sonbahar’da. Zaten politik duruşu nedeniyle baskıya ve zulme karşı direnme ve mücadeleyi doğası gereği taşıyan sosyalist Yusuf, değiştiremediği gerçeklere karşı her ne kadar edilgin görünse de içsel dünyasında direnmektedir. Film boyunca adeta bir yan karaktere bürünen Karadeniz, Yusuf’un ruh halinin ve o dışa sessiz gelen iç çatışmalarının da gözle görünür halidir. Bazen durgun, bazen parlak, bazen bulanık ve filmin sonuna doğru kabarmış, coşkulu, öfkeli, fırtınalar kopan bir dünyadır Karadeniz ve beraberinde Yusuf’un içselliği. İşte Yusuf’un her şeye rağmen umudunu, dik duruşuyla sağlamlaşmış direnişini bu dev dalgalara karşı duruşuyla da görürüz. Bu umudu ve direnişi kendi içselliğinden aldığı kadar saf ve imkânsız aşkından da almaktadır. Hapis hayatı öncesi aşkı bir kez yaşamıştır Yusuf ancak değişmeyen dostu Mikail’in aksine eski aşkı evlenmiştir(değişmiştir). Yusuf son baharındaki son aşkını Gürcü Eka’yla yaşamaktadır. İlk karşılaşmaları bir kitapçıda olmuştur. Yusuf’un Eka’dan etkilendiğini kitap raflarına bakarken yaşadıkları anda görürüz. Rus Edebiyatı’na yönetmenle birlikte yarattığı karakterler Eka ve Yusuf da ilgilidirler. Eka kitabı alıp çıktıktan sonra satıcının “Bunların orospuları bile kültürlü oluyor” sözü Yusuf’u kızdırır. Kadına hakaret, her doğu Avrupalı kadına hakaret ve her şeyden öte hoşlandığı kadına hakarettir bu. Bu imkânsız(!) çiftin bir sonraki karşılaşmaları pavyondadır. Mikail’in zoruyla pavyona giden Yusuf, Gürcü kızla bir kez daha karşılaşır. Evliliğinden, taşraya kapalı kalışından ve gençlik ideallerinin yerle bir edilmesinden dolayı mutsuz, hayalsiz ve yenilmiş bir hayat sürdüren Mikail, yaşayamadığı hayatı “hayat kadınları”nda aramaktadır. Yusuf’un kaldığı otel odasına arkadaşına kendince kıyak geçerek Eka’yı yollar. Yusuf istediğinin bu olmadığını söyleyerek Eka’yla yatmaz. Sabaha kadar birbirlerinin hayat hikâyelerini dinleyen ikili arasında daha derin bir bağ ortaya çıkar. Yusuf’un umudunu, direnişini güçlendiren işte bu bağ ve aşktır. İmkânsızlığını bildiği halde Yusuf’u pasaport almaya iten umut hissi işte buradan gelir. Bu karşılıklı aşk bedenlerinin ilk ve son kez birleşmesine götürür çifti. Ama Eka’nın vizesi bitmiştir ve sınır dışı edilir. Tıpkı Yusuf’un ciğerlerinin bitip yaşamdan sınır dışı edilmesi gibi… Sonbahar her şeye rağmen umudu kaybettirmeden umutsuzluğu bize yaşatan bir aşk hikâyesini barındıran bir yapıttır. Filmin uzun kapanış sekansı adeta bu durumun özetidir. Yusuf film boyu onarmaya çalıştığı tulumu çalmaktadır. Biran çalmayı keser ancak annesi gençken çok güzel çaldığını söyleyerek devam etmesini ister. Oğlunun son kez çaldığı tulumun tınısı bir ağıda dönüşürken kamera bizi odadan alıp Karadeniz’in doğasına çıkarır pencereden. Burada omuzlanmış sessiz bir cenazeyi görürüz. Tam olarak seçemediğimiz tabut sanki kızıl bayrağa sarılı görünümü verir. Ağıt devam ederken yönetmen şu sözlerle tamamlar Yusuf’un son baharını: “Her daim düşleri peşinde koşan, sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”
Bu müthiş kapanış sekansı ve söz filmin sanatsal ve hikâyesel tavrının özeti olmanın yanında politik duruşunun da özeti gibidir. Yönetmen kendi yoldaşlarıyla birlikte bu ülkede on yıllardır saldırıya, katliamlara, idamlara maruz kalmış tüm solculara adamaktadır yapıtını. Son sahnedeki cenazenin Yusuf’un cenazesi olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Ancak o kızıl tabut sadece ana karakterin değil, tüm devrimcilerin hatta devrimin kendisinin tabutu olarak da görülebilir. Eka’nın dediği gibi Yusuf gençliğini sosyalizm idealine feda etmiştir. Ve her şeyden önemlisi pişman değildir. Sadece yenilmiştir. Ancak kaybeden sadece o değildir. Değişen dünya düzeni Türkiye’yi etkilediği kadar tüm dünyayı etkilemiştir. Kuşkusuz en çok etkilenen taraf Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte doğu Avrupalılardır. Sonbahar’da Eka’nın vücudunda hayat bulan kişisel dramının ötesinde değişen ve gitgide yozlaşan yeni dünyadır. Bu düzende Sovyetlerin üniversite mezunu kadınları bir anda hayatta kalabilmek için “hayat kadını” olmak zorunda kalmışlardır. Yusuf kendini sosyalizm için feda ederken Ekaların çoğalmaması için de feda etmektedir kendini bir anlamda. Çünkü galip gelen Kapitalist blokla birlikte sosyalist düzenin kadınları meta haline getirilmiştir. Yönetmen evrensel muhalif duruşunu ulusal anlamda da cesurca göstermiştir. Ara ara gerçek görüntüler eşliğinde gördüğümüz “Hayata Dönüş Operasyonu”nun dışında Yusuf’un ıslık eşliğinde baktığı gençlik fotoğraflarındaki sol yumruğuyla beraber 1996 yılının şiddetle bastırılan YÖK protestosuna gideriz. Yine gerçek görüntülerle ve devrimci marş eşliğinde 90ların sert biçimde bastırılan öğrenci eylemlerine tanık oluruz. Yusuf’un televizyondan izlediği avukat Behiç Ak’ın F tipine karşı ölüm orucu eylemiyle birlikte yönetmen yine gerçek görüntüler eşliğinde muhalif duruşu ortaya koymaktadır. AKP’nin samimiyetten uzak adalet bakanını da gördüğümüz bu bölümün dışında sağcı hükümetlerin yıllar boyu sürdürdüğü ve mevcut iktidarın son darbeyi indirdiği Karadeniz Sahilyolu inşaatını ve yerle bir edilen doğayı gösterir bize yönetmen arka planda. Filmi Türk Sinemasında siyasi sinemanın en başarılı örnekleri arasına taşıyan bu sahnelerin yönetmen tarafından sloganlaşmadan, gözümüze sokulmadan derinlemesine verilmesi Sonbahar’ın bir diğer başarısıdır.
İlk uzun metrajıyla oldukça başarılı bir iş çıkaran Özcan Alper’in sonraki işlerini şimdiden merakla beklememizi sağlayan Sonbahar’ı, güçlü anlatımı, etkileyici görüntü ve müziklerinin yanında melankoliyi kişiselle birlikte toplumsal ve siyasi bir anlatıya işleyen duruşundan ötürü izlemenizi tavsiye ederim değerli dostlar. Ucuz güldürülerle donatılmış salonlarda kendine bir nebze de olsa yer bulabilen Sonbahar’ın yanında Rus Edebiyatı’nı keşfe davet ediyorum sizleri. Sadece yönetmene ve filme saygıdan ötürü değil Yusuf’un son baharının ağıtına eşlik etmek için…