Söyleşi: Berrak Taranç

Söyleşi: Berrak Taranç*

 1962 İzmir doğumlu olan Berrak Taranç, 1983’te Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü’nden mezun oldu ve yine aynı üniversitede Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yüksek lisansını yaparak Sanatta Yeterlilik unvanını aldı. 1984 yılında Ege Üniversitesi, Devlet Türk Müziği Konservatuarı’nda Öğretim Görevlisi olarak iş yaşamına başladı ve 1990 yılında Doçent’liğini aldı. Pek çok ulusal ve uluslar arası yarışmada dereceleri bulunan Taranç’ın, uzun araştırmalar sonucu yazdığı, Ürün  Yayınları’ndan  çıkan Akdeniz Müziğinin Türk ve Yunanlı Kökenleri ve İki Kıyının Müziği adlı kitapları bulunmaktadır. Halen Ege Üniversitesi Devlet Türk Müziği Konservatuarı’nda Profesör olarak görevine devam etmektedir.

Akdeniz oldukça geniş sınırlara dayanan bir havzada yer alıyor. Çok çeşitli ülkeleri, özellikleri, formları bünyesinde bulunduran bu havzanın kültüründen, insanlarından, yapılarından ve özellikle de müziğinden bahsedecek olursanız neler söyleyebilirdiniz?

Akdeniz çok önemli bir havza ve müzik alanında geçişkenliği olan bir havza. Her şeyden önce İyonya kültürünü barındıran bir yapısı var ve Anadolu kültürü ile İyonya kültürü bir araya geliyor. Bu iki kültür aynı olmasına karşın Anadolu kültürü pek çok uygarlıkları bir arada ve kendi içinde barındırıyor. Ayrıca Orta Asya’dan göçle birlikte Türk kültürünü de ortaya koyuyor ve Şamanizm ile Paganizmin ve üç dinin buluştuğu, kesiştiği bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Bu birlikteliğin yanı sıra üç din arasında düşünsel anlamda geçişkenlikler de söz konusu. Çünkü buradaki en önemli işlevi Anadolu yükleniyor. Mevlana’nın, Hacı Bektaşi Veli’nin, Yunus Emre’nin hoşgörüsü sayesinde ve bu ekoller sayesinde dinler arasında da hoşgörü oluyor ve bu hoşgörünün hem insanlar arasındaki iletişimde hem toplumlar arası iletişimde hem de kültürler arası ve sanattaki iletişimde geçişkenliklerin olduğunu ve bununla birlikte bir kaynaşmanın kültürler arasında yaşandığını görüyoruz. Örneğin herhangi bir müziği dinlediğiniz zaman o ritmi değiştirdiğiniz anda bu müziğin flemenkoya da uygulanabildiğini, rembetikoya da uygulanabildiğini, tango formuna dönüştüğünü de çok rahat görüyoruz. Zihniyetler aynı olduğu için sözel yapılarda çok büyük farklılıklar yok, ama toplumların benimsediği ritimsel öğelerde farklılıklar var ve bu ritimlerle oynadığınız zaman bir de bakıyoruz ki çiftetelli bir Musevi müziği haline veya bir rembetikoya dönüşmüş. Gürcülerin, Ermenilerin, Azerilerin çok önemli modları ve makamları var. Yeniçeri sisteminde devşirme sisteminin olması, bu kültürlerin birbirlerinden kız alıp vermesi, belirli bir süreç içinde kendi inanç sistemlerini taşımaları ve daha sonra bunların kendilerini Alevi kültürüne yakın hissetmeleri de çok önemli ve Akdeniz havzasında yalnızca camiler değil, aynı zamanda Alevi tekkeleri de çok önemlidir. Sünni kültürünün yanında Alevi kültürü de Akdeniz havzasına damgasını vurmuş ve çok önemli bir etkisi var. Çok büyük araştırmaların sonucunda Selanik’te, Girit’te bu tekkelere de ulaştık. Bunlar yıkılmamışlar ve yapıları hiç değiştirilmemiş ama kültür merkezleri  olarak  kullanılmaktalar oranın yerli halkı tarafından.

Başarılı bir eğitimcisiniz ve Akdeniz kimliğiyle, Akdenizli olmakla yakından ilgileniyorsunuz. Peki, konservatuarda verilen eğitimde Akdeniz müziği de yer alıyor mu? Akdeniz içinde geçen hangi müzik ekollerini Anadolu kültürüne daha yakın buluyorsunuz?

Akdeniz ekolü diye düşünülerek özel bir eğitim verilmiyor, ama Akdeniz müziğine özgü enstrümanların eğitimi yapılıyor. Örneğin kanun, tef, ud, kemençe gibi sazlar Akdeniz’e özgüdür ama bizde klasik kemençe Yunanistan’a baktığımızda lira olarak karşımıza çıkıyor hatta orada Lira Barlar var; bizim Türkü Barlarımızın benzeri. Bizde Türkü Barlarda daha çok bağlama  bulunuyor ve Türk Halk Müziği enstrümanlarının yanında Batı Müziği enstrümanları oluyor. Bizdeki Türkü Barlar aslında İzmir’deki Rembetiko kültürünün bir devamı. Rembetiko, İzmir’deki ‘Kafe Amane’lerde başlamış ve bu kafelerde “aman aman yandım aman” sözleriyle ezgiler söylendiği için ismini de Hayyam’ın Rubasisinden Rembetiko olarak almış ve İzmir’deki bu rembetikoların Kafe Amanelerde oluşum sürecindeki gelişmenin aynısını Türkü Barlar 1980 sonrası, 1990’lara daha yakın yıllarda yaşadılar. Yunanistan’a baktığımızda da Lira Barlar’da sadece Lira ile veya Buzuki ile eşlik ediliyor. Unutulmaması gerekir ki kültürler arası geçişkenlikler gibi müzikteki  geçişkenlik de çok önemli. Bakıldığında bir Sefarad, Aşkenaz müziği gibi bir Yahudi müziği ile bir Rembetiko veya Rus müziği, hatta Kafkas ve Ermeni müziğine baktığınızda bir flemenko aynı potada, aynı havzalarda, değişik potada yorumlanıyor ve ezgiler incelendiğinde birbiriyle aynı olan çok büyük özellikler göze çarpıyor. Ayrıca modlar ve makamlar arasındaki benzerlik çok fazla. Bunu ben iki kitabımda ortaya koydum, özellikle Akdeniz Müziğinin Türk ve Yunanlı Kökenleri adlı kitabımda ortaya koydum. 4047 ezgiyi inceledik 30 kişilik bir grupla ve bu iki yıl sürdü ve bu modlar ve makamların benzerliklerinin nerede olduğunu, nerede ayrıldıklarını çok net olarak ifade ettik. TRT repertuarında kayıtlı 4047 ezginin 172 tanesinin mod ve makamlarının aynı özellikleri gösterdiğini tespit ettik ve bu, kültürlerarası etkileşimde çok önemli bir unsur taşıyor. Önemli olan bir ikinci unsur, bir Mevlevi müziği dinlediğiniz zaman Hıristiyan Ortodoks müziğine benzerliğini gözlemleyebilirsiniz, hatta Yahudi müziğinin de kilise müziğiyle bir benzerliğini yakalayabilirsiniz. İstanbul’da 3 dinin hoşgörü içinde yaşamış olmasının etkileridir bunlar ve kültürler arasındaki geçişkenlik gibi dini müziklerin ezgileri arasındaki geçişkenliğin en büyük nedeni de havranın, kilisenin ve caminin kapılarının bu hoşgörü çerçevesinde açık olmasıdır. Akdeniz havzalarına baktığınızda cemaat çok büyük önem taşır ve her dinin cemaatinde bulunan insanlar birbirlerine saygı gösterdiklerinden, hoşgörü içersinde yaşadıklarından kültürel etkileşimler kaçınılmaz olmuştur.

Sizi böyle bir araştırmaya iten neden neydi?

1997’den beri ben bu konu üzerinde çalışıyorum. İki kez UNESCO bestelerimi kabul etti. Yunanistan’a gidiş gelişlerimiz zamanında kültürlerimizin çok yakın, benzer olduğunu gördüm ve daha sonra bir araştırma raporu hazırlamaya karar verdim. Ege Üniversitesi Bilim Teknoloji ve Araştırma Merkezi, Araştırma Fon Saymanlığı, 04 Devlet Türk Müziği Konservatuarı 002 numaralı Avrupa Birliği Akdeniz İşbirliği (MEDA) Çerçevesinde Yaşayan Akdeniz Müziklerinin Kökenlerinin Araştırılması (Türkiye-Yunanistan) isimli projem 2007 yılında tamamlandı ve bir belgesel haline getirildi. Bu araştırma raporu o kadar  genişledi ki bir kitap olabilir diye düşündüm ve Akdeniz Müziğinin Türk ve Yunanlı Kökenleri diye kitabıma başladım, fakat daha sonra baktım ki bir  kitapta toparlanması çok zor çünkü bir mübadele yaşandı ve Akdeniz, göçlerin ve mübadelelerin olduğu bir toprak parçası. Önce mübadele öncesi Anadolu’nun Akdeniz kültüründeki ve müziğindeki yerini belirlemeye çalıştım. Ben bu döneme birleşme, kaynaşma adını veriyorum. Mübadele sonrası, yani ayrışma döneminde müziğin yerini, konumunu belirlemeye çalıştım ve bunu, günümüze kadar getirdim. 2004 yılında Kıbrıs’ta Doğu Akdeniz Üniversitesinde uluslar arası bir sempozyumda Akdeniz müziğinin yapısal özelliklerini içeren bir bildiri sundum ve bu bildiride Akdeniz müziğinin yapısal özelliklerini, olduğu gibi ritmin belirlediğini ifade ettim ve farklı bir dilde okunan bir şarkıyı, örneğin bir şarkıda İspanyolca okunan şarkının sözlerini Yunanca olarak değiştirdiğimizde bunun Rembetiko’ya dönüşebildiğini veya başka bir dilde bir Sefarad ezgisine dönüşebildiğini, yine bunun gibi, başka bir gırtlak nağmesinde okuduğumuzda bir bozluğa dönüşebildiğini açıkladım ve bunların örneklerini de sundum. 25 kişilik çalışma grubumuzda bunu teker teker seslendirdik, hatta aynı türküyü İtalyanca olarak söylediğimizde ve operada çalışan bir birey tarafından söylendiğinde onun bir İtalyan aryasına dönüştüğünü, Fransızca söylendiğinde bir Fransız Chanson’una dönüştüğünü gözlemledik. Demek ki burada Akdeniz havzasında büyük geçişkenlikler var, ama dilin özellikleri müziğin de belirleyici özelikleri olarak karşımıza çıkıyor. Aynı ezgi böylelikle çok değişik dillerle karşımıza çıkabiliyor.

Tarihe dönüp bakıldığında Anadolu’da müzik, genelde azınlıkların mı elinde kaldı?

Osmanlı müziğinde Arap etkileri de var ve büyük geçişkenlikler de söz konusu. Ama saraylarda padişahları yetiştiren anneler genellikle değişik uluslardan, Akdeniz uluslarından gelen kadınlardan oluşuyor ve her şeyden önce onların ninnileriyle padişahlar büyüyorlar ve ne olursa olsun, anne belirli  bir  süreç içinde çocuğu üzerinde etkili ve o yüzden Osmanlı müziği çok uluslu bir  yapıdan oluşuyor. Azınlıklara bakacak olursak, Osmanlı içinde azınlıklar müzikte takdir edilen bir yerdeler, yani Osmanlı sarayında hem Rum besteciler var, hem Ermeni besteciler var. Örneğin Ermeni üstat Hamparsum Limonciyan vardır ve Ermenice notalar var. Dimitri Kantemiroğlu notası var. Bir Ebcet  notası var ve bunun gibi nota sistemlerine baktığımızda bunların azınlıklardan geçtiğini görüyoruz. Tüm bunların Donizetti Paşa’ya kadar olan süreç içinde tamamen alfabelerden oluşan nota sistemleri olduğunu ve azınlıkların da müzikte çok büyük katkılarının olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bakacak olursak sıfatı üstat olarak geçen pek çok Türk üstadının hocalarının azınlıklardan oluştuğunu veya azınlık olarak bilinen ve müziğe büyük katkılar sağlayan pek çok kişinin hocalarının Türk müziği üstatlarından olduğunu ve müzikteki geçişkenliklerin de böylece beslendiğini, doğduğunu gözlemleyebiliriz.

Türkiye Akdenizli, olmasının neresinde? Akdeniz insanının uzun yemek saatli sohbetleri, eğlencesi, müzikli dansları; oturup alkol almaya dayalı bir bira kültürüne dönüşmeye başladı. Sizce bu hareketliliğin ve asıl kültürümüzün geri plana atılmasının nedeni nedir?

Bu, bizim yaşlarda pek böyle değil. Bakılınca şarap kültürü olanlar, rakı ve uzo kültürü olanlar gözlemliyorum. Genellikle Ayvalık, Edremit, Dikili bölgelerinde uzo kültürü ve Ege Bölgesinde şarap kültürü, şarapla ilgili yapıların da olduğunu gözlemliyorsunuz. Yemek kültürümüz değişim gösterdi ne yazık ki. Her yerde bir çiğköfteci, lahmacuncu olduğu gibi simit saraylarımız ve fast food’larımız türedi. Ama bunun yanında İzmir’de İkiçeşmelik’te, Tilkilik civarında meyhane kültürü vardı ve bu meyhane kültüründe mezeler vardır. Mezeler, Akdeniz’e aittir. Balık kültürü de mezelerle beraber oluşmaya başlamıştır ama dikkat edecek olursak, Türkler, balık kültürüne uzaktır. Yine de zaman içersinde Anadolu’da da denizcilik kabul görüyor. Şu an bira kültürü varmış gibi görülse de hepimiz yaygın olarak Akdeniz kültürüne aidiz. Bence Akdeniz kültürünün en yaygın olarak yaşandığı alan, Türkiye’de İzmir diye düşünüyorum, çünkü İzmir insanının hayata bakış açısı bu şekilde olduğunu gösteriyor, ama Akdenizlilik yalnızca yemek, müzik, dans değildir; aynı zamanda mitolojisi, efsaneleri ve filozoflarıyla da ön plana çıkar. Ege, bu açıdan çok önemli bir yer taşır. Ama soruya geri dönecek olursak Türkiye insanının bu özelliklerden kopuşunun en büyük nedenini maddi olumsuzlukların etkilediği bir gerçek. Üniversite mezunlarının işsiz kaldığı bir ülkeden bahsediyoruz ve bu anlamda bakılacak olunursa bütün harcamalar çocuğun eğitiminin üzerine odaklanıyor ailelerde. Ama ne yazık ki bu eğitim yalnızca matematik ve fen konularına gidiyor. Herkesin şu anda ilk düşündüğü çocuğunu en iyi şekilde yetiştirebilmek ama iyi yetiştirmek derken bu çocuğun ne derece iyi yetiştirildiğine bakmak gerek. Bu anlamda sanat, sosyal aktiviteler dışlanıyor. Bireyler yalnızca derslere bağlı yetişiyor. Ben okuyunca şaşırıyorum, Akdeniz uçuklukları  kaçıklıkları olan bir havzadır. İnsanlar içindekileri saklamazlar, ortaya dökerler. Kahkaha atmaktan, derdini anlatmaktan çekinmezler. Eğlencesinden vazgeçmezler. Akdeniz insanı deşarj olabilen, duygularını yoğun yaşayan, kavgası bile ortada olan, genellikle hayatla ve kendisiyle barışık olan insanların yeri olduğu için Akdeniz’de cinnet olayları yoktur, hoşgörü dolu olan bir ortamdır. Açık havada olup biter her şey. Tiyatrolarımız, sinemalarımız bile öyleydi. Maddi çıkar sağlamak için kültürü kurban etmek ve belirli kısıtlamalara gitmek, Akdeniz insanını,  ruhunu  sıkan  bir  hale  dönüştürür.  Ama  bu  sıralar  bu  olaylar  öyle yoğunlaştı ki, belirli kalıplara girmek, belirli kısıtlamalara gereğinden çok sabır göstermek ne yazık ki insanları da çığırından çıkardı ve ben bu konuda Akdenizli olmaktan uzaklaşmaya başladığımızı görüyorum ve ne yazık ki toplumun gidişini hiç iyi görmüyorum…

Selin Süar

*https://issuu.com/azizm/docs/edergihaziran2009

Bunu paylaş: