Deniz, Kültür, Sinema – Onur Keşaplı

Deniz, Kültür, Sinema* 

 

GİRİŞ

Akdeniz denildiğinde tartışmaksızın akla ilk gelenler deniz-kum-güneş üçlüsüdür. Her biri kendince sürprizler taşıyan binlerce koy ve körfezi, ister iri tanecikli olsun ister alabildiğine küçük tanecikli kumlarıyla birlikte güneşin yakıcığıyla adeta flört eden masmavi serin sular Akdeniz’in uluslar arası tanımı olagelmektedir halen. Tatilcilerin, dinlencenin vazgeçilmezidir Akdeniz. Tüm  bu fazlasıyla çekici doğal güzellikleri olumlu etkilerin yanında olumsuzları da beraberinde getirir Akdeniz için. İnsanların belki de güneşten kamaşan gözleri, Akdeniz’in kültürüne, “dünyanın merkezi” sıfatını hak etmesini sağlayacak tarihine hak edilen değerin gösterilmesini engeller. İlklerin coğrafyasıdır Akdeniz, tarihin en büyük imparatorluklarına ev sahipliği yapmıştır. Farklı dinlerin, inançların, kavimlerin tek potada eridiği yerdir Akdeniz. Felsefenin doğduğu, insanlığın şekillendiği bu coğrafya ne yazık ki Uzakdoğu gibi bölgelerin kültürleri yanında pek söz konusu edilmemektedir.

Bu haksız yaklaşımın Akdeniz’in sineması için de söz konusu olduğu söylenebilir. Akdeniz Sineması, dünya sinema türleri arasında asla kendine yer bulamaz. Bu durum doğal olarak akıllara böyle bir türün gerçekten var olup olmadığı sorusunu getirir. Binlerce yıllık birikim ve kaynaşmanın sinemadaki yansımalarına geçmeden önce genel olarak Akdeniz Kültürü üzerine eğilmekte fayda var.

AKDENİZ KÜLTÜRÜ

Dünyadaki kültürlerin hemen hepsi bir ırkın, bir karasal bölgenin adıyla anılır. Orta Asya kültürü, Amerikan kültürü, İskandinav kültürü, Arap kültürü gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak bir denizle anılan kültür örneği olarak sadece Akdeniz Kültürünü görmekteyiz. “Akdeniz, içinde yer alan Karadeniz ile  birlikte 2.969.000 km²’lik bir alanı kapsamaktadır. Asıl Akdeniz kıyıları, kuzeyde İspanya, Fransa, Monako, İtalya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan- Karadağ,  Arnavutluk,  Yunanistan,  Türkiye;  doğuda,  Suriye,  Lübnan,  İsrail; güneyde Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas arasında paylaşılmıştır. Ayrıca iki tane de ada devleti bulunmaktadır; Kıbrıs ve Malta.”(Mehmet Ali Kılıçbay, ‘Bir Akdeniz Ütopyası: Akdeniz Birleşik Devletleri’, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl:9, Sayı:34, Kasım, Aralık, Ocak 2005–06, s.232) Sınırlarını bu şekilde çizebileceğimiz dünyanın en büyük iç denizi olan Akdeniz, binyıllar boyunca Mısır, Antik Yunan, Fenike, Kartaca, Roma, Bizans ve Osmanlı gibi insanlık tarihinin en büyük medeniyetlerine ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca çok tanrılı dinlerin, şaman inançlarının ve sırasıyla Musevilik, Hıristiyanlık  ve Müslümanlık olarak üç büyük dinin de ev sahibi Akdeniz’dir. Bunca imparatorluğun,  inancın  ve  kavmin  merkezinde  yer  alan  Akdeniz       elbette ticaretin de merkezi olagelmiştir. Bu ticaret sadece maddesel alışverişi değil beraberinde kültürel alışverişi de sürekli yaşatmıştır. Tek potada eriyen halkların kültürüdür Akdeniz. Arap’ın kendi mimarisi, Yunan’ın kendi yemeği de olsa Akdeniz ortak mimarisi ve yemeği hem Arap da hem Yunan da vardır. Ülkemizi ve beraberinde Anadolu’yu ele alırsak binyıllar boyunca onlarca ırkın, kavmin, inancın geçiş noktası olduğunu görürüz. Ve yine günümüzde de dâhil olmak üzere ırkçı yaklaşımlar hep yaşamıştır. Buna rağmen Anadolu’da safkanlıktan bahsedilemez. Ülkemizde her bireyin birkaç kuşak öncesi çeşitli kollardan gelmektedir. Anadolu’da herkes biraz Türk’tür, Rum’dur, Arap’tır ancak hepsinden öte herkes bilincinde olsun olmasın Akdenizlidir.

Tüm bu unsurları birleştiren olgu hiç şüphesiz denizdir, suyun ta kendisidir. Kıyıya yakın yüksek sıradağların etkisiyle tarımsal arazinin geniş olmaması Akdenizli için suyun önemini daha da arttırır. Su sadece yemek sağlanan yer değil aynı zamanda yaşam verendir. Aşk tanrıçası Afrodit’in doğduğu suların Kıbrıs’ın güneyinde olması ve Mısır’ın güzelliği dillere destan Kraliçesi Cleopatra’nın söylencelere göre ülkemizde de yer alanlar dâhil onlarca noktada yıkanmış olması buna bir diğer örnektir. Su ölümsüzlüğün de temeli gibidir Akdeniz mitolojisinde. Antik Yunan’ın efsanevi savaşçısı Akhilleus daha bebekken annesi deniz tanrıçası Thetis tarafından ölümsüzleştirilme söylencesi buna verilebilecek en iyi örneklerdendir. “Thetis oğlunu Styks ırmağına  batırmış, böylece gövdesini silah işlemez hale getirmiş, ama topuğundan tuttuğu için bir orasından yara alabilirmiş. Nitekim Akhilleus sonradan bu yerinden vurulup öldürülmüştür.” (Azra Erhat, “Mitoloji Sözlüğü”, Remzi Kitapevi 9. Basım 2000. s. 25) Yaşam veren su aynı zamanda yaşamı almaktadır Akdeniz kültüründe. Mitolojiye göre yine Styks ırmağının kayıkçısı ölüleri yeraltı tanrısı Hades’in diyarına götürmekle yükümlüdür. Akdeniz’in mitolojisi küçük farklılıklar ve isim değişikliklerine uğrasa da tüm kıyılarda aynıdır. Anadolu’da bereketi simgeleyen ana tanrıça Kybele Yunan’ın Artemis’idir. Yunan’ın savaş tanrısı Ares Roma’da Mars olarak karşımıza çıkar. Yine Mısır’ın  en  önemlisi  tanrısı  olan  güneş  tanrısı  Ra  Antik  Yunan’da Apollon adıyla yer almaktadır. “Akdeniz’in suları, Atlas Okyanusu’ndan gelen akıntı sayesinde ancak 80 ya da 100 yılda bir tümüyle değişir.”(Temel Britannica, Cilt 1, 1992. s. 111) İşte bu sularda kuşaklar boyu farkında olarak ya da olmayarak birleşen Akdeniz halklarının inanç sistemlerindeki benzeşmeler doğal olarak bu inançları şekillendiren günlük yaşantıda da görülmektedir.   Her ne kadar batının “fast food” çılgınlığı Akdeniz’i kuşatmış olsa da  kültürün yemek olgusu karın doyurmaktan çok ötedir. Akdeniz’in ve barışın simgesi Zeytin ağacı beraberinde zeytinyağıyla birlikte mutfağın merkezinde yer alır. Hayvansal yağ yerine hemen her türlü yemekte zeytinyağı kullanan Akdenizliler bazen tabağa sadece zeytinyağını koyarak da beslenirler. Zeytinyağlı sabunları anımsarsak bu besinin “arınmada” da kullanıldığını görürüz. Yemek masasında zeytin ve zeytinyağına eşlik edenlerin önemli bir kısmı yine sudan yani denizden gelmektedir. “Denizde babam çıksa yerim” yaklaşımının karşılığı olarak  Akdeniz mutfağı balık türleri dışında diğer deniz canlıları ve hatta deniz bitkilerini de kapsar. Ancak yukarıda da dediğimiz gibi bu geniş sofra Akdeniz kültürü için sadece karın doyurma alanı değildir. Akdenizli için bu sosyalleşme alanıdır. Özenle hazırlanan zengin sofralar kalabalık olsun olmasın birkaç saatin geçeceği mekân şeklindedir. Hep bir ağızdan yüksek sesle konuşmalar, konudan konuya atlamalar, yüksek kahkahalar, ciddi tartışmalar saatler süren  ve neredeyse her gün tekrarlanan bir ritüeldir adeta. Bu sürecin uzaması ve daha yoğun yaşanması ise alkolün devreye girmesiyle olur. Türkiye, Yunanistan, Suriye, Lübnan, Tunus gibi ülkelerde rakı ve benzeri içkilerden söz etsek bile tüm Akdeniz’in ortak paydası şaraptır. Dünyada sadece Akdeniz iklimini yaşayan ülkelerin içkisi olan şarap Fransızların milli içkisi olarak gözükse bile her bölgenin kendi şarabı meşhurdur. Elbette konu şarap olduğunda ortak mitolojik inançların ünlü şenlik-doğa-şarap tanrısı Dionysos’a değinmeden geçilemez. “Doğa sırlarına ve gücüne ermek, yani tanrılaşmak, insan için ulaşımı en çok özlenen bir aşamadır. Dionysos bu ereğe varmanın yolunu herkes için ve kolay kolay açar: Bu yol şarap ve sarhoşluktur. Asma kütüğünün yeryüzüne yayılmasıyla uygarlığın buğdaydan sonraki  aşaması gerçekleştirilmiş, ama insanlığın evresinde de yalnız arımla  açılamayan  bir çığır  açılmıştır.  İnsan  ancak  şarabı  elde  ettikten  sonradır  ki,    yaratıcılığın kökeninde bulunan değişim yapma gücüne kavuşmuştur. ‘Mainomai’ de ‘enthousiasmos’ da işte bu tanrıya erme, tanrıyla karışma ve tanrılaşma yetisini dile getirir. – yaratıcılığın bu tanrısal soluğun dışarıya vurmasıyla elde edilebileceğini anlamıştır insan. Dionysos işte bu gerçeği, hem doğal, hem de doğaüstü bir olayı dile getirip simgeler.”(Azra Erhat, “Mitoloji Sözlüğü”, Remzi Kitapevi 9. Basım 2000. s. 95) Yaratıcılık, şairlik Akdenizlinin doğasında var denilebilir çünkü onun mayasında tanrısal yaratıcılığa erişmenin özü, şarap vardır.

Yaratıcılığın yanında şarap Akdeniz Kültürünün doğasında yer alan rahatlığın, genişliğin, özgürlüğün dışavurumu gibidir. Güneşin kavurucu sıcağı Akdeniz halklarını ister istemez tembelleştirmiştir. Az çalışan ve çokta gözü olmayan Akdenizli sayısı bir hayli fazladır. Akdeniz Kültüründe insanlar yüksek sesle konuşup herkese kendilerini duyurdukları gibi diğer birçok olayı da uluorta yerlerde yaşarlar. Kavgalar, eğlenceler iç içe girmiş vaziyette hep bir arada kitlelerce gerçekleşebilir. Akdenizli için “ayıp” kavramı sadece işine geldiğinde akıllara gelir. Kavganın, aşkın hatta sevişmenin uluorta yaşanıldığı özgürlüğün yeridir adeta Akdeniz. Bunda tabi bin yıllar boyunca sıcaktan dolayı Akdeniz halklarının neredeyse yarı çıplak giysilerle dolaşmalarının da etkisi yadsınamaz. Akdeniz kültüründe her türlü olayın saklanmadan yaşanmasının bir simgesi de çamaşırlardır. Akdeniz sınırları içerinde tüm bölgelerde sokaklarda, balkonlarda, bahçelerde iplere asılmış çamaşırlar görülmektedir. Bu rahatlığın, genişliğin ve gizli kapaklı olmamanın vücut bulmuş hali gibidir. Kültürün bir başka ortak paydası delilerdir. Halen günümüzde ülkemizde dahi her mahallenin bir delisi vardır. Akdeniz’in hoşgörü ortamında deliler de bu şemsiyenin altında kendilerine yer bulmaktadırlar. Bir anlamda herkesin bağıra bağıra konuştuğu, kavga-gürültünün   eksik   olmadığı   bir   kültürde   herkesin   kanında   az   çok delifişeklik olduğunu anımsarsak bu durumun fazlasıyla olağan olduğunu görürüz.

Akdeniz kültüründe bağnazlık boyutunda din pek geçerli sayılmaz.  Özünde şarap içmek olan bir kültürün dini yasaklara boyun eğmesi ve cinsellikten vazgeçmesi gibi çağrılara kayıtsız şartsız boyun eğmesi pek beklenemez. Ancak Akdeniz’in tutuculuğu dinden çok bölgesel bağlamda ara ara kendini gösterebilen yerleşmiş düzenin devamlılığı adına gösterilen tutucululuktur. Bu noktada tutucu yaklaşım o hoşgörülü olduğu “deli” tanımlamasını dahi tehdit olarak görebilecek hal alabilmektedir. Bunun örneğini son dönem Akdeniz Sineması’nda görebiliriz.

AKDENİZ SİNEMASI

Yukarıda da değindiğimiz üzere Akdeniz Sinemasının bir tür olup olmadığı  halen tartışılmaktadır. Yedinci sanatın geleneksel türlerine karşı Akdeniz sinemasının güdük kaldığı tartışılmaz bir gerçekliktir. Ancak bunun sebebi bir tema türü yerine bölgesel bir tür olagelmesindendir. Örneğin korku türü toplumdan topluma değişerek dünyada bambaşka şekillerde karşımıza çıkıp sinema sanatında yerini alabilmektedir. Son yıllarda fırtına gibi esen Japon ve Uzakdoğu korkusu Amerikan korku sinemasından oldukça farklıdır fakat bu durum türü geliştirmektedir. Ancak Akdeniz Sinemasına Japonya’dan ya  da Latin Amerika’dan örnekler verilemez. Akdeniz türü, güldürü ya da korku gibi evrensel kavramlar üzerine kurulu değildir. Adı üstünde bir bölgenin bir yaşam tarzının sinemasal anlatısıdır. Bu durum Akdeniz Sineması’nın geleneksel anlamda bir tür olabilmesinin önünü tıkamaktadır denilebilir. Buna karşın bu kültürü   beyazperdeye  taşıyarak,  belirleyici  kodlar  kullanarak   ve  bir   üslup geliştirerek yapıtlar ortaya koyanların farklı bir çeşit ortaya sundukları şüphesizdir.

Bu sinemasal üslubun en birincil örneklerinden biri hiç kuşkusuz Gabriele Salvadores’in yönettiği Mediterraneo adlı filmdir. İkinci Dünya  Savaşı sırasında faşist Mussolini’nin İtalyan ordusu Yunanistan’ı işgal etmiştir. Filmde küçük bir bölük askerin oldukça küçük Yunan adası Meis’e yaptıkları çıkartma ve sonrasında gelişen keyifli olayları görürüz. Uzun süre adayı boş sanan  askerler ve izleyici çorak topraklardan başka hiçbir şey görmez. Yaşam yoktur adeta. İlerleyen bölümlerde Akdeniz Sinemasının önemli malzemelerinden olan çocukların ortaya çıkıp askerlere şakalar yapmaları bu küçük ve ölü görünümlü adanın yaşamı olduğunu gösterir. Ve hemen sonrasında adanın diğer ucunda köy meydanına doğru gidilir ve yaşlıların, çocukların ve elbette kadınların yaşadığı adanın merkezine ulaşırız. Burada geçiş çok önemlidir. Yönetmen kültürün en önemli kodlarından olan ipe asılmış çamaşırları adeta iki dünyayı ayıran çizgi, Akdeniz yaşantısının sınırı olarak belirler ve karakterlerle birlikte kamera yani izleyici de çamaşırları aştığında bu dünyaya girmiş olur. Film keyfin, rahatlığın, yemeklerin, müziğin, cinselliğin, özgürlüğün birebir yansıtıldığı bir yapıttır. Arka planda savaşın anlamsızlığını verir yönetmen. Zaten bu durum yani ana olayın arka planında siyasal-toplumsal olayların irdelenmesi Akdeniz Sinemasının olmazsa olmazlarındandır. Irkçı politikalarla yerle bir olan Avrupa’ya karşı filmde “tek yüz-tek ırk” sloganı kullanılarak Akdeniz Kültürünün birleştiriciliği ön plana taşınmıştır. Filmde bu duruşu Yunan-İtalyan- Türk halkları için söylemektedir yönetmen. Tek kültür tek yüz ve tek ırk yani Akdeniz ırkı üst çatı olarak tüm ayrışmaları içinde eritmektedir adeta. Bu filmle ilgili yapılabilecek tek eleştiri sanki bir üçüncü gözün Akdeniz panoraması şeklinde oluşudur. Herkes mutludur, hayatta kimsenin pek bir derdi yoktur şeklindeki anlatım seyir zevki olarak müthiş bir keyif verse de gerçekçiliği kaçırarak karikatürize edilmiş bir yaşam sunar.

Bu noktada bir başka İtalyan filmi, Akdeniz Sinemasının son dönem örneklerinden Emanuele Crialese filmi “Respiro”yu ele almak gerekir. Mediterrnaneo ne kadar mutlu ve ferahlatıcı bir Akdeniz sunuyorsa bu film o denli sıkıştırıcı, boğucu ve yukarıda değindiğimiz muhafazakârlığı hissettiren bir filmdir. Sicilya’da yüzyıllardır değişmeyen, kendi içine kapalı bir yaşam sürmektedir. Bu kemikleşmiş yaşam biçimi değişikliğe izin vermemektedir. Balıkçı eşi ve üç çocuk annesi Grazia Akdeniz kültürünün vücut bulmuş hali gibidir. Rahat, şefkatli, hoşgörülü ve her şeyden öte özgür ruhlu olan bu kadın kurulu düzeni rahatsız etmektedir bu yaşam biçimiyle. İtalya’nın en tutucu bölgesinde yaşlılar ve onların izinden gidenler genç kadını bir tehdit olarak görürler ve akıl hastası olduğunu söyleyerek gitmesini isterler. Çocuklarının sevgisi ve desteğiyle Akdeniz’in kültürü tutuculuğa karşı “nefes almaya” çalışmaktadır adeta. Filmin Türkçe adı “Nefes Alıyorum” bu yaklaşımla daha da anlamlı olmaktadır. Ancak değindiğimiz gibi Akdeniz’in ve sinemasının “deli” kodu bu filmde hoşgörüsüzlüğün yaklaşımı olarak verilmektedir. Film bu bağlamda daha gerçekçi durmaktadır. Deli kodunun Akdeniz sinemasında geleneksel olarak ne şekilde kullanılan bir kod olduğunu belki de türün en ünlü örneği Zorba üzerinden aktarılabilir. ““Zorba’daki deli, diğer insanların karşısında katı toplumsal kuralların insani değerler söz konusu olduğunda delinebileceğini göstermek için vardır. Toplumun dışında tutulan genç dulun,   bir diğer toplum dışının iletişim kurduğu tek varlık olarak trajedisini bir tek o deli duyar. Aleksis Zorba da pek çoklarına göre bir tür deli, Foucault’un kayıtlardan çıkardığı tanımlara bakılırsa bir meczuptur. Meczup, toplumun kurallarına aykırı davranışları ısrarla gerçekleştirmeye çalışanlara denmektedir ve Foucault’un aktardığına göre kişinin zihin karışıklığı, dava açma meraklısı olması, kötü ve kavgacı olması, gece gündüz şarkı söylemesi ve dine hakaretler savurması, çok yalancı olması meczup sayılmasına neden olmaktaydı. Zorba  tam da böyle bir meczuptur. C. Levi-Strauss’un yaptığı bir sınıflandırmadan hareketle Halbswach’ın açıkladığı soğuk toplum türüne, değişime direnen toplumların bir örneği olarak Giritlilerin karşısında, yine diğer deli gibi insani olanı  vurgulamakta,  kaybettiği  oğlunun  acısı  karşısında  dans  ederek, arkaik biçimlerle ilişki kurmaktadır. Meczup, Zorba geçmiş ile bugün arasında  kurduğu köprüyle kişilerin karşısında bir tür vicdan görevi görmektedir.”(Özlem Hemiş Öztürk, ‘Akdeniz’de Kültürel Belleğin Fragmanları ve Kültürel Belleğin Taşıyıcıları: Çocuklar, Deliler, Entellektüeller’, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl:9, Sayı:34, Kasım, Aralık, Ocak 2005-06, s.127)

Yukarıda da değindiğimiz gibi çocuklar Akdeniz Kültürü ve Sinemasında  önemli yere sahiptirler. Respiro’da annenin nefes almasını sağlayanlar çocuklarıdır ve filmde önemli yere sahiptirler. Akdeniz Sineması’nın Lübnan çıkışlı başarılı örneği Batı Beyrut’ta ise tüm olaylar, çatışmalar iki çocuğun gözünden verilir. “Ziad Douerri’nin 1997 yapımı Batı Beyrut’unda, Lübnan’da olayların başlangıcı ve hızla ivme kazanması süreci iki çocuğun gözüyle anlatılır. Halkın iradesinden bağımsız olarak bir senaryo düzeneğinde ortaya çıkan savaş, ucuz duygusallıklara kapılmadan yaşam pratiğinin içinde kendini gösterir. Çocuk dünyasının alılmadığı göstergelerle yeni bir anlatı kurulur. Bu yeni anlatının nakledici ve eleştiriye yönlendirici bir yanı vardır. Kültürel bağlayıcı yapının  bir  nesnesi olarak  çocuk,  Akdeniz sinemasının başat öğelerinden biridir.” (Öztürk, A.g.e, s. 122-123) Lübnan’ı bölgesel, dinsel, kültürel olarak parçalayan kanlı iç savaş iki çocuğun ergen maceralarının arka fonunda yer alır klasik Akdeniz Sineması üslubuyla. Tarık’ın Hıristiyan olan May’e olan aşkı dinler arası çatışmanın ve bölünmenin Akdenizlilik tavrı ve elbette aşkı karşısında anlamsızlaşacağını görürüz filmde. Zaten filmin ilerleyen bölümlerinde doğu- batı olarak ikiye bölünmüş Beyrut’un ortak noktasında Hıristiyan ve Müslüman milislerin de aynı zamanda ortak noktasını oluşturan “aşk evinde” alırız soluğu. Bu aşk evine giden arabanın simge olarak “çamaşır”ı seçmesi Akdeniz kültürün kodlarının sadece doğal güzellikler etrafında değil enkaz haline dönmüş sokaklarda da geçerli olduğunu göstermektedir. Bu filmde Akdenizlilik üzerine kuruludur. Tarık babasıyla eğitimi ve tarih dersi üzerine konuşurken babası Arap ulusunun önemini aktarır. Tarık’ın bununla gurur duymasını beklerken O “Ben Fenikeliyim” diyerek Akdeniz’i 3 bin yıl önce bir ölçüde birleştirmiş uygarlığından söz etmektedir. Filmde elbette uluorta kavga edenleri de Akdenizliliğin vazgeçilmez unsurlarından biri olarak görmekteyiz. Tarık’ın çok sevdiği annesinin gidişi-ölümü de Akdeniz Sinemasının deniz ve müzik  kodlarını bir araya getirir. Babanın müzik çalması ve kamera görüntülerinde Annenin Beyrut kumlarında deniz kenarında görünmesi filmi  sanatsal yaklaşımın Akdeniz ile örtüştüğü son derece etkili bir son yaratır.

Denizin, suyun yaşam verip yaşam alması diğerlerine göre daha popülerleşmiş bir örnek olan, Fransız yönetmen Luc Besson’un Le Grand Bleu’sunda da ön plandadır. Film adı üstünde maviliklerin filmidir. Uzun açılış sekansı  Akdeniz’in üstünde süzülerek ilerleyen görüntüler eşliğinde klasik bir Akdeniz kıyı  kasabasına  götürür  izleyiciyi.  Çocukluktan  arkadaş  ve  rakip  Enzo  ve Jacques’ı çocuk hallerinden itibaren aktarır yönetmen. Deniz Enzo için bir rekabet ortamıdır, bir anlamda fethedilmesi gereken bir dünyadır. Jacques içinse yaşamın bir parçasıdır, muhtemelen en önemli parçasıdır, bir tutkudur. İkilinin yaşadıklarını İtalya, Fransa, Yunanistan kıyılarında aktaran yönetmen Akdeniz mimarisinin beyaz boyalı, mavi pencereli evlerini, kalabalık ailelerini, makarna başta olmak üzere yemek kültürünü, yüksek sesle konuşmanın vazgeçilmezliğini başarıyla vermektedir. Ancak tüm bunların ötesinde film denizin hayat veren ve alan değerini filmde net bir şekilde kullanır. Jacques ve babası denizden geçim sağlamaktadırlar hayatlarını sudan kazanırlar ancak deniz Jaqcues’ın babasının ölüm yeri olur. Enzo’nun ölümü de yediği vurgun sonucunda olur. Aşırı hırsı O’nu öldürmüştür aslında. Fakat Enzo son sözleri olarak aşağısının gerçekten daha güzel bir yer olduğunu söyleyerek rakibi ve dostu Jacques’tan kendisini aşağıya-suya bırakmasını ister. Filmin sonunda ise adeta denizin çağrısına dayanamayan Jacques kimine göre intihar eder kimine göreyse kendisine hayat veren denize “geri döner”.

Akdeniz Sinemasında kodlar arasında denizin kullanımı bağlamında Theo Angelopoulos bambaşka bir öneme sahiptir. Elbette yönetmeni hem dünya sineması hem Akdeniz Sineması için önemli kılan tek özellik bu değildir. Daha çok kuzey sinemasının anlatımını ustaca kullanan yönetmen Akdeniz’in alışılageldik üslubundan farklı bir Akdeniz görseli ve anlatımı sunarak varsa eğer Akdeniz Sineması türünün en özel örneklerini sunar. Yakın plan çekim ölçeklerine ve kesmelere neredeyse hiç başvurmayan yönetmen, dairesel hareketleri ve oldukça uzun sekanslarıyla Brecht’in tiyatro anlayışını sinemaya epik bir yaklaşımla uyarlar. “Tiyatro, mitoloji ve tarihi iç içe geçiren  yönetmen, kendi  deyişiyle  mitolojiyi  yükseklerden  indirip,  halkın  ayağına  getirir.”  (Rekin Teksoy, “ Dünya Sinema Tarihi”, Oğlak Yayıncılık 2005, s. 737)

Yönetmen ülkesinin yakın tarihine, siyasal-toplumsal  gelişmelere  filmlerinde yer verir. Bunlar sadece arka planda gerçekleşen olaylar olmaktan öte karakterlerle birlikte bütün bir toplumu sarsmaktadırlar. Kimilerinde yönetmenin ilk büyük filmi olan Meres Tou 36 (1972), Yunan yakın tarihine değineceği üçlemenin ilk ayağıdır. “Film, siyasal bir tutuklunun kendisini cezaevinde görmeye gelen, tanıdığı bir milletvekilini hücresinde rehin almasını konu edinir. Kapalı ortamda geçen öykü, 1936’da büyük sermayenin desteğiyle iktidarı ele geçiren General Metaksas diktatörlüğünün siyasal ortamını verirken, hiç kuşkusuz filmin çekildiği günlerin ‘albaylar’ yönetimine de göndermeler yapar.” (Teksoy, A.g.e, s. 737)

Angelopoulos sinemasını diğer Akdeniz sineması örneklerinden ayıran en bariz etmen güneşi filmlerinde görmememizdir. Bu sebeple Kuzeyli bir tarzı olduğu söylense de aslında yönetmen Akdeniz’in kışını yaşatmaktadır. Güneşli günlere alışık Akdenizliler için kapalı hava-bazen gelen kar tek kelimeyle cehennemi çağrıştırır. Yönetmenin filmlerinin ağır, melankolik ve dram ağırlıklı havası filmlerinin görselinin gökyüzünde birebir somutlaşmaktadır adeta. Birçok filminde ölümün simgesi olarak elbette denizi, suyu görüyoruz. Hatta yönetmenin mitolojiye olan bağlılığı O’nu Styks nehrinde olduğu gibi kayıklara filmde yer vermesine yol açmıştır. Yine filmlerinde sokaklara asılmış çamaşırları görürüz. Ancak burada kendi üslubuna uygun olarak “Ağlayan Çayır” adlı etkileyici eserinde yönetmen, gelinliği çamaşır gibi asarak kadın karakterin aslında öldüğünü oldukça simgesel bir şekilde aktarmaktadır. Görüleceği üzere yönetmen Akdeniz Kültürünün ve sinemasının bildik kodlarını bazen tersyüz ederek zaman zaman da farklı açılımlara açık şekilde kullanarak kendi üslubunu katmaktadır.

SONUÇ

Akdeniz Sineması var mıdır sorusuna tekrar dönersek, böyle bir sinemanın kodlar ve üslup olarak konuşulabileceğini kabul etmek gerektiğini görmekteyiz. Ancak her ne kadar bu yöntemlerle, kodlarla film çeken yönetmenler olsa da Akdeniz Sinemasının bir bütün anlamıyla tür olduğunu söyleyemeyiz. En azından şimdilik böyle bir tür evrensel sinema değerleri içerisinde korku, güldürü, bilimkurgu gibi kabul gören bir tür değildir. Burada en büyük engel Akdeniz Sinemasının doğal olarak Akdeniz Kültürüne ait olmasıdır. Nasıl ki doğal sınırları belliyse, sinemasının da sınırları bellidir ve bu sınırlar evrenseli sağlamamaktadır. Tüm bunlara rağmen yedinci sanatta Akdeniz’in kendine ait kodları ve kendine özgü dilsel bir anlatıma sahip olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

KAYNAKÇA

  • Azra Erhat, “Mitoloji Sözlüğü”, Remzi Kitapevi 9. Basım
  • Mehmet Ali Kılıçbay, ‘Bir Akdeniz Ütopyası: Akdeniz Birleşik Devletleri’, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl:9, Sayı:34, Kasım, Aralık, Ocak 2005–06, 232

—Özlem Hemiş Öztürk, ‘Akdeniz’de Kültürel Belleğin Fragmanları ve Kültürel Belleğin Taşıyıcıları: Çocuklar, Deliler, Entellektüeller’, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl:9, Sayı:34, Kasım, Aralık, Ocak 2005–06

  • Rekin Teksoy, “ Dünya Sinema Tarihi”, Oğlak Yayıncılık
  • Temel Britannica, Cilt 1, 1992. s. 111

*https://issuu.com/azizm/docs/edergihaziran2009

Bunu paylaş: