Toplum ve Topluluk*
“eğer oy vermek sistemi değiştirebilseydi, yasadışı ilan edilirdi.” Theodore Adorno
Demokrasinin bize sunduğu en temel ve en önemli haklardan biridir oy kullanmak. Ve biz de oylarımızı geleceğimiz için attık sandıklara bir kez daha. Açlığın, şiddetin, işsizliğin arasından kalkıp gelip oy kullandık. Kimimiz “cip”lerle geldi, kimimiz sadece bir sembol görüp “evet” bastı. Bazı gençler, apolitik hayatlarında kulaktan duyma bir şeylerle kullandı hakkını. Takım tutar gibi tuttuğu partinin bir maç kazanmasını daha isteyerek gidenler oldu sandığa. Kimisi oy kullanmamakla birlikte bundan da marifetmiş gibi gurur duydu. Verilmeyen oylar gibi verilenler de boşa gidenler oldu tabi. Kesilen elektriklerin yerini alıp, çevreyi aydınlatsın diye yakıldılar örneğin.
Oy kullanmanın, politikacılara göre sayısal bir üstünlük elde etmek odaklı olmanın dışında sanki bir alt metni daha var. Bir simge gibi halk için. Ülkenin bir parçası olmak, gidişata müdahalede bulunmak, “ben buradayım” demek. Peki, artık bu özelliklerini ne kadar hatırlıyoruz bu temel hakkımızın? Sadece gidip oy kullanma eylemi, sandığa bir zarf bırakmak belki de oy hakkının en küçük parçasıdır. Asıl güçlü olduğumuz an mühür bastığımız değil mührün peşinden eyleme geçtiğimiz andır.
Oylarımızı atıp geri çekiliyoruz çoğu zaman. Bizim yerimize ülkeyi yönetecek vekilleri Ankara’ya gönderip ya da yaşadığımız şehri idare etmeleri için oy kullanıp kendi hayatımıza devam ediyoruz. Sonra da oturduğumuz yerden hataları görüp eleştiriyoruz. Hatta bazısı bunu bile yapmıyor artık. Bu insanlara karşı çıkıp: “e değiştirelim o zaman” dediğimizde “ben ne yapabilirim ki?”yi yapıştırıveriyor hemen. Peki, bir şey yapabilme ölçüsü nedir? Bir şey yapabilen ve değiştirme gücü olan insan kimdir? Bizim onlardan ne gibi eksiklerimiz var? Bizim görevimiz sandıkta bitmemeli, verdiğimiz oyların arkasında durmalıyız. Hatta vermediklerimizin bile… İktidar kendi seçtiğimiz parti değilse ne olmuş? Bizi yönetiyorsa eğer onlara da müdahale etmeliyiz. Zaten eğer biz sesimizi çıkartmıyorsak onlardan değişmelerini bekleyemeyiz ki. Sesimizi duyurmalıyız, toplanıp yürümeliyiz, mektuplar yazmalıyız. Siyasal iktidar ve ya muhalefet, halkı her an ensesinde hissetmeli. Eğer bunu yaparsak bir toplum olabiliriz işte. Yapmıyorsak eğer ne yazık ki bir topluluktan öteye geçemeyiz. “Ben ne yapabilirim ki?” diyenler işte bu topluluğun üyeleridir ancak ve bu düşünce devam ettikçe asla topluma dâhil olamayacaklardır. Bir şey yapmanın, bir şey yapabilen insan olmanın sınırıdır bu. Bu çizgiyi geçerek kendimize koyduğumuz kısıtlardan kurtulmamız gerekmektedir. Yerinde oturan insan asla bir şeyler yapamaz ve her ne kadar kendini toplumun bir bireyi olarak görürse görsün, sayısal bir bütünlükten ileriye gidemez.
Sorgulayan ve hakkını arayan bu anlayışın temellendirdiği bir siyasi yapı kendini sürekli olarak geliştirmek ve yenilemek zorunda kalacaktır. Ve bu hem Türk siyaseti hem de Türkiye için oldukça yararlı sonuçlar doğuracaktır. Halktan gelen baskıyı hissettikçe yıllardır koltuklarında oturan “liderler” artık kalkmak zorunda kalacaklardır. Gerçekten oy kullanan insanlar oldukça hiçbir bakan karısı çıkıp “Rüyamda Rabbim ‘Cleveland’ dedi” diyemeyecektir; çünkü bunun karşısında cebinde “yumurta parası” olmayan vatandaşların SSK kuyruklarından yükselen gür sesleri olacaktır. Sadece kendilerine çalışan siyasetçiler karşılarında bir direniş bulup ya yollarını ya da mesleklerini değiştirmek zorunda kalacaklardır. Ve bizler toplum olmak istiyorsak yan yana olmalıyız. Toplum gibi yönetilmek istiyorsak bizi yönetenlere bunu hatırlatmalıyız.