Türk Siyasal Hayatında Ordu – Onur Keşaplı

Türk Siyasal Hayatında Ordu* 

Türk siyasal hayatından konu açıldığında, en önemli aktörlerden biri olan orduya değinilmemesine imkân yoktur. Bu durum, bizim asker millet oluşumuzdan gelmez. Ordunun bu topraklarda yaptıklarının günlük hayatı,  bazen olumlu bazen olumsuz ama her zaman etkilemesinden kaynaklanmaktadır bu durum.

Ordunun bu özel konumunun nerden geldiğini anlamak için, Genç Cumhuriyetimizin de öncesine uzanıp Osmanlı’nın son dönemlerine göz atmalıyız. Osmanlı çöküş döneminde bazen Avrupa’nın zorlamasıyla bazen de kendi isteğiyle bir takım modernleşme hareketleri başlattı. Bu ilerleme çabalarının merkezine orduyu getirdi çünkü fetihçi zihniyetten arınamamış Osmanlı, gerilemeyi engellemenin yolunun da askeriyeden geçtiğine inanmaktaydı. İşte böyle bir süreçte ordu yenilikçi, ileri hatta devrimci akımların merkezini oluşturmaya başladı. Osmanlı, sanayileşme sürecine, asla giremediğinden toplumsal tabakada ilerici duruşlara rastlanamıyordu ve bu boşluğu ordu doldurmaya başladı. İşte bu nedenlerdir ki Mustafa Kemal önderliğinde, emperyalistleri Anadolu’muzdan kovan ordu, kurtuluşu gerçekleştirdikten sonra kuruluşta da neredeyse her şeyi yapmıştır.

Osmanlı yönetimi, Anadolu halklarının gelişimine asla izin vermediğinden, kuruluş sürecinde atılan büyük adımları ve yapılan büyük devrimlerin hepsini ordu ya da ordudan ayrılmış siyasiler yapmıştır. Ve elbette bu devrimler başka türlü olamayacağına göre tepeden inme olmuştur. Atatürk’ün daha sonra “ya kışla ya meclis” tavrıyla beraber ordu, siyasetten uzak tutulmaya çalışılmıştır. Tek parti döneminde ordu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin genç cumhuriyeti bir bütün olarak kalkındırma hamlelerinde kendine düşen görevleri üstlenmiştir. Özellikle köy ve kasabalara hizmeti sağlayan ordu olmuştur. Bu süreç devam ettikten sonra çok partili rejimle birlikte, 1950’de Demokrat Parti iktidara ele geçirince ordu da bir şaşkınlık olmuştur. Adeta izleme sürecine giren ordu, DP iktidarının yaptıklarını uzaktan izler bir hal almıştır. Ülkenin git gide sağa kayması ve Atatürkçü devrimlerin çiğnenmeye başlanmasıyla birlikte DP’nin  tek parti diktası, adeta somut bir hal aldığında, 1960 yılının 27 Mayıs’ında  ordu daha sonra görmeye alışacağımız müdahalelerinden ilkini yapmış olur. Ancak demokrasiyle ülkeyi teslim alıp muhalefet partilerini kapatmaya teşebbüs eden, tahkikat komisyonunu kuran bir parti iktidarını düşünürsek bu darbe pek de demokrasi karşıtı bir darbe sayılmayabilir. Sonuç olarak bu müdahalede emir komuta zincirini kıran subaylar hatta yüzbaşılar tarafından gerçekleştirilmiştir ve bu süreçle ortaya çıkan 1961 Anayasası halen bu toprakların gördüğü en demokratik anayasadır. Ülkemizde, özellikle DP döneminde başlayan solu ezme hareketlerine karşılık bu anayasa, Türk Solunun önünü açmıştır. Ne var ki Atatürk’ün tamamlayamadığı devrimi olan toprak reformunu ve ağalık düzeninin tasfiyesi gibi hedeflerini yaşama geçiremeyen müdahale Menderes’lerin idamını gerçekleştirerek belki de yaptığı olumlu-ilerici tutumunu gölgede bırakmıştır. Yine bazılarına göre bu müdahale olmasaydı devamında olması beklenen seçimlerde CHP tek başına iktidar olacak ve DP’yi tarihe gömecekti. Ancak bunlar tahminden öteye gidemeyecek görüşlerdir.

27 Mayıs’la birlikte ordu ülkenin yönetiminde biraz daha söz sahibi olma gereğini hissederek ekonomiye de el atmıştır. OYAK’ı kurarak bankacılığa el atan ordu, Senatoyla birlikte siyasal alanda yerini sağlamlaştırmıştır. Siyasal hayatta etkin ancak devrimci kimliğini terk etmeyen ordu 1971 yılına gelindiğinde Soğuk Savaşın da etkisiyle, bir nevi kutupların çekişmesine sahne olur. İki müdahaleci gruptan sağcılar galip çıkarak 12 Mart’ta ikinci kez darbe yaparlar. Buna karşılık Kemalist ve sol çizgideki grupların tasfiyesine başlanır. Uzun bir süre orduya hâkim olacak sağcı yapı böylelikle tamamlanmış olur. 61 Anayasasıyla önü açılan sol siyaset ise git gide güçlenmiştir ve 70lerin sonuna gelindiğinde CHP çatısı altında adeta bir denge durumuna erişmiştir. Böyle bir süreçte 12 Eylül faşist darbesi olur. Ortanın solundan en radikaline kadar tüm  sol kanadın ezilmesi de bu süreçte gerçekleşir. Ülkede adeta ordu terörü başlatan bu müdahale elbette 61 anayasasını yerle bir eder ve kendi baskıcı rejimini sağlamlaştıracak 82 anayasasını halka kabul ettirir. 12 Eylül faşist bir darbedir ancak bir ideoloji olarak faşizm burada sadece yurtsever, Kemalist, solcu kesimleri ezmek için kullanılmıştır. Ortaya çıkan ideoloji, ABD destekli Türk- İslam temelli vahşi kapitalizm kıskacında bir rejimdir. Büyük Devrimci Mustafa Kemal’in adını ağızlarından düşürmeden darbeyi yapan generaller, 12 Eylül’le birlikte Atatürk’ün vasiyetini çiğnemiştir, tüm siyasal partileri kapatmıştır, dinci güçlerin önünü sonuna kadar açmıştır. Ordudaki bu gerici akımlar 90’lı yıllara kadar egemen olmuşlardır. Ancak sonrasın ordu, kendi yarattığı canavarla yani dinci akımlarla baş başa kalmıştır ve bunların iktidarı ele geçirmesi sonucunda 28 Şubattaki bazılarının post modern olarak adlandırdığı müdahaleyi yapmıştır. 8 yıllık eğitim gibi ileri bir ülkede olmazsa olmaz bir sistemi getiren de bu müdahale olmuştur.

Genel itibarıyla baktığımızda ülkemiz ordusunun başka bir açıdan özel olduğunu görmekteyiz. Ordumuz bir organizma gibi belirli bir içgüdü ya da ideal peşinde olmamıştır. İlerici olma görevini yerine getirdiği gibi gerici de  olabilmiştir. Kendi yaptığı devrimlerin karşı devrimini yapan da ordu olmuştur zaman  zaman. Hatta kendi yarattığı gerici güçleri temizlemekle uğraşan yine aynı ordu olmuştur. Sonuç olarak ordu bir kurumdur ve bu kurum yaptıklarıyla incelenmelidir. Kayıtsız şartsız ordu sevdalısı olmak ya da karşıtı olmak pek doğru bir yaklaşım değildir. Türk siyasal hayatında orduyu olumlu olumsuz tüm yaptıklarıyla irdelemeliyiz.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul09

Bunu paylaş: