Geçmişe Müebbet – Abdullah Rıdvan Can

Geçmişe Müebbet

Seneler sonra geldiği köyünde her şey ama her şey değişmişti. Köy meydanındaki kahvede kendisine sorulan sorulara sadece kafasını sallayarak cevap veriyor bir yandan da gözleri etrafı kolluyordu. Hiç sesi çıkmıyordu. Hapse gireli hiç konuşmamıştı. Çayı bitince gülümsedi etrafındakilere, çantasını aldı kalkıp gidecekti. Ta ki gördü sevdalısını, sandalyeye çöktü  kaldı. Etraftakiler ağır ağır dağılıyordu çevresinden. Anlamışlardı. Sonra Hacer’ine takıldı gözleri. Aklına neler neler geldi onca ufak zamanda. Güzel yüzlü Hacer‘ini amcasının oğlu Süleyman‘a vermişlerdi. Süleyman üç sene evvel bir traktör kazasında ölmüştü. Şahin, kan gelene kadar dudaklarını dişledi. Gözleri dolmuştu, sıkıyordu ağlamamak için. Çok ağıt dökmüştü resmine, bir tek bir saçının teline… Ellerini sıkıyordu ağlamamak için. Gözleri, belki de son kez göreceği sevdasına bakıyordu. Bir de delikanlı vardı yanında. Oğluydu besbelli. Babası öldükten sonra anasının üzerine iyice düşmüş olsa gerek. Ne de olsa köyün en ağırbaşlı en güzel hatunuydu. Şahinindi ya gençliğinde; gelin olmuş, elin olmuştu. Besbelli Şahin‘in sevdasının bedduasına tutulmuştu,  Hacer‘ini alan. Ona doyamadan toprağı çekmişti üzerine. Keşke beddua etmeseydi de, Şahin‘siz de olsa mutlu yaşamaya çalışsaydı kocasıyla. Ne Şahin’le ne de bir başkasıyla mutlu olamamıştı. Haram zıkkım olmuştu hayat gül yüzlüsüne. Mevsimi geçmiş bir gonca gibiydi artık. Solgun. Ama berrak bir su gibi temizdi hala. Yürüyememişti, dizleri çözüldü kaldı görünce ya. Ah Hacer ah… Yıllar mı sürerdi bu sevda, tutuşmuştu gene tutuşmuştu ki hangi dağa atsa da gönlünü şahin, uslanamazdı. Hacer hiç beri bakmadı. Ne de hanımdı ne de terbiyeli… Yıllardır görmediği sevdası gözlerinin içine ağıt dolu gözlerle bakıyordu ama o dul olduğu için namusuna zeval gelmesin diye baktığını hissetmesine rağmen yüzünü hiç dönmedi. Ama gözlerindeki o tedirginliği anlamıştı Şahin. Şahin‘in, tedirginliğini hissettiğini anlayınca biraz daha sıklaştırdı adımlarını. Olağan hızıyla yürümeye başladı. Şahin bir eldi artık. Ona bakmak namusuna halel getirmekten başka hiçbir iş görmeyecekti. Sevdasıydı yıllar önce ama ne çare o hapse girince amcasının oğluna vermişlerdi Hacer‘i. Vermişlerdi. Vermişlerdi artık canını, Hacer‘ini. Ne fark ederdi dursa buralarda. Tüm sebebi de tükenince, anasının mı babasının mı mezarını bekleyecekti? Vakit geri dönme vaktiydi. Ha nasıl şu köyün meydanında abisini vurup olduğu yere yığılıp kalmışsa şimdi de öyleydi. Ne gelirdi elinden ki artık. Kime yansın? Yolunu gözlerken ölen  anasına mı derdinden verem olan babasına mı elleriyle vurduğu  abisine  mi yoksa  sevdasını, ölsem de  başkasıyla  düşünmesem dediği  Hacer‘in  ele   gelin edilmesine mi? Her nefesi bıçak gibi yırtıyordu boğazını. Sebebi olan ne varsa tutuşup gitmişti yanan gençliğiyle. Yürümek ıstırap veriyordu. Ayakları  bedenini sürükleyeceğine bedenine yük oluyordu. Şahin bir kere daha ölümü tattı. Azrail ona kaç kere daha gelecekti ki? Kaç kere daha gelebilirdi? Ölüm şahin için tanıdık biriyle oturup kahve içmek gibi bir şeydi. İçtikçe telvesi hayatını karartıyordu. Gün geçtikçe göz gözü görmüyordu. Şahin ne etse hançerdi sinesine. Şimdi köyde kalacaktı. Kararlıydı. Son nefesinde belki Şahin‘ine, sevdasını haykırırdı Hacer’i. Ölümüne söz verilmiş sevdasını…  Hacer gözden kaybolmuştu. Şahin resmiyle avunduğu sevdasının ardından bakakaldı öylece. Toparlar gibi oldu kendini. Meydanlığa baktı. Abisi  daha orada yatıyordu sanki. Gözlerinde ateş eritselerdi keşke de görmeseydi bu meydanı. Şahin mahpusluktan kurtulamamıştı. Asıl mahpusluk şimdi başlıyordu. Özgürlüğe mahpusluk on beş yıl sürmüştü. Ya geçmişe mahpusluk? Şahin için geçmişe mahpusluk müebbetti artık…

Olayın şokunu atamamıştı üzerinden. Ama artık burada daha fazla oyalanmamalıydı. Gözündeki yaşları eğreti bir biçimde sildi. Çantasını yerden aldı ve yürümeye başladı. Ardından bir dolu insan ona, acınası haline, bakıp “vah”lar “tüh”ler çekerek gidişini izliyordu. Şahin nasıl da böyle olmuştu ki? Bir gecede devletler yıkılıyordu. Onun dirliği, onun devleti de yirmi yıl önce bir eylül gecesi yıkılmıştı. İnsanoğlu temkinli olmalıydı. Şahin tecrübe adına anılacak bir örnekti. Böyle allak bullak bir halde yürürken herkesin gönlünden geçen şey aynıydı: peki ya şimdi ne yapacaktı Şahin? Yoksa burada mı kalacaktı?

Evin bahçesinden içeri girdi. Harabe olmuştu yan yana iki kerpiç evleri. Şahin “nasıl olur da o kadar maldan sadece bir bahçeye sıkıştırılmış bu iki kerpiç yapı kalır” diye düşünüyordu. Sonra bahçenin ortasına geldi üzerindeki elbiseleri kapıdan geçerken tozlandığı için silkti. Sonra etrafa bakındı. Gözleri dolmuştu. Hayatı vakitsiz bir borana uğramıştı. Gençliği harap olmuş bütün varlığını anasını babasını abisini hem de kendi elleriyle öldürerek kaybetmişti. Bunca fikir girdabında siluetler halinde bir bir yaşadıkları geçerken gözünün önünden bir ses duydu. Ağır adımlarla sesin geldiği bahçelerinin kerpiç duvarına doğru yanaştı. Kafasını duvardan uzattı. Yoldan iki kişi geçiyordu. Ancak birinin tekerlekli sandalyede olması şaşırtmıştı onu. Gözden kaybolana kadar bu  ikisinin kim olduğunu çözmeye çalıştı. Gözden kaybolmuşlardı ama Şahin tanıyamamıştı. Geri döndü bahçeye. Yıkıntıların arasında bahçenin ortasına doğru yürüdü. Burayı iyi bir düzeltmesi lazımdı. Oturulacak yeri kalmamıştı. Zaten yavaş yavaş serinliyordu havalar. Evsiz barksız olunmazdı. Kimseye el açmamalı kimsenin yanına gitmemeliydi. Kafasında bahçe düzeni için birkaç plan kurarak oradan ayrıldı. Muhtara yani yıllardır buranın muhtarlığını yapan babasından makamı devralan muhtara gidecekti. Dilenmek için değil borç için…

Bahçe kapısında beklemesini söylemişti kâhya. Bekledi Şahin. Bir süre sonra kâhya memnuniyetsiz bir tavırla el işareti yaptı Şahin‘e. Şahin‘i iki kilo buğday dilenmeye gelen elleri ayakları tutan gençlerle mi karıştırmıştı ki böyle bir hareket yapmıştı? Şahin dik duruşunu hiç bozmadan bahçede ilerlemeye başladı. Muhtar yazın son zamanlarının keyfini otları sararmış hamağının altında sürüyordu. Şahin eğilip muhtarın elini öpmeliydi. Muhtar kılıfı giymiş ağanın yani… Eğilmedi Şahin. Kâhya kaş göz işareti yapacak oldu muhtar onu yüz ifadesiyle susturdu. Şahin‘e karşısındaki minderi işaret etti muhtar. Şahin oturmadı. Sadece birkaç bir şey deyip gideceğini söyledi. Muhtar o ara önüne gelen tepsiyi işaret ederek aç olup olmadığını sordu. Şahin kendine bir miktar borç verip veremeyeceğini sordu. Muhtar önce tebessüm etti. Sonra kendisinde hibe edilecek paranın olmadığını dişiyle tırnağıyla kazandığını öyle her önüne gelene vermediğini söyledi. Şahin sinirlenmişti. Dilenmeye gelmediğini elinin ayağının tuttuğunu söyledi. Muhtar da eğer öyleyse gidip çalışmasını sağdan soldan dilenmemesini söyledi. Şahin sert bir hamleyle hamağın sararmış dalını kopardı ve gönlüne düşen her hevesin bu dal gibi son deminde olduğunda düşmesini diledi ve ardına bakmadan çıktı gitti. Muhtar ardında kalakalmıştı. Şahin ne demek istemişti öyle gönlüne düşen her hevesin bu dal gibi son deminde düşmesi… Muhtar biraz düşündü ama anlam getiremedi. Sonra o vurdumduymaz o alaycı tavrıyla Şahin için tepsiye konan tabağın hangisi olduğunu sordu. Sonra da kendine geleni değil de Şahin‘e gelen tabağı yedi. Hep mi böyleydi acaba hep mi kendi rızkına razı olmayıp başkalarının önünden çalardı? Hep böyleydi!

Bahçeden kafasında bin bir düşünceyle çıktı Şahin. Adımları sert ve sıktı. Ne yapacaktı şimdi de köyde durabilecekti bilmiyordu. Böyle olacağını tahmin etmiş olsa bile bir umut gelmişti işte. Devran dönüyor dünya değişiyordu. Zalimler aynı zalim, zulümleri hep aynıydı.

Köy meydanına geldiğinde adımlarını sıklaştırdı. Daha fazla kimseyle muhatap olmak istemiyordu. Başını daha bir eğdi ve daha bir hızlandırdı adımlarını. Biraz daha yürüse az ilerdeki ara yola girecek birinin kendine seslenme  ihtimali  hepten kaybolacaktı ya. İşte az biraz yürüyemedi. Köy meydanının öte ucundan titrek bir nida salınıverdi Şahin’in kulaklarına. Şahin duymazlıktan gelip yoluna devam etse birkaç saniye sonra her şey bitecekti. O ara yola bir girebilse bir  daha sesini duyamayacaktı ya. Kendisini yakalayan ses gittikçe yaklaşıyordu. Hem gittikçe şiddeti artıyordu sesin titremesinin. Edemedi. Arkasına dönmeden edemedi. Tedirgin bir şekilde arkasına döndü. Koşarak yaklaşan adama değil sesinin git gide titremesine git gide ağıda bürünmesine şaşırdı. Kollarını açmış kendine doğru can havliyle gelen bu adam ya Sait’ti ya da Şahin hayal görüyordu. Karabasanlar gündüzleri de musallat oluyordu öyleyse hem de yolun orta yerinde… Bir süre sonra karabasan hayal olmadığını anlayacaktı. Birden kendini o titrek sesin sahibinin kolları arasında buldu. O da sarıldı. Hissedince Sait’i o da sarıldı. Sımsıkı… Yılların aralarına koyduğu mesafeyi bu iki  dakikada kapatmak istercesine sımsıkı… Sonra titrek ses ağıda dönüverdi  birden. Şahin içine ağlıyordu. İçine ağlamayı çok uzun seneler önce öğrenmişti. Ağabeyini köy meydanında vurduğunda, içeri girince anasıyla babasının ölümünü duyunca hep içine ağlamıştı. Gardiyan türlü işkencelerini öne Şahin’in üzerinde denerken o yine içine ağlamıştı. Yine içine ağladı. Kocaman bir cüsseyle kendini saran bu dev çocuk Sait’ti. “Gardaş ölmedik, ölmedik!” diyebilecek kadar müsaade vermişti ağıtlar harflere. O harfler teker teker çıktı. Teker teker giriverdi Şahin’in gönlüne. Gözleri ağlayamadığı için parlayan  Şahin kısık bir sesle, ama yalnız Allah’ın duyabileceği bir sesle tekrar etti: “Gardaş ölmedik, ölmedik…”

Bu ağıt faslı geçince koskoca cüssesiyle ilk evladını parka götüren baba gibi gururlu mutlu ve sevecen bir edayla elinden tuttu Şahin’in. Az önceki o dar o ince uzun ara sokağa girdiler. Biri dev bir çocuk öteki koskoca bir dağdı. Sait elini Şahin’in omzuna attı ve o yolun kapladığı sis boyunca uzayıp gittiler.

Uzunca yürüdükten sonra köyün alt başındaki çeşmenin yanına geldiler. Bir  kaya buldu Şahin. Oturdu o buz gibi kayaya. “Gardaş taşa, yaşa oturulmaz derler. Çocuğun olmaz aman diyim” diye takıldı Sait. Doğru ya çocuğu olmalıydı değil mi? Bir evi bir ailesi bir kurulu düzeni… İyi de kim bu saatten sonra ister içeri girmiş çıkmış adam. Hem de asi hem de inat bir adama kız verirdi. İçinden dul bir avrat bile bulamam dedi. İçinden ama. Kendine ama sadece kendine. Sonra Sait’e tebessüm ederek karşılık verdi. Sait elinden tutacak ve kaldıracaktı onu. Sonra zeytin ağaçlarıyla kaplı o koskoca tarlalara yürüdüler. Kurak mevsimin incecik bir nehri gibi ikisi iki yandan zeytin ağaçlarına doğru aktılar.

Zeytin ağaçlarının yanına geldiklerinde Sait içini çekerek “Millet ağadan korkuyor, kimse çocuğunu okula vermiyor. Kâfir yetiştiriyormuşum ben köylü orada burada söylenip duruyor” dedi. Bir süre anlamsız bir sessizlik oldu. Ortalıkta uçuşan kuşlar kendi aralarında bir şeyler için didişiyorlardı. Sonra birden Şahin işaret parmağını kaldırdı ve Sait’e doğrulttu “Eğer onlar doğruysa iki elim yakandadır, yok onlar yalansa bu köyün çekeceği var” dedi. Yıllardır hapishanede ıslah olmamış gibi… Ve sakin bir tavra büründü sonra. “Okumak ilim öğrenmek ben de isterdim şimdiki aklım olsa” dedi hafif pişmanlık duyan gözlerine inmiş kasvetle. Sait ona tebessüm etti “Yaşın geçmedi ki ne olacak her şey zamanla oturur yerine. Hem zaten köydesin artık, zorun olmaz ki” dedi. Hem zaten köyde miydi? Bunu Şahin bile bilmiyordu, Sait nasıl oluyor da böyle bir yakıştırmada bulunuyordu. Hem, dedi, yine kendine, yine içinden… “Bu köy  ona cehennemden daha koyu, geceden daha kara, gündüz gözüne arafta gezinenlerden daha kötü eder beni” dedi. Sonra tebessüm etti. Bir daha hiç bırakıp da gitmeyecekmiş gibi. O ara Sait zeytin dalından bir çember yapmış Şahin’in başına geçirmişti. “İşte, işte barışın oğlu karşımda artık” diye gürledi.

Kafasındaki çember şeklindeki zeytin dalını eline aldı. Düz bir hale soktuktan sonra oturduğu kayadan az biraz eğilerek toprağı yontmaya başladı. Bir yandan da konuşmak geldi içinden. “Hele öyleyse bana da öğret! İlim irfan sahibi yap beni” dedi. Kafasını kaldıramadan. Sait bu sözleri duyunca gözlerinin içi  parladı. Bu söz Şahin artık köyde kalacaktı. Artık gitmeyecek Sait’e can yoldaşı olacaktı. Sait gözlerinin ferini söndürmeden Şahin’e nazarlı bir bakış attı. “Şahin hayırlısıyla her şey yoluna girecek. Sen böyle bir karar aldın ya her daim yanında olacağım artık” diye gürleyiverdi Sait. Şahin de bu sözlere karşılık sadece kalktı ve sımsıkı sardı Sait’i.

Zeytinliklerin içinden köye doğru tırmanıyorlardı. Kimi yer yokuş aşağı kimi  yer ise yokuş yukarı olduğundan belli bir plan dâhilinde değil de düzensiz bir seyirle yollarına devam ediyorlardı. Şahin, Sait’ in iki adım gerisindeydi.  Hapiste ciğerleri neredeyse çürümüştü. Sık soluk alıp veriyor ve adımları hep seyrek atıyordu. Bir ara durdu ve bir kayanın üzerine oturdu. Az ilerde  eli belinde iki büklüm yokuşu tırmanan Sait’ e seslendi. “Ben çürümüşüm Sait!” Sait arkasını döndü. Bir kayanın üzerinde nefes nefese oturan Şahin’i görünce kendini attı bir kayanın üzerine. “Sen içerdeydin de ciğerlerin gitmiş bana ne oldu ki?” diye tebessüm ederek takılı Şahin’e. Bir müddet güldüler. “Akşam ne yapacağız?” diye seslendi Şahin. Sait bir müddet nefes alıp vermekle meşguldü. “Bilmem ki çay içeriz, bi de sonra da dama çıkar otururuz” dedi. Kesik kesik… İniltili bir ses tonuyla…

Aha da şu köyün alt yanındaki baraj da olmayaydı da muhtar o zaman ne ederdi?” dedi Sait. Şahin o an içindeki yolculuğu mecburi olarak bitirmek zorunda kalmıştı. Tekrarlattırmak istemedi. Ama nereden girecekti ki? Ya çok alakasız bir şey söylerse? Sustu. Sait anlamıştı ama. Gecenin karanlığının yuttuğu o barajı parmağıyla işaret etti. “Şurası. İşte Şahin, aha şurası… Şu baraj olmayaydı ya… Ne olacaktı?” dedi. Şahin‘in derdi başkaydı. Ama belli ki Sait kafasında o dertlerin cirit atma ihtimallerini çürütecek gübreler atma işlemini yapıyordu. Her alakasız konu Şahin’in düşüncesinin dağılması ve kopup gittiği diyarlardan oturduğu savana gelmesi demekti.

Bilmem ki” dedi. Ötesi yoktu. Şahin kopamamıştı besbelli. O ara Sait ‘in karısı çayları getirmişti. Sait gözünün ucuyla Şahin’e bakarak “amma da hoş olur yemekten sonra demli çay ha!” diye kükredi. Şahin tebessüm etti ve Sait ‘in karısı Zehra’ ya fısıltıyla karışık “sağol bacım” diyebildi.

Sait büyük bir gürültüyle çayı karıştırdı. O gecenin koyu karanlığı; bedenlerini, zihinlerini ve zikirlerini yutup götürdüğü gibi, düşünceye dalmış fikirlerinden uzaklaşarak buza kesmiş katran karası çayı çektiler bedenlerine.

Sabahın ılık yeli yüzüne vurunca üşüdüğünü anladı Şahin. Gece çok ısrar edilmesine karşılık yine de damda yatmıştı. “Havalar iyi şimdilik” demişti. Birden doğruldu yerinden. Bütün battaniyeyi çepeçevre sardı bedenine. Bir müddet öylece bakadurdu köyün iç kısımlarına. Yine dalmış gitmişti ki Sait’in sesini işitti. “Şahin’im kalkmışsın aha, de gel iki lokma bi şeyler yiyelim de  okula gidelim” dedi. Şahin katı bir öksürük sesiyle boğazını temizledikten sonra yerinden hafifçe doğruldu. Sait, Şahin’in battaniyeyi toplamasına mani olmaya çalıştı. Sonra koluna girerek aşağı indiler.

Sait, bir iş çıkarmazlar değil mi kardaş?” dedi Şahin. “Bir iş çıkarıp da gelip okulu başımıza yıkmazlar?” Sait bir müddet çiğnediği lokmayı da yuttuktan sonra “Şahin’im, biz çocuklara ne yapıyoruz ki? Ya da ne yapacağız?” dedi. Şahin başı öne eğik kasvetli bir ses tonuyla “bilmezsin sanki bu milleti. Hiç bir şey olmasa seni laf ederler köyde. Islah olmayan beni alıp da daha yetişmekte olan şuncacık çocukların yanına götürüyon diye” dedi. Sait hiç oralı olmadı. “Zehra hele çay doldur” dedi. Sonra Şahin’e döndü. “Şimdi meseleyi sil  aklından artık. Sen dışarıdasın. Islah olmasan ıslah olmadığına kanaat getirse devlet ne diye salsın seni?” dedi hiddetli bir şekilde. “İşte onu bi sen biliyon bi  de Allah” dedi Şahin. Sait atıldı hemen “iyi ya işte kimin bilmesine gerek var daha?” diye söylendi. Herkes haklı gibi görünüyordu. Ama hak kime göreydi ki?

Okulun bahçesinden girdikten sonra bir müddet çamur ve ince bir patika yoluyla okulun giriş kapısına geliniyordu. Birleştirilmiş sınıflı bir köy okuluydu. Sait ilk üç sınıflara bakıyordu. Milli eğitimden yalnızca bir öğretmen ataması olmuştu buraya. Hem birleştirilmiş sınıfta bir öğretmene bile razıyken bunca çocuk, bir tane bile zorla gelmişti. O da zorunlu doğu görevi… Ya sonrası? Sonrasını Allah bilirdi. Sait de zaten okula gelen bu öğretmenle sohbet ederken öğretmen ona öyle bir teklif sunmuş. Köylüler “Sait mürekkep yalamış adam muhtar” demişti muhtarın “Sait’ten öğretmen mi olur?” isyanına. Bir buçuk yıldır da işi götürüyorlardı. Lakin bu yaz öğretmenin tayini çıkacaktı. Kim mi gelecekti? Kim bilebilirdi ki?

Öğretmenim günaydın” dedi ikinci sınıf öğrencisi olan çelimsiz bu çocuk. “Günaydın” dedi Sait de tebessüm ederek. Çocuk o mutlulukla içeri koşarak gitti. “İşte gördün mü? Daha fazlasını istemiyorlar. Onları bu bile mutlu etmeye yetiyor” diye iç geçirdi Sait. Şahin de başını salladı. Yürümeye devam ettiler. İçeri girdiklerinde herkes ayağa kalkmıştı. Tam bir asker hassasiyetiyle yetişmişlerdi. Karşılıklı “gün aydınlatmalardan” sonra çocuklar yerlerine oturdular. Defterlerini çıkarmaya koyuldular. İçlerinden bir tanesi “Ben bu amcayı tanıyom öğretmenin” dedi. Bunu diyen muhtarın torunuydu. Üçüncü sınıf öğrencisiydi. “Tamam, otur yerine oğlum” dedi Sait morali bozuk bir haletle. Çocuk şımarıklığın verdiği cesaretle “Bu adam hapismiş oradan çıkmış” dedi alaylı alaylı. Bir çocuk ne yaparsa fazlasını yapmıyordu bu çocuk. Lakin sadece diğerlerinden daha ataktı. Başka da sırrı yoktu bu işin. Sait sinirlenip ayağa kalktı. “Otur dedim sana. Kapa çeneni işine bak, çıkar defterini” diye bağırdı. Herkes ama herkes ürkmüştü. Şahin bile. O ki korktuğu başına gelmişti. Hem de ilk anda. Beyninde sorular harmanının hasadı gelene kadar beklese miydi yoksa ekinleri yaksa da kurtulsa mıydı taşlanmaktan?

Teneffüs zili çaldı. Herkes yavaş yavaş dışarı çıktı. Biri hariç… Muhtarın torunu yavaş yavaş çıkmadı. Koşarak fırladı yerinden. Bir müddet sonra oturduğu pencereden çocuğun köy meydanına tırmanışını gördü Sait. Cenge giden bir er gibi parçalıyordu kendini çocuk. “Artık gerisini sen bilirsin” dedi gözlerini tavana dikerek. Şahin o ara çocuklara yazı talimi yaptırıyordu. Bir soğuk zemheri kesilmişti her yanı donakalmıştı fırlayan çocuğun rüzgârında.

Kapıya vurma zahmeti bile göstermeden gözlerinin kan rengiyle Sait’ in kolundan tuttu. Sait oturduğu sandalyeden zar zor kalktı ve dışarı doğru ilerlemeye çalıştı. Arkasından da muhtarın oğlu olan bu gevşek suratlı dedikleri ancak bugün hiç de öyle olmayan Yunus’u da çeke çeke… Yunus, Sait’i ne kadar rezil ederse, onun duruşuna ne kadar zeval verirse kârda hissedecekti kendini. Kapıdan dışarı çıkarken Yunus bağırmaya başladı. “Sen kimsin ki lan benim oğluma bağırıyon? Ha?

Ben, senin bana ona bir şeyler öğretmem için emanet ettiğin öğretmeniyim” diye kendine diş bileyen Yunus’ a diklendi.

Lan sen bu öğretmenlik havasına iyi girmişsin. İki sene şehirde okumayla öğretmen mi oldun?” dedi. Kekeleyerek söylediği cümlesini zar zor bitirmişti.“En azından öyle bir zoru göze alıp gitmişim şehre. Ya sen şehre erzak almaya, âlem yapmaya gitmenin dışında niye gitmezsin?

Yunus sus pus oldu bir anda. Aslında iktidar oydu ancak sustu. Dişlerini gösterdi azgın bir köpek gibi. Bir şey diyemedi. Diyecek bir şey bulsa derdi belki. Ama diyemedi. Neden sonra kafasını sağa sola sallayarak Sait’e acırmış gibi baktı.“Sait çok fena kaşınıyon olum. Artık buralarda barınacağını sanıyosan çok yanılıyon

Sait zoraki bir tebessüm attı. Eliyle yakasını tuttu. “Elinden gelenin en iyisini yap Yunus Ağa. Şimdi çek git okulumdan” diyerek itekledi. Tüm bunlar yaşanırken Şahin sanki oturduğu yere çakılı kalmıştı. Sadece sesleri duyabiliyor ve birkaç itiş kakış hareketini görüyordu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Onun yüzünden olmuştu bunlar. Sait’ e bir şeyler yaparlarsa Şahin ne yapacaktı ki? “Ah” dedi içinden. “Ah o deli çağlardaki ben olsaydım şurda, beş dakikalığına.

Sait sınıfa girerken Yunus dişlerini sıkarak ardına baka baka oğluyla beraber okulun kapısından çıkıp köy meydanına doğru ilerledi. Sait Şahin’in durumunu görünce yanına oturdu. Şaşkın şaşkın bakan sınıftaki çocuklara seslendi sonra.“Hadi bakalım çocuklar geçin bahçeye geliyoruz biz” dedi tebessüm ederek.   Çocuklar   birer   ikişer   sınıfı   terk   etti.   Ağır   adımlarla   ve   Şahin ağabeylerine baka baka…“Sen aldırmayasın. Bunları bilirsin. Böyle yezitlik ederler her daim.

Durdu bir an. Köy meydanında hızlı hızlı ilerleyen Yunus’a takıldı gözleri. Hafif tebessüm etti o an.“Bir bilseler ki neler kaybediyorlar, kazandık sandıklarıyla…”“Gelmemeliydim aslında” diye soludu Şahin. “gelip de ne olacağını düşünüyordum. Sakince bir köşede yaşamak…”“Bu köy sakince yaşamak yeri değil ki sana göre.”“Haklısın” diyerek başını öne eğdi. Sonra pencereden köy meydanına doğru bakıyordu ki Hacer’ i gördü. Hacer… Gençlik dumanı… Hacer… Sevda kokulu yar… Sait, Şahin’in nereye baktığını görmedi. O da başka bir yere bakıyordu. Şahin okulun çıkış kapısına doğru koştu. Sınıfın kapısına gelince Sait’ in şaşkın bakışları arasında Sait’ e doğru döndü ve “hemen dönüyorum” dedi nefes nefese. Okulun kapısının önünden geçiyordu Hacer. İki eli de doluydu. Kapının aralığından bakıyordu. Şahin’i görmemeliydi Hacer. Şahin de gizlenebildiği kadar gizlendi kapının ardına. Ta ki Hacer yolu dönüp de kaybolunca Şahin de boş boş bakındı bir zaman. Sonra arkasını döndü sınıfa yöneliyordu ki Sait çıkageldi. “Ne oldu şahin bir şey mi var?

Yok. Yok, bir şey Sait” dedi titrek sesiyle. Baştan ayağa titreyen ruhunun hali diline aksetmişti. Sonra Sait, Şahin’ in koluna girdi. İkisi birden düşünceli düşünceli bahçeye, çocukların yanına çıktılar. Çocuklar gülüşmeler arasında oynuyorlardı. Sait öğretmenlerini görünce hemen yanına koşuştular. Hepsi hep bir ağızdan bağırıyor Sait’in kulağını tırmalıyorlardı. Sait, Şahin’ e döndü iki elini iki yana açtı. Dudağını büzdü. Sait de çocukların arasında çocuk olmuştu birden. Şahin gülmemek için kendini zor tuttu. Sonunda ufak bir gülüş attı çocuklara. Çocuklar az önceki olaydan korktukları için biraz tereddüt ettiler. Ama çocuktu onlar. Bir kısmı da koşarak Şahin’e sarıldı. Şahin hepsinin de teker teker başını okşadı gülümseyerek. Vakit iyiden iyiye geçmiş  akşam olmuştu.  Zil çalınca yerlerinden ok gibi fırlayan çocuklar birer birer çıkıp gidiyorlardı. Sait de dostu Şahin’le beraber sakin adımlarla çıkıp köy meydanından eve doğru yürüdüler.“Zehra!” diye bahçenin kapısından eve doğru seslendi Sait. Ses çıkmayınca biraz daha yükseltti sesini. “Buyur Sait. Ne oldu?

Nerdesin hanım? Ne yaptın yemek hazırladın mı yoksa biraz dolaşak mı biz?”Zehra bir an durdu. Odanın kapısının aralığında soluyan nefese döndü. Heyecanla Zehra’ ya doğru bakan Hacer hafif fısıldadı.“Gelmesinler Zehra bacı. Gelmesinler aman deyim

Sait dayanamadı Zehra’nın böyle tepkisiz durduğuna.“Ne oldu kız. Ses versene.

Siz… Siz gidin biraz dolanın. Yemek yarım saate olur” dedi titrek sesiyle.

Hey babasına rahmet sabahtan beri şunu diyecektin. Ne bekledin iki  saat öyle?

Mutfağın sesini dinledim. Yemek taştı gibi ses geldi de.” “Eyi tamam. De hadi bak işine. Gelirik biz birazdan.

Şahin kapının önüne çömelmişti. Uzun süredir durgundu. Sait başında durunca bir hamlede kalktı. Kol kola girip ağır adımlarla yürümeye başladılar.

Zehra bacı gelip gittiğimi söylemeyesin olur mu?” dedi Hacer. Çatallaşmış sesiyle fısıltılı bir şekilde. Boğazını temizledikten sonra tekrar döndü Zehra’ ya.

Bana gelmez gayri bu sevda. Gelmez bacım.” Gözlerini duvardaki Sait’le  Şahin’ in beraber çektirdiği fotoğrafa kaydı birden.

Amma bilirim ki Şahin nicedir bu derttedir. Ona sebep olmak istemem.

Eyi diyon da Şahin gardaş suspus olmuş.” Zehra da gözlerini duvardaki fotoğrafa çevirdi. Devam etti sözlerine.

Bana kalırsa alevi köz olmuştur Şahin gardaşın” dediği vakit dışarıdan bir ses geldi.

Zehra! Zehra! Koş yetiş!

Bu Sait’in sesiydi. Zehra hemen dışarı doğru seğirtti. Kapının önüne çıkar çıkmaz Şahin’i Sait’ in kolları arasına yığılmış gördü. Dizlerinin bağı çözüldü. Bir adım öteye gidemedi.

Olanca ağırlığıyla yere serilmişti. Sait zor zekât kafasını kaldırıp kucağına koymuştu Şahin’in. Zehra, ikişer üçer merdivenlerden iniyordu. O ara yakın çevrede bulunan üç beş köylü derken on-on beş kişi olmuş hepsi de şaşkın bakışlarla Şahin’e ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Hacer ise balkonda bir yere geçmiş aşağıda olan bitenleri içi içini yiyerek izliyordu. Aşağı inemiyordu. Köylü görürse pek de iyi düşünmezdi. Zira az evvel Şahin çıkmıştı aynı evden. Köylü Hacer’in Şahin’den saklandığını falan anlamazdı. Aşk nedir bilmezdi köylü. Sevda nedir… Bir anda ortalık curcunaya dönmüştü. Bir süre sonra köy meydanının o ince yolundan eski model bir taksi geliyordu. Gürültüsü tüm köyü sarmıştı. Bir yas gibiydi bir öksürük gibi…

Hacer! Kız Hacer ne işin var orda senin kız?

Her şey bir anda donmuştu sanki zaman bir türlü akmadı o andan itibaren. Saitlerin yan komşusu yaşlı, yaşlı olduğundan beter aksi Züleyha’nın sesiydi bu. Herkes ama herkes Saitlerin evinin balkonuna bakıyordu. Sait olayın şokunu atlatamamışken bir de Hacer’in kendilerinde oluşunu bu şekilde görmesiyle şaşkınlığından donmuş kalmıştı. Aslında normal bir durumdu Hacer’in onlarda oluşu. Lakin az önce Şahin’le beraber evden çıktıkları gelince aklına pek de normal gözükmüyordu artık bu durum.

O an herkes baygın bir halde yerde yatan Şahin’in unutmuş Saitlerin balkonundaki Hacer’e bakıyordu. Zehra büyük bir sırrı ortaya çıkmışçasına şaşkın bir yüz ifadesiyle kalakaldı. Ne olacaktı şimdi peki? Kim aslında  Hacer’in orada olduğunu Şahin bir yana Sait’in bile bilmediğini tüm bu köylüye anlatacaktı? Ya da kim, hangi köylü buna inanacaktı? Sanki yalanla doğru kemiyet değiştirmişti o an. Zehra bile hakikaten o olayın doğruluğuna inanmış gibi bir şaşkınlık gösterdi biraz sonra. Sustu herkes.

Arabanın sahibi Çavuş da bir yandan Hacer’in haline bakıyor bir yandan da Şahin’i arabaya götürmek için Sait’in kolunu çekiştiriyordu.

Eski püskü bu taksinin öksürük dengindeki sesleri ayıltmıştı Şahin’i. Biraz biraz başı dönüyor ancak etrafındaki hiçbir şeyi idrak edemiyordu. Biraz doğrulmaya çalışınca, Sait kollarının arasındaki bu kıpırtıya kayıtsız kalamadı. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşayan köylü hep bir ağızdan uğultu şeklinde bir şeyler sayıklıyorlardı. Şahin gözleri yarım açık şekilde etrafta olan biten her ne  ise idrak etmeye çalışıyordu. Sait kafasını öbür yana çevirmek istediyse de Şahin balkonda donakalmış bir vaziyette aşağıyı seyreden Hacer’ini gördü.

Hacer… diye bir mırıltı salıverdi köylünün ortasına.

Zaman geçtikçe köylü çoğalmıştı ortalıkta. Sait artık tek yapması gerekeni yapıp Şahin’i uzaklaştırmalıydı buralardan. Yoksa bunca zamandan sonra Hacer’in oğlunun gelmesi an meselesiydi. Namus davasına bir yiğitlik etmeye kalkarsa Hacer’e dünya o an kararırdı. Sevdalısı ölür, oğlu çürürdü. Hayatı zindana eş bir hal alırdı. Hemen Şahin’i arabaya bindirdi Sait. Şahin hala hiçbir şey anlamamıştı. Ne oluyordu ne bitiyordu? Hacer orada ne arıyordu? Kaç zamandır yerde baygındı?

Araba küskün bir edayla salına salına köyün çıkışına doğru ilerliyordu. Sait  ikide bir arkaya bakıp bakıp söyleniyordu.

Hızlı Çavuş hızlı!

Köyü çıkmışlardı. Bayağı da uzaklaşmışlardı. Sait hala ikide bir arkaya bakmaya devam ediyordu.

—“İşte şuradan gitti” diyip ardı sıra Hacer’in oğlunu yollayacak çok şerefsiz vardı köyde.

Şahin nice zaman sonra mırıltıyla karışık bir şeyler tekrarlayıp duruyordu. Sait kulağını eğdi Şahin’e doğru.

Ne? Ne dedin Şahin?

Yok bir şey Sait. Yok.

Ne demek yok Şahin? Ne mırıldanıp duruyon?

Kendimle konuşmayayım mı? Yasak mı?

Bana da de hele.

Bir müddet sessizlik oldu. İkisi de dışarıyı seyrediyordu. Yanlarından akıp giden koyu zeytin ağaçlarının yaprakları neredeyse arabadan içeri girecekti. Yol tek şerit ve topraktı. Tozlar ardı sıra gelenlerin gizemini arttırıyordu gidenlerin.

Sana ne oldu Şahin? Rahatsızlığın mı var?

Şahin hala dışarıyı seyrediyor soruya muhatap olmuyordu. Sait bir yandan hala tozdan görünmeyen o yola, arkalarına bakıyordu.

Kime dedim ki? Şşşş Şahin

Ne?

Nasıl ne olum? Hastalığın mı var neyin var?

Pek mühim değil. Küçükken havale geçirmişim. Onun ceremesi işte.

Madem öyle bir durumun var neden en son ben biliyom?

En başta kimse bilmiyodu ki…

Başını sağa sola salladı Sait. Şahin altta kalmaz her şeye bir cevap illa  ki bulurdu. Bir müddet arabadan dışarı baktıktan sonra konuşmaya başladı Şahin.

Ne heveslerle, daha doğrusu nasıl bir vaziyetle gelmiştim şu köye. Annem, babam ve abim… tüm bu geçmiş zamanın her bir şeyiyle hesaplaşıp, en nihayetinde burada muhasebesini yapıp dayanabilirsem yaşamaya çalışacaktım. Peki şimdi? Peki, benim elli metreden yakın görmediğim sevdiğimin evinde ne  işi vardı Sait?

Şahin allak bullak olmuştu. Sözlerine dişini sıkarak başladı. Adeta kükrüyordu.

Bak Şahin! Ben kimseden, hele de senden hele de sevdiği insanı saklamam. Bunu bil! Ayrıca Hacer, Zehra’nın yakın arkadaşıdır. Onun yanına gelmiş, biz  de onları vakitsiz yakalamışsak onu bilemem. Lakin bu tereddüdün beni allak bullak etti. Ben…

Tam o esnada ortamı koyu bir sessizlik kapladı. Şahin de Sait de susuverdi birden. Hem de uzunca bir müddet. Çavuş dikiz aynasından bakmaya başlamıştı her ikisi de kati bir şekilde susunca. Birden söze de giriverdi.

Şahin kardaş pek bi bildiğimden değil emme bu senin sevdan yamanmış.

Ne alaka Çavuş?

Yani diyom, anana babana sebep ol sonra kardeşini sen vurmuş ol çık bunların üstüne de köye gel. Pek bi cevvallik bu seninki.

Ne yapaydım ki? Yirmisinde genç bir kızın fotoğrafıyla mı ağlayıp  dursaydım?

Ben olsam uğramazdım buralara. Bizim kız Hacer’in oğluynan evlenecekti. Bak şimdi tüm bu olaylardan sonra artık işler epey uzar.

Şahin sustu biranda. Ne diyeceğini bilemedi. Çavuş devam etti sözlerine.

Bak Şahin kardaş! Sen fenalaşınca hemen taksiyi getirdim. Sait seni alır da hemene atar diye arabaya. Sen gidince köylü dağılır Hacer de Saitlerin balkonunda görülmezdi. Buncacık olayda çıkmazdı. Amma velakin Hacer bacı hemen görünüverdi. Ben de apar topar seni arabaya koyuvereyim dedim ya olmadı.

Sait hemen atılıverdi söze.

Çavuş ne demeye söylüyon bunları? Derdin nedir senin?

Demem şu ki çoktan bu olayın lafı oğlana yetişmiştir. Bakın ağalar ben o oğlanın Şahin’in vurmasına göz yumamam. Haaa insaniyetlik adına değil bu sözüm, ben bu güz Kayseri’ye göçeceğim bir boğaz daha masrafa giremem. Kızın gitmesini hesaplarken karşıma bu olay çıktı.

Bak çavuş diyeceğin ne hala bilmiyorum amma diyeceksen ki çek git buralardan ben zaten gelirken ölümü, geçmişimin beni öldürmesini ve ruh gibi ortalıklarda gezinmeyi göze almıştım zaten. Sen neyden bahsediyorsun artık?

Bak kardaş! Ben birazdan duracağım sen de inip gideceksin. Sana yolluk bir iki kuruş da vereceğim. Bir daha geri dönmeyeceksin.

Mantığın el veriyor mu senin be? Ben ki bunca şeyi göze almış gelmişim sen kalkmış bana git diyorsun.

Sait de Şahin de sinirlenmişlerdi. Şahin ağzından tükürük saça saça gözleri buğulu bir şekilde konuşuyordu ki Çavuş onu susturdu birden.

Zaten bu katırın hızına ya yarım saat ya yirmi dakka sonra yetişiler. İyisi mi sen git yoluna.

Şahin sustu birden. Sait, Şahin’e doğru bakıyordu o ise zeytin ağaçlarıyla süslü yola içli içli bakıyordu. Çavuş şahin’i böyle görünce ses tonunu inceltti birden.

Biliyom kardaş sevda böyük nimet bulunmaz bir meşkale. Lakin şu kıt kanaat geçinen adama acı. Bir boğaz daha bakamam. Fazla da dayanamam. Bu gidişle ecelim eğreti olur. Gel vazgeç sevdadan. Sana ömrünü yitiren sevdadan vazgeç.

Sait buğulu gözleriyle ağlayan dostunun yüzüne bakıyordu. Şahin  vazgeçmeliydi artık. Onu isteyen hiçbir durum yoktu etrafta. Herkes onun varlığına karşıydı. O ise tek başına koskoca safı idare etmeye çalışıyordu.

Hem öldürürse Hacer bacı da ölür. Hem sana hem ciğerine…

Şahin tek yapması gerekeni yaptı. Hiçbir zerresi dahi kalmamıştı köyde. Arabayı ağırlaştırdı Çavuş. Araba durdu birden. Arkalarından onları dörtnala kovalayan toz buğusu yeşertip geçti ortamı. Üçü de indi arabadan. Şahin yol boyunca uzayan kıvrımları takip ederek köyün bit haletindeki kemiyetine göz gezdirdi. Bir nokta makamında sallanıyordu köy. Sait’e yaklaştı. Yaşlı gözlerle birbirlerine sarıldılar. Sımsıkı. Bir asrın geçmesi bile bu zamanın hadsizliğini ele veremezdi. İyice sıkı sıkıya sarıldılar. Ağlamaklı.

Çavuş haklıydı Şahin köydeyken herkes ama herkes kaybederdi. O olmazsa herkes kazanırdı. Köy meydanında bit yuvası haline gelen köyün en uyuz köpeği bile. Ne diye vardı ki? Ne diye işgal ediyordu bir bu kadar yeri? Ne diye soluyordu ki? Ölseydi ya? Niyeydi bu varlık hiçbir var olanın faydasına değmiyorsa?

Çavuşla tokalaştılar sadece. Bir iki adım attı. Sanki bir şeylerini unutmuş gibi geri döndü. Sonra gerisin geriye dönüp ağır ağır uzaklaşıyordu. Köyün en uzağında duran iki kişiden bile. Sait ona gitme diyecekti. Niye desindi ki? O artık gidiyordu? Dudağında ağıtı bir ıslık yolların tozunu eme eme menziline doğru emin adımlarla yürüyordu. Kulağında yirminse yeni girmiş Haceri’inin yanık sesi…

Kirpiğin kaşına değdiği zaman Bekletme sevdiğim vur beni beni… Sevdanın şafağı söktüğü zaman Diyardan diyara sür beni beni…

Yollardan hallaç vehminde bir yığın toz fikrinin en sabit noktasına tecavüz ediyordu. Susuyordu. Kaşı koydukça acı çekecekti. Biliyordu.

Bunu paylaş: