Tüketim Toplumu – Onur Keşaplı

Tüketim Toplumu* 

Günümüz dünyasında farklı kültürlerden, yaşam biçimlerinden de olsalar insanların ağızlarından düşürmedikleri bir tanımlama vardır: Tüketim Toplumu. Hemen herkes “tüketim toplumu”ndan şikâyetçidir. Kimileri bu durumun toplumsal yozlaşmadan kaynaklandığını, bazılarıysa günümüz iktidarlarının avuçlarında oynattıkları halka tüketmeyi dayattığı ve halkın da kaçacak yeri olmadığı için boyun eğdiğini söylemektedirler. Gerçek şu ki tüketim, küreselleşen dünyayla ya da Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkmış bir durum değildir. Tohumları çok çok önceden atılmış ve sonuçlarını vermeye başladıktan sonra 70li yıllarda Batıdaki tek ve hâkim sistem konumuna erişmiştir. Ve bahsedildiği üzere küreselleşmiş bir olgu olduğu halen söylenemez. Batı olarak adlandırılan Kuzey Amerika ve batı Avrupa ülkelerinde tüketim bir sistem halindedir ve dünyamızda batı, tek hâkim güç konumunda olduğundan dolayı geri kalmış ülkeleri birebir etkileyebilmektedir. Bu durum da tüketim toplumu sistematiğini daha yakından incelemeyi gerektirir. Jean Baudrilliard’ın büyük eseri “Tüketim Toplumu” bu incelemede kuşkusuz en önemli kaynak durumundadır.

İdeolojilerin bir bir ortaya çıktığı ve kitleleri peşinden sürüklemeye başladığı 19. yüzyılda insanlık ideali, eşitliğin peşindeydi denilebilir. 20. yüzyılda ise her ne kadar ideolojilerin en şiddetli çatışmalarını görmüş olsak da, insanlık eşitlik arayışının yerine mutluluğu ve mutluluk arayışını getirdi. Her ne koşulda olursa olsun her daim mutluluğun peşinden koşmaya başlayan insanoğlu belki 20. yüzyılın değil tüm insanlık tarihinin ürünü denilebilir. Ancak sistemin bu mutluluk arayışı üzerine kendini şekillendirmesi ve bunu körüklemesi  geçtiğimiz yüzyılda oldu. Tüketim, işte tam da bu arayışa cevap olarak ve asla tatmin edilemeyecek bir olgu olarak kendi oluşumunu sağlamlaştırmaktadır. İnsanlar her zaman bir şeye karşı ihtiyaç duydukları için ihtiyaç kavramı da bu durumda kritik bir rol oynar. Zamanla sistem, ihtiyacı da bildiğimiz anlamda ihtiyaç olmaktan çıkartıp kendi içinde anlamını yaratacaktır. Sistem içinde ihtiyacın önemini kavramak için öncelikle tüketimin soy kütüğüne bakmak gerekir. Bu sürecin temelinde de aslında üretimin şekillenmesi yatar. Tüketebilmek için elbette öncelikle üretmek gerekir. Soy kütüğünde en başta üretim düzeni, geleneksel aletlerden farklı olarak makineleri yani teknik sistemi ortaya koyar. Beraberinde ilkel tarzdaki değiş tokuşları ya da potlaç kültürünün irrasyonel israfları  bir kenara bırakarak  akılcı  yatırımı, sermaye anlayışını    ve tüm bunların dolaşımını üretir. Üçüncü aşama olarak klasik anlamda kölelerden farklı olarak sistemleştirilmiş, ücretli emek gücünü ortaya koyar. Böylece akılcı, bütünleşmiş üretim düzeni bir bütün olarak ihtiyaçları, ihtiyaçlar sistematiğini üretir. Yine de tüketimin öneminin fark edilmesi ve yavaş yavaş önceliği alması 1929 Büyük Bunalım’ında olmuştur. Batı dünyasının ve dünyanın hâkim ideolojisi-sistemi kapitalizmin yaşadığı belki de en büyük kriz olan Büyük Bunalım’ındaki sorun muazzam boyutlara ulaşmış üretimi, malları tüketebilecek kitlelerden yoksun olmasıydı. Halkın alım gücünden yoksun olması ve buna karşın fabrikaların hiç durmadan yeni mallar üretmesi kimine göre İkinci Paylaşım Savaşı’nın da nedenlerinden biri olarak görülmektedir. Bununla beraber üreticilerin kontrolü kadar tüketicilerin de kontrolünün son derece önem taşıdığı kavramış oldu sistem. Sosyal Devlet olgusunun şekillenmesi ve iş saatlerinin düzenlenmesi, kişi başına düşen gelirin artması, vergilerin  azaltılması, sosyal hakların verilmesi kitlelerin elinde paranın bulunmasını sağladı. Geriye kalan tek şey onların bu parayı harcadıklarından,  tükettiklerinden emin olabilmekti.

İhtiyaçlar sistematiği burada önem kazanmakta. “İnsanlar ihtiyaçları oldukları için alıyorlar” yaklaşımı tüketim sistemi için yeterli değildir. Kitlelerin gerçek anlamda ihtiyaçları olsun olmasın bir şeylere gereksinim duymalarını sağlamak önemli. Bu yaklaşımla birlikte sistem, kitleleri kuşatmaya başladı. Drugstore’lar şehir merkezlerinde, günün neredeyse yirmi dört saati açık olan ve küçük çaplı alışverişlerden kafelere, sinemalardan lokantalara kadar çeşitli hizmetleri bir arada sunmaktaydı. Artık alışveriş ya da vakit geçirilebilecek yerlerin zamanı ve yeri genişlemekteydi. İlerleyen süreçte şehir merkezlerinin dışındaki yerlere ve daha da önemlisi komşu yerleşimlerin de kolaylıkla ulaşabileceği yerlere alışveriş merkezleri dikilmeye başlandı. Başta aileler olmak üzere herkesin ulaşabileceği yerlere içinde neredeyse her şeyi barındıran, havalandırması sayesinde sürekli bir bahar hissi yaratan bu merkezler, aynı zamanda doğanın yeniden üretimi şeklinde düzenlenmiş yeşil alanları, parkları sunmaktaydı. Hatta kendi elleriyle arttırdıkları kişi başına düşen geliri yine kendi halklarının tasarrufa yönelerek biriktirmelerini istemedi sistem. Kişisel ve bedensel hazzın, mutluluğun iktidarca yadsındığı püriten ahlakta nasıl kilise iktidarı söylemlerini tersini yaparak kendine göre ahlaksız olduysa burada da sistem ahlaklı  görünüp tasarrufun önemi vurgular gibi gözükür. Ancak buradaki fark iktidar yine kendi kanallarıyla tüketmeyi sürekli teşvik etmesidir. Kendi sistemine dâhil olmadığını ve dolayısıyla az para harcadığını hissettiği kitlere kredilerle ulaşmaya çalışır. Onlara yatırımı öğütleyerek sisteme dâhil etmeye çalışır. Günümüzde kredinin tahtını alan kredi kartlarının sisteminden çıkmaya çalıştığınızda bankanın sizi çıkartmamak için verdiği uğraş bankanın özelinde bir kazanç istencinden öte sistemin genel bir öğretisi gibidir. Sistemin kontrolünden kaçırmak istemeyeceği bir diğer kesim de kırsalda yaşayanlardır. Bunlara ulaşmak için de kullandığı yöntem katalog yöntemidir. Genellikle ücretsiz gönderilen bu kataloglarda ücretsiz adrese teslim servisiyle kentlerdeki gibi tüketmek ve yaratılan ihtiyaçlar hâkim gelmektedir. Bu ve benzeri aygıtlarla kuşatılan insanların yöneldiği tüketim hazza ya da doyuma yönelik bir tüketim olmaktan çıktı. Artık bu  tüketim hazzın yadsınarak itibarın, prestijin önem kazanmasına yönelikti. Satın alınan nesneler artık kullanım değerleri üzerinden anlam kazanmamaktaydılar. Ya da kazandıkları bu anlam tüketim toplumu için önemsizdi. Nesnelerin gösterge değeri kullanım değerinin önüne bir kez geçmesi insanların gösterişi önemsemelerini sağladı. Kullanım değeri önündeki mutlak eşitlik bu yeni gösterge değeri önünde aşırı derece hiyerarşikleşmiş bir yapıyı doğurdu.  Eşitliğin önceki yüzyılda bırakıldığını söylemiştik ve üretilmiş olan ihtiyaçlar sistemi işte burada devreye giren farklar koduna oturmaktadır. Çünkü eğer gerçek anlamda bir ihtiyaçtan söz edilebilseydi insanların bir noktada karşılanan ihtiyaçları sayesinde durmaları beklenirdi. Ancak hareket halindeki gösterge değerlerine bağla ihtiyaçlar sistematiğini bir alanda doyursanız bile kendisini bir başka alanda gösterecektir. Eric Fromm’un “Sahip Olmak Ya da Olmak” adlı yapıtında insanlığın ve özellikle Batının sorununun sahip olma dürtüsüyle hareket etmek olduğu söylenmekte. Ancak “Tüketim Toplumu”nun sahip olma içgüdüsü gerçek nesnelere karşı duyulan bir sahip olma isteği değildir.  Tüketerek itibar kazanma, farkını ortaya koyma ve ayrıcalık edinmedir bu daha çok.

Tüketimin en etkin olduğu alan günlük yaşantıdır ve 70lerde gücünü iyiden  iyiye hissettirmeye başladıktan sonra git gide güçlenen kitle iletişim araçları da en etkili silahtır denilebilir. İnsanların gündelik yaşantısını ele geçiren araçtır kitle iletişim araçları. Sürekli açık kalan televizyon, kişilerin iletişimlerini ele geçirir. Zamanla kitlelerin sözünü ettiği konuların hepsi televizyonla bir şekilde bağlantılı hale gelmiştir. Televizyonda görülen bir dizi, herhangi bir program ya da o programlarda giyilen giysiler ve diğerleri… Büyü olgusunu kaybetmiş bir toplumda oluşan boşluğu televizyon doldurmaktadır. Dünyayı ayaklarına kadar getiren bu kutunun çalışma prensibini kavramaktan çok ona büyülenmiş bir şekilde bakmayı tercih eder tüketim toplumu. Bu “bakma” sayesinde televizyon, savaş ya da felaket haberleri gibi gerçekleri sunmak gibi bir havaya bürünse dahi kitleler benzeri vahşet görüntülerinden sonra gelen komedi görüntülerine veya şaşalı reklâmlara da aynı ifadeyle bakmaktadırlar. Kitleler kendilerine sunulan sanal gerçekliği büyüsel bir şekilde izleyerek kendisinin zaten simülasyon olduğu bu sistemde gerçeklikten iletişimsel ve günlük yaşantısal anlamda da kopmaktadırlar. Kitle iletişim araçları kitleler arası iletişimi sağlamak yerine kitlelerin kendi aralarında konuşma dillerini değişime uğratmaktadır. McLuhan’ın “Medium is Message” yani “Araç iletidir” tanımı işte burada önem kazanmaktadır. Aracın kendisi ileti olduğunda verildiği söylenen sözde mesajların da bir anlam ifade etmediği ortaya konmaktadır. Örneğin bir  kasabaya demir yolu inşa edildiğinde o yerleşkeye ulaşacak şeyler sadece vagonlar ve içlerindeki yükler değildir. Demir yolu iletinin ta kendisi olarak o yerleşim yerine yepyeni bir yaşam biçimi taşımaktadır. İşte televizyon başta olmak üzere kitle iletişim araçlarının yaptığı da budur. Kitleler büyülenmiş şekilde baktıkları dizilerin, televizyon programların sözde vermeyi hedeflediği sosyal mesajları ve benzeri iletileri şans eseri alsa bile orada gördüğü ve benimsediği şey büyülü kutunun içindekilerin neler giydiği, nasıl konuştuğu ve hareket ettiğidir. Kitle iletişim araçlarından çok kitlelerin daha güçlü birer iletişim aracına dönüştürüldüğü sistemde, kişilerin günlük yaşamdaki davranışları dahi reklâm taşıyabilmektedir. Büyük firmalar özel müşterilerine sezonun yeni eğilimlerini taşıyan takım elbiseleri, saatleri bedava ya da büyük indirimlerle vererek işte bu tarz bir iletişim sonucunda doğacak reklâmı  ve elbette tüketimi düşünmektedirler. O markanın yeni ürünlerini havalı havalı taşıyacak olan müşteri, ortaya koyacağı fark ve itibarla diğerlerini sözsüz iletişim yoluyla tüketime yöneltecektir.

Tüketim sisteminin içinde farklar kodunun ve itibar temelli ihtiyaçlar sistematiğinin önemi kişilikler üzerinde anlamlarını bulmaktadırlar. Hedef kitlelerine seslenen parfüm, bakım seti ya da diğer her türlü kişisel ürünlerin reklâmları “kendiniz olun” mantığıyla yaklaşmaktadırlar. Kişiler farklı olabilmek adına kendileri olma söyleminden hoşnut olarak tüketimin çarkında yer edinirler. Sistem insanların doğuştan gelen farklı kişiliklerini önemsemez. Tüm bu gerçek anlamda kişilik farklılıkları yerine uygun gördüğü modeller altında kendilerini bulduklarını düşünerek hareket eden kitleleri yaratır. Bir başka değişle kapitalizmin mutasyona uğramış hali olan tüketim sistemi  bir sözde  düzene,  sözde  sisteme  yani  simülasyon  evresine  dönüşürken   tüketim toplumunun piyonlarının da gerçek kişiliklerini yok sayıp kişilik simülasyonları şekline dönüştürmektedir. Doğayı yok edip sonrasında alışveriş merkezlerinde doğa simülakrları ortaya koyan sistemin mantığı bir kez daha net bir şekilde görülmektedir. Kendilerinde olanın yetersiz olduğuna inanan kitleler “en küçük marjinal farkı” ortaya koyarak hem kişiliğini hem farklılığıyla gelen itibarını ortaya koymayı düşünürken aslında toplumsal modeller altında giderek diğerleriyle benzeşmekte ve tüketim toplumunda yerlerini almaktadırlar.

Sistemin iki modeli vardır. Bunlar dişil ve eril modellerdir. Beğenilmenin modeli olan dişil model, sürekli kendisiyle ilgilenmeye, narsistik kuşatmanın da ötesinde kendine âşık olmaya yöneliktir. Hatta tüketimin gerçek nesnesi dişil modeldir. Bu modelde kadına bir anlama kadınlık satılır. Doğal olanın eksikliği yetersizliği aktarılarak kendiyle ilgilenmesi sürekli öğütlenir. Yüz bakım setleri bu konuya en iyi örnektir. Doğal olarak kırışıklaşacak cildin kötülüğü pompalanarak kadınların ancak kırışıklıklarını azaltarak dişil modele dâhil olabileceği aktarılır. Reklâmlardaki yüzde 38’e varan azalmalar(!) işte bu modelin hedefini ortaya koyar. Dişil model ne denli beğenilmenin modeliyse, tüketimin diğer modeli eril de beğenmenin, seçmenin modelidir. Zayıflığa yerin olmadığı bu modelde erkek kolayca tatmin olmayan ve en ince detayına kadar titizlikle işlenmiş olandır. Eril modelin seçeceği takım elbise, araba ve benzeri her şey onun şekillenmesi konusunda önem taşır. James Bond gibi jilet keskinliğinde takımlara ve kusursuz seçimlerle oluşur eril model. Dişil de bu seçiciliğin karşılığında seçilmesiyle var olandır. Ancak daha önce nesnelerde ve ihtiyaçlarda olduğu gibi anlam kaymaları, gösterge değerleri gibi olgular bu modeller için de geçerlidir. Hele hele günümüzde dişil ve eril modelin kadın ve erkekle doğrudan bir ilişkisinin yerine keyfi bir ilişkisi olduğunu görüyoruz. Kadınlar da erkekler de bu iki model altında kendilerini bulabilirler. Metroseksüellik(!) olarak isimlendirilmeye çalışılan “bakımlı erkek” modeli de tıpkı dişil model gibi doğası gereği oluşacak kırışıklıklarıyla ve gözaltı torbalarıyla mücadeleye etmeye başlamıştır tüketim toplumu bilinciyle. Artık yüz maskelerinin, çeşitli kremlerin ve sağlık merkezlerinin hedef kitlesinde kendilerini dişil model altında şekillendirmekte olan erkekler de vardır.

Baudrilliard’ın deyimiyle en güzel tüketim nesnesi olan beden bu modeller yapısalında  ve  kitle  iletişimlerle  donanmış  sistemde  daha  da  büyük önem taşımaktadır. Yukarıda da değindiğimiz gibi püriten ahlakın hâkim olduğu zamanlarda kişiler ahlaklıyken iktidar ahlaksızdı. Burada ise iktidarlar ahlaklı olmayı öğütlemeye çalışıp bunu yaşaması için uğraşırken iktidarların ötesindeki sistem, tüketim sistemi kitlelere bunun tersini aktarır. Sonuç olarak püriten yaklaşıma göre günümüz bireylerinin ahlaksız(!) olduğunu görmekteyiz.  Tüketim toplumunda bedenin yeniden keşfedildiğini söyleyebiliriz.  Kapitalizmin özel mülkiyet yaklaşımı ve yatırımsal zihniyeti, kapitalizmden devşirme tüketim sistematiğinde bedende dahi kendini gösterebilecek noktaya ulaşmıştır. Artık bedenler de birer yatırım aracı halini almıştır ve özel mülkiyetiniz olarak değerlendirilmelidir. Günümüzde hızla artan “kalçasını, bacaklarını sigortalatan” mankenler, şarkıcılar bu mantığın ya da mantıksızlığın ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir. Bedenin güzel ve kusursuz kalmasındaki mükemmeliyetçi anlayış kendini sağlıklı olma adı altında saklayan “form” kavramını üretir. Formda kalma saplantısıyla bitmek bilmeyen diyetlere başvurmaktadır tüketim toplumu. Büyük dinlerdeki oruçların aksine bunların amacı nefse hâkim olmak değildir ve süreleri de yoktur. Özellikle kadınlarda yaratılan incelik saplantısı işte bu formda kalma ritüeliyle varlık içinde yokluğa yönlendirir. İlkel topluluklarda kelime anlamıyla yokluk ve kıtlık zamanları yaşanmaktaydı. Ancak aşırı üretim ve beraberinde tüketimle birlikte bolluk toplumu olduğu ileri sürülen tüketim toplumunda, bireylerin bolluk içinde  kıtlığı, inceliği, formu tercih etmeleri sistemin ulaştığı boyutlardan bir diğeridir. Tüketim toplumu formda kalmanın öneminden ve ince hatlara sahip olmanın yüceliğinden söz etse de yine kendi şişirilmiş tüketiminin ürünü olan obezite yaşayanları da unutmamaktadır. Her nasıl oluyorsa ara sıra tutumlu olmanın erdemlerini anımsayan sistem konu fazla kilolu insanlara geldiği zaman da iç güzelliği önemser hale gelebilmektedir. Günümüzde özellikle Amerika’da giderek artan obez hastalığı söz konusu olduğunda tüketim sistematiğinin bu denli kalabalık bir kitleyi boş vermesi asla beklenemez. Kilolular için lokantalar, her türlü kıyafetler, özel televizyon programları ve hatta güzellik yarışmaları düzenleyen sistem, hiçbir grubun dışta kalmasına izin vermemektedir.

Bireylerin sistem için tehdit oluşturabilecekleri anlar boş zamanlar olarak görülür.  Bu  sebeple  tüketim  sistematiği  boş  zaman  etkinliklerinde ağırlığını hissettirmeden etkinleşmektedir. Boş zamanı kutsayarak işe başlayan sistem bireyin özgürlüğü keşfedeceği anlar olarak görür boş zamanları. Kişilikleri yok edip kişiselleştirmeyi güdümleyen sistem gerçek anlamda özgür olunabilecek zamanı yok edip boş zamanı tüketilebilecek bir nesne haline indirger. Aynı şey kültür için de söylenmelidir. Gerçek anlamıyla kültürlü olmanın adeta sıradanlaştırıldığı bir düzende kültürler yeniden çevrimle, yani bir nevi simülasyonla karşımıza çıkmaktadırlar. Bu bütünüyle simülasyon düzeni olarak sayılabilecek düzenin sanatı olarak karşımızda Pop-Artı görmekteyiz. Nesneler dünyasında bu nesnelerin kullanım değerinin gösterge değeriyle  yer değiştirdiğini söylemiştik. Pop-Art, örneğin bir kola kutusunu olduğu haliyle bir sanat eseri sıfatıyla sunabilmektedir. Nesneye biçilen fiyat ve altındaki imza tümüyle sıradan bir kutuyu bir anda kendisine yüklenen yepyeni anlamıyla “sanat eserine” dönüştürmektedir. Damien Hirst’in bir sergide adına sanat eserim dediği ve fiyatını biçip altına imzasını attığı sigara külü dolu tabla ve diğer çöp parçaları bir gece galerinin temizlik görevlisi tarafından çöze atılır. Altındaki imzayı bilmeyen, fiyatı görmeyen bir birey için çöpten farkı olmayan bir “sanat” ne kadar gerçek sanattır? Gösterge değerleri, değişim değerleri ve anlamsal değiş tokuşlara müsait bir düzenin sanatı da ancak nesnelerin yeniden çevrimiyle olabilmekte.

Tüm ideolojileri kendi içinde birer simülarka dönüştüren  tüketim sistemi  her şeyi olduğundan farklı boyutlara getirerek yeniden anlamlandırmaktadır. Gerçek cinselliğin tüketim nesnesi halinde porno endüstrisine dönüştürülmesi buna en iyi örnek olabilir. Pornodaki zoomlar ve aşırı detay çekimler gerçek bir cinsellikte asla yaşanmayacak görüntülerdir ve her ne kadar kameraya alınmış gerçeklikler olarak sunulsalar da farklı boyutlara taşınmış yapaylıktır. Tüketim toplumunun bir numaralı besin kaynağı fast food zincirleri şişirilmiş ekmekler, patatesler, domateslerle dolu dev yiyecekler halindedirler. Ve bizler hızlı yenebildikleri için onları tercih ederiz çünkü böylelikle tüketecek daha fazla boş zamana sahip olabilmekteyiz. Tüm ideolojileri ve dolayısıyla kendisine potansiyel tehdit olabilecek tüm gerçek muhalefetleri ya yok eden ya da içinde eritip kitlelerce tüketilmek üzere simülasyonlarını piyasaya süren sisteme karşı muhalefet beklenmedik yollardan gelmektedir. Akıldışı şiddet eylemleri üçüncü sayfa haberleri olarak adlandırılan kuşaklardan çıkıp toplumsal travma haline gelmektedir. Çantasına silahları doldurup nedensizce okul basan öğrencilerin amaçsız hikâyelerini “Bowling for Columbine”(Michael Moore) gibi belgesellerde ve “Elephant”(Gus Van Sant) gibi filmlerde görmekteyiz. Olaylara anlam yükleme çalışan bu yapıtların aksine usta yönetmen Michael Haneke’nin “Funny Games” adlı yapıtı nedensiz şiddetin en iyi örneklerindendir. Bunu neden yapıyorsunuz sorusuna “küçükken şunu yaşadığım için” diyerek dalgasını geçen ve “bilmiyoruz” diye noktalayan gençler büyüsünü kaybetmiş bir toplumun amaçsızlığının da bir yansıması gibi. Sisteme bir diğer muhalefet biçimi yine muhalefet olduğunun bilincinde olmasa da kronik yorgunluk ve depresyondur. Asla doyurulamayan ihtiyaçlar sistematiğinin peşinde, kendi mutluluğu için durmadan tüketen ve asla hepsini tüketemeyen birey kaçamadığı bir boşluk hissine kapılmaktadır. Psikolojik rahatsızlıkların ve ilaçların üretiminin de tüketiminin de giderek artması bu durumun hem nedeni hem sonucu olarak gösterilebilir. Tıpkı obeziteyi kendi ürünü olan besinlerle yarattıktan sonra obeziteye tedavi olarak çıkan ilaç pazarını da kendi yaratması gibi sistem belki de bireyleri kolektiflikten arındırıp aşırı derecede hiyerarşikleşmiş bireysel bir dünyada yalnızlaştırmakta ve ilaçlara yönlendirmektedir. Hangi şekilde olursa olsun ortaya çıkan sonuçlardan biri sürekli baş ağrısı, halsizlik ve hepsinden öte mutsuzlukta kıvranan kitlenin tüketme istencini dahi kendinde bulamayacak olmasıdır.

Kapitalizmin Büyük Bunalımı gibi şu günlerde kendi ekonomik krizini yaşayan tüketim sistematiğinde bir bir kapanan şirketlerden korkan liderlerin kitleleri tüketime çağırması ve krizden kurtulamama durumunu tüketimin azalmasına bağlamaları aslında sistemin sonunun nasıl gelebilecek olduğunun da ipucu gibidir. Tüketim düzeninin altında yaşayan Batı ve daha tüketim toplumu olamamış ancak saçma bir şekilde bu düzenin içine girebilmek için çırpınan diğer dünya ülke haklarının kurtuluşu sanıldığını aksine tüketebilecek duruma erişmekte değil tüketmemekte yatmakta. Simülasyon evreninden gerçekliğe ulaşabilmenin yolu gerçek ihtiyaçları ve gerçek amaçları bulmak onlara ulaşmaktan geçmektedir. Ancak evrensel denilebilecek sorunum; bunun nasıl olacağı hakkında bir düşünce geliştirememiş olmamız…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiekim2009

Bunu paylaş: