Bastırılmış, Yabancılaşmış Amerikan Güzeli – Pınar Avcı

Bastırılmış, Yabancılaşmış Amerikan Güzeli* 

1999 yapımı, 5 Oscar ödüllü “Amerikan Güzeli” filmi adını filmin hemen her karesinde de gördüğümüz bir tür kırmızı gülden ödünç almıştır. Ancak,  Amerikan Güzeli’nin bir gül türü olduğunu bilmeyenler için bu isim, filmdeki güzel Angela ile özdeşleşmektedir.

Eleştirmenlerin başarılı bir Amerikan Rüyası ironisi olarak niteledikleri film, dikkatli seyirciler için birçok ikincil anlamı ve mesajı da içinde  barındıran zekice kurgulanmış bir yapıttır. Genel olarak, büyük bir kentin banliyösünde yaşayan, hali vakti yerinde, orta sınıf bir Amerikan ailesinin çalkantılı yaşamından  kesitler  sunan  bu  film, Amerikan  rüyası  ile  yaratılan   “mutlu” Amerikan ailesine yapılan en güçlü eleştirilerden de biridir. Maskelerin düşünce insanların ne hale geldiğini çok güzel gösteren film, eşyaya olan fetiş tutsaklığı, mal mülk hırsını, çarpıtılmış başarı anlayışını, sıradanlaşan aile yaşamı arasında elinizden kayıp giden yaşamın yeniden keşfini vb çarpıcı bir şekilde perdeye yansıtırken; ölmenin huzur verici bir şey olabileceğini düşündürecek kadar da eleştiri  sınırlarını genişletmektedir.

Filmi yabancılaşma açısından okuyacak olursak, özellikle diyaloglar başta  olmak üzere, çözümlememizde yardımcı olacak birçok başka kaynak da (kullanılan görsel kodlar, jest ve mimikler, kişiler arası ilişkiler, ruh halleri vs…) bulabiliriz. Film, diğer tüm eleştirilerinin yanı sıra, yabancılaşma olgusuna da ayna tutan önemli bir yapıttır. Bu bağlamda değerlendirilecek olursa, birçok farklı yabancılaşma hali ortaya konabilir. Örneğin, daha filmin ilk dakikalarında duyduğumuz şu replikler ; “Bana örnek olan bir baba istiyorum. Sınıf arkadaşlarımı  eve  getirdiğimde  arka  odada  mastürbasyon  yapan  bir baba istemiyorum!” Jane’in babası Lester için sarf ettiği bu sözler bize, Lester’in babalık vasıflarına nasıl yabancılaştığını gösterir. Bir baba, baba olmanın getirdiği sorumluluk ve çizdiği sınırlarla kızının arkadaşlarına farklı bir gözle bakmaz ya da bakamaz. Arkadaşlarının da kızıyla eş bir konumda algılanmasıdır beklenen. Ancak Lester, yabancılaştığı babalık haliyle Angela’yı bir kadın, bir arzu nesnesi olarak düşünebilmektedir. Ayrıca bu durum, Lester’in kızına da yabancılaştığının bir göstergesidir.

Kızıyla arasındaki baba- kız ilişkisinin zedelenmiş olmasından ötürü, kızını kendinden bir parça olarak değil de aynı evde yaşadığı bir yabancı olarak algılamaktadır. Dolayısıyla kızının çevresindeki herkes ona yabancıdır.

Başka bir yabancılaşma örneği ise, Lester’in kendisiyle hiç ilgilenmeyen karısı Carolyn’dir. Bahçesindeki gülleri budarken bile döpiyesler içinde gördüğümüz Carolyn, gerek kendine gerekse yaptığı işe ve o işin gerektirdiklerine karşı tam bir yabancılaşma içindedir. Onu, filmin ilerleyen sahnelerinde yine bu tarz uygunsuz kılıklarda çeşitli işlerle uğraşırken görürüz. Örneğin topuklu ayakkabılarla temizlik yapmaktadır. Bunun dışında Carolyn, aşırı maddiyatçılığıyla da dikkat çeker. Koltuğa bira dökülüp kirlenecek diye ortalığı yıkması, üzerinde oturduğu şeyi sıradan bir koltuk olarak görmeyip aşırı anlamlar atfetmesi onun eşyaya ve eşyanın varoluş amacına nasıl  yabancılaştığını gösteren güzel bir örnektir.

Lester, “Zamanında büyük bir şeyimi kaybettim ama onun ne olduğunu ben bile bilmiyorum. O şeyin eksikliğini daima içimde hissediyorum…” dediği sahnede kendine, kendi duygu ve düşüncelerine nasıl yabancılaştığını anlatmaktadır aslında bizlere. Artık yaşamı, kendi yaşamı olmaktan çıkmıştır.  Nelerin  yitirilip,  nelerin kaldığının ayrımını yapamamaktadır.

Lester’ın kapı komşusu Jim ve diğer Jim ise, eşcinsel olmaları nedeniyle heteroseksüelliğe, bir anlamda insanın türsel özelliğine, yönelişine yabancılaşmışlardır. Toplumca yaratılan kadın-erkek algılarına ve cinsiyet rollerine de yabancıdırlar. Bu bağlamda ahlak kurallarına da yabancılaştıkları söylenebilir. Genelin anormal bulduğu ve reddettiği bir durumu doğal kabul etmektedirler.

Lester’ın diğer kapı komşusu emekli deniz albayı ise, filmin birçok sahnesinde eşcinselliğe karşıt duruşuyla yer alıp “Bir erkekle sevişeceğime ölürüm daha iyi!” derken, film sonunda Lester’a verdiği öpücükle asıl ruh halini ortaya koymuştur. İçinde bastırmaya ve görmezden gelmeye çalıştığı bir eğilim vardır ve bu büyük ölçüde homofobiye dönmüştür. Bu noktada, onunda kendi dürtülerine ve isteklerine yabancılaştığından söz edebiliriz. Film yabancılaşma açısından bunlar gibi daha birçok örneği içinde barındıran önemli bir yapıttır.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2010

Bunu paylaş: