Direnme*
Konstantin Paustovski’nin “Bir Hayatın Romanı” adlı özyaşamöyküsünde geçen bir olay özellikle ilgimi çekti. Yaratıcılıktan yoksun, bağnaz, öğrenciyi belirli kalıplara bağlamaktan öte yeteneği olmayan edebiyat öğretmenlerinden sonra Pautovski’lerin sınıfına yeni bir edebiyat öğretmeni geliyor. Adı Selikhanoviş olan bu psikoloji ve Rusça öğretmenini şöyle tanıtıyor Paustovski : “Nasıl usta onarıcılar eski bir tabloyu kirinden pasından temizler, eski güzelliğini ortaya çıkarırsa o da Rus edebiyatını çapaklarından temizleyip arındırmıştı.”
Bu edebiyat öğretmeni, yazarlığa heveslenen Kostik’e şu soruyu yöneltir: “ Yeteri kadar direnebilecek misin?”
Gerçekten, yazarlık bir direnme midir? Yazarın direnç yöntemi nedir, yazar neye karşı direnecektir?
Paustovski, “çok çalışmak, şiiri, sözü yaşamak” gerektiğini belirterek bir bakıma bu direnmenin yolunu yordamını gösteriyor. Ayrıca bunu, “uzun ve zahmetli bir yol” olarak da niteliyor. Direnme de, uzun, zahmetli bir yolu aşmak değil midir?
Söz’ü (şiiri) yaşamak, aslında dirençlerin en soylusudur. Şiiri yaşamak demek, bir toplumu bütün katlarıyla, bütün özellikleriyle tanımak, onun beğeni kaynaklarına inmek demektir. Oysa bizde sözün yaşanırlığından çok süslü (simgeler, manzumlar) üzerinde durulmuştur. Direnmenin yerine, akıp gidene uyma söz konusudur bunda. Divan yazını bu geleneğin ürünüdür. Süs yönünden doruğa varan bu yazın, ne yazık ki yaşanırlık yönünden eksiklidir. Divan şairi halkın sözünü (şiirini) yaşamamıştır, yaşamadığı için de halktan kopuk bir anlayışın tükenmişliği içinde eriyip gitmiştir. Bu nedenle Divan şiiri işlevsiz kalmıştır, şair halk kaynaklarının verimlerini değerlendirememiştir. Sanatçı, yaratıcılıkta direneceğine, teknik alışkanlıklarını geliştirmiştir. Oysa direnerek hiç kimsenin duymadığını, yaratılışı güç olanı sezdirmek durumundadır sanatçı. Pablo Neruda, “ Yaşadığımı itiraf Ediyorum” adlı özyaşam öyküsünde bunu şöyle belirtiyor: “…Hiçbir el sanatçısı, büyük bir çaresizlik içinde hayallerini gerçekleştirmiş, ilk defa yepyeni bir şey ortaya çıkarmış şairin ruhunu dolduran o sarhoş edici duyguları tanımaz. O an, bir daha gelmeyen andır.” O tek “an “ ı yaşamak için sanatçı büyük bir direnç gösterir. Bütün zamanların “an“ıdır o. Bir bakıma bu “an” ı yakalamak, alışılmışın, çürümüşün, orta malı oluşun karşısında gösterdiği bir dirençtir. Kendine özgü bir “an“ yaratan sanatçı ise, doğayla, insanla, yaratışın kendisiyle bütünleşmiş olur. Pablo Neruda köyden kente gelmiş bir ozanı (Miguel) şöyle anlatıyor: “Bana köyündeki hayvanları ve kuşları anlatıyordu. Bu edebiyatçı büyük bir tazelik ve heyecan verici bir yaşama gücü ile büyük şehre gelmişti; tıpkı doğada yeni bulunmuş, hiç zedelenmemiş çok güzel bir taş gibi. Uyuyan keçilerin karnına kulak dayayarak, suyun akışını dinlemenin ne kadar etkileyici olduğunu anlatırdı. Bu gizli sesleri ancak bir keçi çobanı dinleyebilir, böylesine güzel duygulara ancak o sahip olabilirdi.” Kimin kulağı keçinin damarlarında akan sütün sesini duyabilir? Ozanın bu duyarlığı yaratması nice direnmelerin sonucudur! Sonsuz olan da budur kuşkusuz. Sözün gücüyle insanın, doğanın, yaratımın gerçekliğine varan ozan yaratır. Neruda bu soylu yaratımın sonsuzluğuna her zaman değinmiştir:
“Kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.”
Direnen, halkının yaratım damarıyla beslenen şiir burada belirtildiği gibi uzun ömürlüdür. Doğanın gizlerini yenmiş, görünmez gibi olanı görmüş, işitilmezi duymuş sanatçı baskıların altında ezilmez. Onu ezdirmeyen, direngenliğidir kuşkusuz.
Yazınımızda direnç göstermeden, halkın yaratım olanaklarını tanımadan yazarlık tahtına konmak isteyenler var. Şunu bunu kötüleyerek daha da saygınlık kazanacaklarını sanıyorlar. Bir karalamadır, bir dedikodudur gidiyor. Will Durant’ın deyimiyle, başkalarını kötülemenin, kendilerini övmenin dürüst olmayan bir yolu olduğunu da hiç düşünmeden. Saldırıyla, pazarlamayla, aşağılamayla yazarlık olur mu? Yazarlığın birinci kuralı, burada da değindiğimiz gibi, direnç göstermedir. Ortaya yepyeni şeyler koymadır. Direngenliği, yaratmayı halkın kafasında da yaratmaktır. Sanatçı her yönden sarılmıştır. Basının bir takım gizli ellerin buyruğuna verilmek istenmesi, sermayeyi basının üstünde bir baskı aracı olarak kullanma istekleri, soy yazarların işini daha da güçleştiriyor. “Burjuvazi, gittikçe gerçeklere yabancılaşan bir şiir istiyor. Can çekişen kapitalizm şairin, ekmeğe ekmek ve şaraba şarap demesini bile tehlikeli buluyor.” diyor Neruda. Türkiye’de de aynı mantık geçerlidir. Gerçekleri söylemek, kendi içinde bile kendine direnmek suç sayılıyor. Sermaye, kafaları süngerleştiren sanatsal ürünlerin yaygınlaştırılmasını, insanın kendine, yurduna, özellikle de insanına yabancılaşmasını istiyor. Bu nedenle direncimiz, sanatımızın geniş boyutlara ermesini de sağlayacaktır. Şiir, bir oyalanma eylemi değil, topluma soluk kazandıran yaratıcı bir güçtür.