Emekçi Kadınlar Günü Ya Da Cinsel Ayrımcılık Üzerine Bir Deneme*
20 yy. başı, Amerika’da bir eylem. New York sokaklarında, haklarını ve emeklerini korumak için yürüyen çoğu kadın; işçiler. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi adına yapılan bir eylem. İşçiler, işyerlerine yürüyorlar, endüstrileşmeyle artan patronların gücüne karşı bir güç olarak; fakat sadece kendi çıkarlarını düşünen kapitalizm, bu sefer de eylemin yayılma korkusuyla işçileri fabrikaya hapsediyor. Kapılar kitleniyor, barikatlar kuruluyor. Yüzden fazla işçi kapalı kapılar ardında haklarını arıyor hala. Kazara bir yangın çıkana kadar… Emekleri uğruna eylem yapan insanlar bu sefer canları uğruna kaçmaya çalışıyorlar; fakat kapılar hala açılmıyor. Yüzden fazla işçi orada yanarak can veriyor.
Neredeyse yüzyıl sonra Türkiye’de işçiler, kadın emekçiler ölmeye devam ediyorlar. 19 yaşındaki bir kız, hayalleriyle birlikte işine gidiyor. Hayalindeki meslek için ilk adımlarını atıyor yağmur altında. İşe bir hafta önce başlayan başka bir genç kız hala heyecanlı ve de mutlu ailesine destek olabileceği için. 5 çocuk annesinden, lise öğrencisine 8 farklı kadın 8 farklı hayat var o gün o yağmur altında işe gitmeyi bekleyen. Diğer tarafta ise kadını, işçiyi bir meta olarak gören sistem var. 8 kadını aslında mal taşınan “servis arıcına” doldurup işe götüren sistem. Yağmurun yarattığı selle makyajı akan ve gerçek yüzü ortaya çıkan bir düzen… Suların dolduğu aracın içinde boğulan hayatlar. İstanbul’da bir tekstil firmasında çalışan emekçi kadınların yitip giden hayalleri…
Amerika’da yaşanan olay, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne ilham olan olaydır. Emekçi kadınlar günü, 1910 yılında alınan bir kararla kutlanmaya başlayan, kapitalizm koşullarında çalışan kadınların mücadelesini simgleyen bir gün olmuştur. Yüzyıl sonra Türkiye’de yaşanan olaysa kadına hala değer verilmediğini göstermektedir. Ayrıca açılan davada duruşmalardan sonra tekstil fabrikasının patronunun ceza almaması, emeğe ve insana yaklaşımı ortaya koymaktadır.
Yazıma bu iki olayala başlamamın nedeni kadınlar gününün git gide anlamını yitirmesinden kaynaklanıyor. Toplumda, kadınlar gününün bir zamanlar emekçi kadınların baş kaldırısı olduğu bile bilinmiyor. Kapitalist sistemin sadece kadınlara yönelik yeni reklamlar ve kampanyalarla karşıladığı kadınlar günü, tarih boyunca yaşanan ayrımcılığın simgelendiği bir gün olmaktan çıkıyor. Sömürüye, eşitsizliğe ve ayrımcılığa karşı oluşturulan bu günü farklı kesimler de farklı değerlendiriyorlar. Sol kesim bu günün emekçi kısmını vurgularken, feminist düşünce ise buna karşı çıkıyor ve bu söylemin kadınların sosyal ve ekonomik alanlardaki ezilişinin cinsiyetle ilişkisini silikleştirdiğini savunuyor.
“Sadece emekçi kadının mı sorunu var, kadın her türlü sosyal sınıfta ezilmiyor mu?” denilebilir. Ne yazık ki bu böyledir de; diğer taraftan bu özel günün çıkış noktasını bilmemek de gücünü hafifletmek olacaktır. Kapitalizmin en tehlikeli yanlarından biri, tek tip bireyler yaratması, kavramların içini boşaltması ve bununla hedeflediği tek şeyin tüketimi arttırmak olmasıdır. Bu günün önemini bilmeyen kadın erkek herkes, ne yazık ki kapitalizmin bu amacına katkıda bulunmaktadır. Bu durumun böyle devam etmesi de farklı sınıflardaki kadınların farklı sorunlara sahip olmasını ve sorunlarının devam etmesini sağlamaktadır.
Tarihi bir kenara bırakıp, hazır söz açılmışken Türkiyede ki cinsel ayrımcılığa ve hala devam eden çağ dışı sorunlarımıza da değinmek istiyorum. Günümüzde ki kadınlar gününü ve anlamını düşünürken, aklımın başka bir yöne kaydığın fark ettim. Kendi çevrem de dâhil olmak üzere sosyal ve ekonomik olarak daha özgür ve daha eğitimli kişilerin bile bu günün tarihini bilmediğini, sadece alış veriş yapılacak başka bir bahane olarak gördüğünü düşünmeye başladım. Tarihinin ve gerçek anlamının yanında bilmedikleri bir diğer gerçekse aslında kendilerinin de her an ayrımcılığa maruz kalıyor olması. Bu ayrımcılık eğitim sistemimizden, aile yaşantımıza kadar uzanıyor. Çocuklara kadın cinsiyeti, elinde bebekle ve çoğu zaman sadece çocuk olarak resmedilerek sunuluyor. Evimize kadar giriyor daha sonra; ailelerin çocuklarını korumak uğruna yaptıkları yasaklara dönüşüyor. Üniversiteye giden bir insana bile dışarı çıkmayı yasaklıyor. Babası, kızını korumak için hayatı yaşamasına izin vermiyor. Bu birçok kesimde görünen bir sorun. Laik ya da dinci, modern ya da yobaz…
Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için başka bir noktadan devam etmek istiyorum. Özgürlükçü(!) başbakanımız Erdoğan, kızların okula gönderilmesini amaçlayan kampanyalara karşı çıkarak ailelerin erkek yöneticiler ve öğretmenlerden korktuğunu söylüyor ve okullarda yurtlarda erkek ve kız öğrencilerin bir arada kalamayacağını dile getiriyor. Çözüm olarakta erkek ve bayan öğretmenlerin ve müdürlerin farklı yerlerde görev yapmasını öneriyor. Bu öneri, bazı sapık yaklaşımlardan kurtulmamıza neden olabilir; fakat ya sosyal hayatımız? Bunun devamında gelen süreç şu olacaktır: kadınların sözlü ya da fiziksel taciz yaşadıkları için sosyal hayattan uzalaşması (otobüslerden gece hayatına kadar), kadın hastaların rahatsızlık duyduğu için erkek doktorlardan kaçınması ve bunun sonucunda doktorların ikiye ayrılması… Ailelerin de çocuklarının başına geleceklerden korkup onları korumak adına eve kapatmaları da bu durumun bir parçasıdır.
Peki, bunun sonuçları ve çözümü ne olabilir? Bizler kadınla erkeği yıllar boyunca ayrı tutmuş bir toplumdan geliyoruz. Cinsiyetler yaşadıkları sorunları aslında bu ayrılığa borçlular. Sapıklık diye değerlendirilen durumlardan, sokakta mini eteğe laf atmalara kadar her eylem kadın ve erkek varlığının birbirinden ayrı tutulmasına, gelişim süreçlerinde birbirlerini görmemelerine bağlıdır. Davranış bozuklukları, cinsel, ruhsal ve duygusal tüm sorunlar buradan kaynaklanmaktadır. Çözüm erkekle kadını ayırmak değil bir arada tutmak, birbirlerinden öğrenmelerine ve ruhsal olarak gelişmelerine izin vermektedir. Ayrı kalmışlık ayrıca kadının erkeğin gözünde ki mal imgesini güçlendirmiş, ona sahiplenmeyi arttırmış ve hatta “dayak cennetten çıkmadır” ya da “kızını dövmeyen dizini döver” gibi atasözleriyle de kadına karşı şiddeti toplumsal bir onaya dönüştürmüştür.
Toplumdan yıllarca ayrı kalan ve metalaşan kadın, Cumhuriyetle beraber toplumda daha çok görünmeye başlamış ve Türk toplumu beraber yaşamayı öğrenme sürecine girmiştir (bu öğrenim süreci hala devam etmektedir). Eğitim bu öğrenme sürecinin en önemli noktasıdır. Son bir kaç cümlemde Türkiyede ki dogma eğitim sistemini, öğretmenleri ayırmayı makul gören yaklaşımı düşünürken Köy Enstitülerine de değinmek istiyorum. Enstitülerde karma bir yerleşkede beraber kalan ve beraber öğrenim gören öğrenciler aydınlanmayı yaymak için yola çıkmışlardı. Bu karma sistem ve beraber yaşam, kapatılmalarına giden yolda en güçlü bahane oldu. Bu durum kadının toplumdaki yerinin kuvvetlenmesi önünde öyle bir vakit kaybıdır ki töre cinayetleri ve şiddet 21. yüzyılın modern Türkiye’sinde hala devam etmektedir.