İfadesiz Kalmak*
Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve çöküş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.
M. Kemal Atatürk
10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul ve ilan edilmiş olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, tüm insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin; cinsiyet, ırk, renk, din, dil, yaş, tabiiyet, düşünce farkı, ulusal veya toplumsal köken, zenginlik gibi fark olmaksızın kanun karşısında eşit olduğunu belirtir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yeryüzündeki her bireyin, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkına sahip olduğu yer alır ve bu hak, herhangi bir müdahale olmaksızın kişinin fikirlerinin olmasını; herhangi bir sınırlama olmaksızın bilgiyi ve düşünceyi her türlü araçla araştırmayı, edinmeyi ve başkalarına aktarmayı içerir.
İfade özgürlüğünün korkulara ve kısıtlanmalara takılmadan uygulanabilmesi, önce bireyde, peşi sıra toplumun her katmanında özgüveni pekiştirmekte ve doğru bilgiye ulaşmada en önemli basamaklardan birini oluşturmaktadır. Farklı görüşlerin uygun üsluplarla ifade edilmesi gözden kaçan ayrıntıların, yanlışların, doğruların ortaya çıkmasına ve bir tablodaki renk çeşitliliği gibi resme anlam veren fırça darbelerinin kompozisyonu en güzel şekilde oluşturmasına neden olur. Zorlamalardan, korkulardan arınmış fikirlerle beraber toplumun her kesiminin kendini ifade etmesiyle değişimler ve gelişme kendiliğinden olmakta, önyargı kalıpları kırılmakta ve istikrarlı bir ilerleyiş mümkün olmaktadır. En basit şekilde düşünüldüğünde bile kısıtlanan, yargılanan, korkutulan bireylerdeki duygu değişimlerinin ve psikolojik sarsıntıların kendini hiç beklenmedik biçimlerde şiddet dolu olarak dışa vurması kaçınılmazdır.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre 31 Aralık 2008 tarihi itibarıyla Türkiye nüfusu 71.517.100 kişidir. Ülkemiz, nüfusun işaret ettiği sayı fazlalığından öte çok kültürlü, ancak kültürlerin kendi iç düzenlerinde yaşandığı bir yer olma özelliğini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Kültür, din, kimlik farklılığı bir zenginlik olmaktan öte kötü niyetli kişilerin elinde yoğrularak bambaşka yerlere çekilmiş ve felsefeden, akılcı düşünceden, geniş çerçeveden hayata bakmaktan her geçen gün daha da uzaklaştırılan insanlarımız birbirine kıldırılmıştır. Oysa ifade özgürlüğüne saygı duyan ve bunu gerçekten uygulayan toplumlarda, o toplumun farklı kesimlerinden gelen farklı görüşlerle doğru bilgiye giden yolda oluşturulan tartışma ortamları ve fikir ayrılıkları bizim ülkemizdeki gibi kavga dövüşle ve hırlaşmalarla sonuçlanmamaktadır. Bilginin eksik ve yanlış olması nedeniyle sağlam temellere oturmadığı ülkemizde gün geçtikçe tahammülsüzlük artmakta; herkes birbirini suçlamaktadır.
Bireylerin birbirine önyargı ve şüpheyle bakması, devletin kurumlarının ifade özgürlüğünü ihlal etme yönündeki kararlı adımlarından kaynaklanır. Türk toplumunun üzerine çöreklenen ifade özgürlüğünün son yıllarda uygulandığını söylemek oldukça komik bir durum… ‘Açılım’ maskeleriyle, demokrasi sözcüğüyle yola çıkanların demokrasiyi hiçe sayan kararları ve davranışlarıyla kendi gemisini yürütmesi, ancak derdini anlatmaya çalışan halkın insan haklarına bütünüyle ters düşen şiddet politikalarıyla geri püskürtülmesi ifade özgürlüğünün veya demokrasinin yanından bile geçemiyor. Anayasanın çok tartışılan 301. maddesi nedeniyle pek çok yazar ve gazeteci kendi öz düşüncesini söylediğinden dolayı ‘Türk toplumuna küfür ettiği veya Türklüğü aşağıladığı’ gerekçesiyle mahkûm edilmiş veya yargılanmıştır. Yine aynı şekilde pek çok yabancı yayın, Türkçeye çevrilse bile, ‘sakıncalı’ sözcükleri, hikâyeleri, durumları içerdiği gerekçesiyle yayınlanma imkânı bulamamaktadır.
Uygulanan sansür, yasakçı zihniyet Türk halkının yabancı olmadığı bir durumdur. Öncesine bakıldığında darbelerle beraber Türkiye’nin geçmişine sürülen gelen kara lekeler (60 darbesi, 80’den farklı olarak ilerleme ve aydınlanma olanağı tanımışsa da en nihayetinde askeri bir darbedir), toplumun bazı katmanlarının aşağılanması, zararlı ilan edilişi ve bir diğer kesimin kışkırtılması, sinema filmlerinin bile sansürlenerek dikiş nakış işlemlerinden nasibini alması, yığınla kitabın ‘zararlı yayın’ adı altında yakılmasıyla gökyüzüne uzanan alevler özgürlüğüne düşkün olduğu iddia edilen Türk halkının özgüveninin kül olup dağılmasından başka bir şey değildir.
Bireyler kendini ifade edememenin sıkıntısını yaşayıp kendi özgüvenlerini yitirmeye öylesine alışmıştır ki, toplumsal hiyerarşinin en çok görüldüğü ülkelerden biri de Türkiye’dir. Ast-üst ilişkisi hemen her yerde karşımıza çıkar. Topluma karışan her birey, sosyalleşirken kime ve neye itaat edeceğini öğrenir; daha doğrusu bu, kurumlar tarafından öğretilir. Birey, statü bakımından kendinden üstte olanı, yani başkanı, patronu veya yöneticiyi eleştirmekten mümkün olduğunca kaçınır ve topluma uygun hareket etme yönünde eğilim gösterir. Eğitimin, bilginin çarpıtılmış ve yanlış olduğu ülkemizde yaratılan belirsizlik ortamı, bireyleri lider aramaya iter. A. Selami Sargut, Kültürler Arası Farklılaşma ve Yönetim adlı eserinde, “Belirsizliğin üstesinden gelinemediği zamanlarda ya da artan belirsizlik toplumu paralize ettiğinde insanlar Tanrı’ya, generallere ya da sivil politikacı babalara sığınarak belirsizliği azaltmaya çalışırlar. Kuşkusuz böylesi toplumları terör, ekonomik kriz gibi olgular çabuk paralize eder. Artan terörü ve ekonomik krizleri (artan belirsizlik) darbe ve ihtilallerin izlemesi, demokrasiyle verilen aranın geniş halk kitlelerince desteklenmesi, belirsizliği azaltma çabası içinde olan kitlelerin doğal tepkisidir.” der ve devam eder: “… İslam dini de, gerek belirsizliğe toleransın azalmasında, gerekse belirsizlikten kaçma ve belirsizliğin azaltılmasında önemli rol oynamaktadır.” Görüldüğü gibi toplumumuzun her katmanında, hangi görüşe sahip olursa olsun ‘kalksa, gelse, olsa’ gibi iç çekişlerle başlayan Mesih arayışının nedeni kendine, aklına güvenmeyen bireylerden oluşan bir yapıya sahip olmamızdan ileri geliyor.
Herkese ibret olsun diye karga tulumba alıp götürülen, işkence gören, öldürülen vatandaşlarımız bu şiddet özgürlüğü altında yaşayan bizlerin ağzını sıkı tutması gerektiğini, hatta düşünmenin bile zararlı olduğunu gözler önüne seriyor. 86 yıllık yaşamında Türkiye Cumhuriyeti köhne bir köşeye çekilerek işkence altında yalan ifade vermek zorunda bırakılmış ve bu yüzden apolitik bir toplumun barınağı haline getirilmiştir. Suni yaratılan ‘tehlike geliyor’ yaygaralarında ifade özgürlüğüne sahip Türkiye, dinden, mezhepten korkmuş, laikliğinden korkmuş, ülkeyi kuranlarından korkmuş, kendi vatandaşı olan azınlıklarından korkmuş, gençlerinden korkmuş, düşünen beyinlerinden korkmuş; askerinden, komşusundan, sevdiğinden, anasından, babasından, kardeşinden, kendinden, gölgesinden, geçmişinden, bugününden ve geleceğinden korkmuştur ve korkmaya da devam etmektedir.