Kavram Kargaşası Altında Direniş – Onur Keşaplı

Kavram Kargaşası Altında Direniş*

Okumuş zümre’ sarsak olmadı bu denli hiç,

Bu denli ruhsuz, onursuz, ürkek, yardakçı, sümsük… Arsızlaşmadı beyin bu denli hiç, yitirip utanma duygusunu…

Nihat Behram

 

Kapitalizmin en ilkelini, demokrasinin en sahtesini yaşayan ülkemizde tartışmaların sığlığı, sözde entelektüeller arasından çıkan ve kitlelere yayılan yozluk, zaten dünyada net bir şekilde tanımlanamayan, birçok düşünüre göre akım bile denemeyecek kadar içeriksiz olarak nitelenen postmodernizm  ile iyice ayyuka çıkmış durumda. Sanatta, kültürde, siyasette, bilimde kısacası her alanda kavramların, kuramların birbirine girdiği postmodernizm (konunun sanatla bağlantılı olarak Azizm’de yer alan çalışma için bakınız; Bir Eğlence Olarak Sanat ve Postmodern Sinema) 80li yıllarda muhafazakâr liberalizmle birlikte önce batıda hâkim konuma gelmiş ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla 90larda tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Topluma karşı bireyi, kolektif yaşama, üretime karşı bireyciliği ve tüketimi pompalayan postmodernizm, sanatta türleri harmanlayan bir işlev yürütürken örneğin siyasette “kimlik” tartışmasını ateşlemektedir. İnsanları birleştirici bir yaklaşım yerine ayrıştırıcı  bir görev üstlenmektedir. Etnik ve dinsel kimliklere geri dönüşü de beraberinde getiren postmodernizm, büyük söylemlerin, ideolojilerin sonunun geldiğini iddia ettiği halde nedense liberalizm ve serbest piyasayı konunun dışında bırakmaktadır. Ayrıştırıcı yaklaşımın bir diğer kısmındaysa Tarihin Sonu(Fukuyama)’nun  geldiğini ve artık  Medeniyetler Çatışması(Huntington)nın yaşanacağını “bilimsel” tezler halinde dünyaya sunulmuştur. Bir yandan küreselleşmeyi pompalayan Batı, diğer yandan öteki olarak kabul ettiği herkese “sen İslam’sın sen Çin’sin ve öyle kalmalısın” diyerek normalde ikiyüzlü sayılacak tutumunu kavramların, kuramların iç içe geçtiği postmodern dünyada pekâlâ herkese yutturmaktadır.

Anadolu, tarihindeki süreçler ve hükümdarların ekonomik, sosyolojik tercihleri nedeniyle Rönesans’tan başlayarak dünyayı sarsan tüm toplumsal, zihinsel olaylardan ya uzak kaldı ya da geç tanıştı. Yapısı itibariyle ne olduğu belirsiz olan postmodernizm ise 12 Eylül sonrası “büyük” atılımlarla kucağına oturduğumuz yeni ve muhafazakâr liberal düzende neredeyse dünyayla aynı  anda Anadolu’ya geldi. Aydınlanmayı, modernizmi yakalayamamış bir  toplumun postmodernizmi yakalaması ciddi bir sorunsaldır. Bu süreçle birlikte sözde entelektüeller ve genelde Marksist dünya görüşünden hızlı bir şekilde dönen isimler buldukları her platformda aykırı ancak temelsiz sesler çıkartmaya başladılar. Uzunca bir süreyi Marks ve sol literatürü aşağılamakla(dönekliklerine kılıf arayarak) geçirdiler. Bu sırada batının postmodernistleri de onlardan geri kalmadılar ve “ulus devletler tarihe karıştı” söylemlerini nedense(!) unutarak Türkiye Cumhuriyeti gibi farklı etnik  yapıların, inançların oluşturduğu ülkelere “kimlik” ve “azınlık” söylemleriyle çıkageldiler. Örneğin Cumhuriyet devrimlerinin en büyük destekçisi ve nüfus olarak azımsanamayacak kadar yüksek Alevi toplumuna “siz azınlıksınız haklarınızı arayın” dediler. Ülkemizin ikinci büyük etnik grubu olan binyıllardır Anadolu’nun ve son yüz yılda da Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası, kökü olan Kürtlere de “siz azınlıksınız haklarınızı arayın!” sözlerini yinelediler. “Siz eşit yurttaşsınız haklarınızı isteyin” gibi kesinlikle doğru bir yaklaşımla birleştiricilik yerine farklılıklara vurgu yapan ve ayrıştıran bu zihniyet maalesef en büyük desteği ülkemizde buldu. Öyle ki nüfus sayımlarında etnik kökenin sorulmasını isteyen milletvekilleri türedi. İnsanları ayrıştırıcı din hanesinin  nüfustan kalkması için mücadele vermek unutuldu. Ülkede etnik köken konuşmak deyim yerindeyse popülerleştirildi. Ancak “Türk” kimliğinden söz etmek, hele hele gurur duymak faşizmle bir tutulmaya başlandı. Bu da bizi şu an gündemimizde bombardıman halinde süregelen kavram kargaşası altında direnişe getiriyor.

Batının Yeşil Kuşak projesinin sözde ak partisi döneminde medyanın üçte ikisi süreci tetiklemekte. Cumhuriyet ve onun büyük önderi Mustafa Kemal’le hesaplaşma derdindeki çevreler için mücadele alanı oldukça  genişlemiş durumda. Bundan birkaç yıl önce “Altan biraderler”den birinin şu sözleri önemli: “Hiçbir komutan iyi bir insan değildir. İnsanlara ölmeyi emredenler iyi olamazlar. Bu sebeple Mustafa Kemal de iyi biri değildir.” Çanakkale’de emperyalizme karşı yurt savunması yapan Mustafa Kemal’in ağzından dökülen ve destanlaşan “Size ölmeyi emrediyorum” sözlerini sanırım artık gururla söyleyemeyeceğiz çünkü önder diye saydığımız insan kötü(!) biriymiş. Postmodern entelektüellerimizin insan yapısı üzerine teşhisleri gerçekten çok kuvvetli. Bir ırktın partisi olarak yola çıkan son derece milliyetçi bir partinin İzmir’den geçen konvoyu bir diğer ırkın partisi olan milliyetçiler tarafından taşlanınca bu postmodern güruhun “taraf” olmaktan gurur duyan tayfasının genç yazarımtrak şahsı tüm İzmir’i “barbar”, “taş devrinde yaşayan ilkel” ve elbette “faşist” ilan etti. Burada insanları protesto ederken taş atmanın yanlışlığının altını bir kez daha çizdikten sonra bu şahsiyetlerin diğer kentlerde diğer ırkın ötekine taş atmasını, saldırmasını görmezden geldikleri üzerinde hiç durmayacağımızı belirtelim. Burada önemli olan neredeyse Cumhuriyetin başlangıcından beri gâvur, dinsiz, solcu, ahlaksız hatta yer yer komünist olarak saldırılan İzmir’in bu sözlerin sahibi kesim tarafından faşist olarak nitelendirilmesi. Zamanın faşistleri için solun kalesi olan Egenin İncisi, jet hızıyla faşistlikten döndüklerini iddia edenler tarafından faşist olarak yaftalanmaktadır. İzmir aynı İzmir ama görülen o ki aynı şahıslar için eskiden de kötüydü şimdi de kötü. Tek değişen saldırış, yaftalayış şekilleri. Görüldüğü gibi “kafa kafaya gelmeyelim kafa kafaya verelim” reklâmlarından sonra “yaftalamayalım” reklâmlarıyla boy gösteren zihniyetin soğukkanlı olamamak gibi bir sorunu var. Çünkü sakin olamadıklarında demokrat, devrimci İzmir’e faşist diyenlerin Türk Solu’nun ölümsüz önderlerinden Deniz Gezmiş’e  de  faşist diyebildiklerini biliyoruz. Son sözlerinde “Tam Bağımsız Türkiye” demesidir Gezmiş’in büyük hatası. “Biz Türkiye’nin ikinci Kurtuluş Savaşçılarıyız” demektir hatası. Ancak belki de en büyük hatası “Samsun’dan Ankara’ya Tam Bağımsızlık İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenlemesidir. Yakın geçmişe kadar Gezmiş’e “bölücü, vatan haini” diye saldıran kafa günümüzde “faşist ulusalcı” diye saldıran kafayla aynı. Denizlerin faşist yapıldığı ülkede yıllar boyu komünist diye saldırılan ve bu yüzden işkencelerden geçirilen  İlhan  Selçuk’un  faşist,  her  askeri  müdahalede  kapatılan,    sansüre uğrayan ve derin devlet tarafından yazarları katledilen  Cumhuriyet Gazetesi’nin darbeci hatta derin devletçi sayılması şaşırtıcı olmaz.

Son süreçte Onur Öymen’in talihsiz bir şekilde gündeme getirdiği Dersim olayları bu kesim için bulunmaz kaftandır. İsyanın Alevilikle ya da Kürtlükle alakası olmadığı feodal, aşiret yapısının gücünü kıran merkeziyetçi yapıya karşı ve beraberinde modernist devrimlerine karşı ayaklanma olduğu bilinirken, köprüleri havaya uçurup, karakolları basan, Cumhuriyeti hiçe sayan bir isyanın “özgürlükçü”, “hümanist” bir biçime sokulması postmodernistler için pek de zor değil. İsyanın bastırılması ve sonrasında yapılan yanlışlar ve suçu olmayan halka çektirilen zulüm bu ayaklanmayı asla hak çıkartamaz. İsyanı başlatan ve İngilizlerle mektupları ortaya çıkan şeriatçı feodal Seyit Rıza’nın mazluma dönüştürülmesini hatta kahramanlaştırılmasını izliyoruz bir süredir. Daha önce de şeriat istemiyle ayaklanan İngiliz emperyalizmi destekle Şeyh Sait’in mazlum, ayaklanmasının da Kürt kimliği için yapıldığı öğrenmiştik bu zihniyetten. Pek tabi ayaklananları ezen Mustafa Kemal de faşist bir diktatör oluyor böylece. Dönemin faşistleri Mussolini ve Hitler tarafından komünist olmakla suçlanan Atatürk yine dönemin demokrasi yanlısı batılı, doğulu tüm liderlerince saygıyla anılmış ve çağdaş demokrasiyi hedeflediği için alkışlanmıştır. Yine aynı Mustafa Kemal birçok yerde hedefleri arasında sosyalizmin olduğunu ancak işçi sınıfı olmadığından bunun devlet sosyalizmi olarak ilerlemesi gerektiğinin sözünü etmiştir. Ama bu verilen ve sayısı arttırabileceğimiz örnekler postmodern gerçekliğin faşist diktatörü Atatürk’ü değiştiremez! Bu zihniyetin temsilcilerini sadece gazetelerde, medya organlarında aramak yanlıştır. Başta vakıf üniversiteleri olmak üzere tüm eğitim kurumlarımızda bu isimler ve onların yetiştirdikleri (ve elbette ülkenin en demokrat kurumu YÖK’ün atadıklarıyla) etkindirler. Kendilerine genç bir kitle yaratmıştırlar. En tehlikelisi bu kitlenin kendini oldukça aydın sanmasıdır.  En son iyice ayyuka çıkan tele kulak skandallarına ve hukuka aykırı telefon dinlemelerine karşı yürüyüş yapan ve faşist 12 Eylül darbesi tarafından deyim yerindeyse yerle bir edilmiş olan İstanbul Barosunun yürüyüşünde işte bu genç “sivil” aydınlar “Darbeci Baro Taksime Hoş geldin” pankartını büyük bir entelektüel pişkinlikle asabilmektedirler. Sadece ülkemizin değil   dünyanın  en başarılı faşist, Amerikancı darbesi olan 12 Eylül’ün meyvesi ak hükümeti demokrat bulanların baroya darbeci demesi bizleri hiç şaşırtmamakta.

Sonuç olarak kavram kargaşası altındaki gündemimiz ve toplumumuzun  geleceği oldukça puslu bir görünüm içindedir. Bu yer yer güldüren yer yer şaşkına çeviren söylemler artık şaka olmaktan çıkmıştır ve ülkede etkin konuma gelmiştir. Yakın bir gelecekte Atatürk’e Cumhuriyeti kurduğu için sinirlenen ve bunu cehaletinden değil aldığı eğitimden dolayı söyleyecek nesiller yetişmesi bizi şaşırtmaz. “Faşist Cumhuriyet devrimini destekleyen faşist Bolşeviklerin lideri kanlı diktatör Lenin” gibi söylemlerin ve bunu böyle öğrenmiş gençlerin bizleri şaşırtmayacağı gibi. Yapılması gereken mümkün olan her platformda bu zihniyete karşı koymak, direnmektir. Maalesef artık bu lafları görmezden geleceğimiz, gülüp geçeceğimiz günler geride kalmıştır. Hâkim olan düşünce, kavramları birbirine sokan, kuramları harmanlayan kısacası saçmalayan düşünlerdir. Buna karşı direnişimizde “eğitim şart” sloganı da tarihe karıştı. Artık akılcı eğitime, sistemli mücadeleye, soğukkanlılığa ve her şeyin ötesinde gerçeklere, bilgiye ihtiyacımız vardır. “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların” gündemi belirlediği ülkede faşizm ve postmodernizmi dahi tanımlayamayacak bu zihniyete katledilen devrimci, Atatürkçü, demokrat gazeteci Uğur Mumcu’nun bir diğer alıntısıyla seslenelim: “Sen niye bu kadar tembelsin evladım? Yapma evladım, biraz oku evladım. Öğren ondan sonra konuş evladım. Sen faşist de olamazsın evladım. Faşizmin ne olduğunu bilmezsin, sen kör kütük cahilsin evladım. Niye böyle yapıyorsun evladım? Niye böyle yapıp kedini el âleme rezil ediyorsun evladım?”(14 Mayıs 1986) Gericiliğe, bağnazlığa, halkların kardeşliğini bozanlara, devrimleri baltalayanlara, dinciliğe ve gerçek faşizme “geçit yok” diyebilmek için postmodernlere inat birleşelim ve direnelim Aziz dostlar…

 

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiaralik2009

Bunu paylaş: