Nargile – Selin Süar

Nargile* 

Nargile dört parçadan oluşur. Dört parçadan oluşur dediğime bakmayın; onlara eşlik eden dört yoldaşı daha vardır vücuda gelebilmesi, kendini bütünleyebilmesi, kişiye zevk verebilmesi için. Nargile ustaları kendi elleriyle yoğurduğu bu dostluk aracına öylesine katarlar ki sevgilerini, tiryakiler için kullanılan ‘şeytanın insanı kandıramadığı tek yer nargile  kahveleridir’  sözü tarih sayfalarına iliştirilmiş bir dipnot gibi çıkar karşımıza her seferinde. Uzun yıllar önce, şimdilerde kültürün parçası olarak nitelendirilen; o zamanın sıcak havasına damgasını vuran nargilelerin başında politikadan, devlet sorunlarından tutun da çocukların evliliğine, ailelerin tanışmasına, gülüşmelerin ve kahkahaların ortak noktasına kadar varan meseleler dillendirilir; birbirini hiç tanımayan uzak mesafeler kendini fokurdamalara teslim edip bir olur, birlik olurmuş. Sonra unutulmuş nargile… Uzun süre turistlerin gözbebeği olmuş ya, yeni tütünlerin ortaya çıkışıyla beraber gençlerin aşk maceralarına, delikanlılık furyalarına, buluşma noktalarına şahitlik etmeye başlamış yeniden. Ustalar, yıllarca sürecek bu sevginin varlığını bilerek sessizce, keyifle, zorlukla, güçlükle atar olmuşlar kendi imzalarını.

Deli lodosun etkisiyle İzmir güneşinin, kara bulutların ardına bir saklanıp bir ortaya çıktığı, kuşların alçaktan uçtuğu, sineklerin insanı sinir eden vızıltılarını yaydığı, martıların rüzgâra karşı direnip denizin köpüklerine pike yaptığı o gün, onun da yüreğinde rüzgârın en beteri esiyor, adeta fırtınalar kopuyordu. Evin kapısını çarpıp ailesine hiçbir şey söylemeden odasına kapandığı vakit, kimse ona ilişmeye cesaret edemedi. Sahip olduğu konumdan ötürü kim gülerse gülen, kim ağlarsa ağlayan, kim kızarsa alttan almak zorunda kalan bir karakteri vardı. İçinde bulunduğu yıllar onu bu şekilde hayat piyasasına sürmüş, etrafındaki herkes ona böyle olması gerektiğini fısıldamış ya da yaptıkları her hareketinde göstermişti. Yaşadığı yirmi dört sene boyunca herkesten fazla sevmek zorunda kalmış, herkesten fazla adım atmıştı en içten gülümsemesiyle karşı tarafa. Bir de yakın dostu vardı; çocukluğuna, oyunlarına, gençliğine, aşk acılarına, yaşadığı sorunlara, bulunduğu konuma yoldaşlık eden. Sadece bir fark vardı arada;  birinin adı Hüseyin, diğerinin Eli Erhan’dı.

…Sabırla işledi odasındaki küçük atölyesinde şişeyi. Dişlerini gıcırdatarak, ellerini yakarak, gözlerini kısarak şişeye can verdi ince ve biçimli parmaklarıyla. Ona öğretilen sabırdı. Sevgide sabır vardı. Sabır, acıya katlanmak, gözyaşlarını içine akıtmak, gerekirse bu bombeli şişe gibi kırılgan olmak ama içindekileri  dışa  vurmayarak  şişmek  ve  daha  da  şişmekti.  İlk  bölümü  bitirdikten  sonra uzunca bir süre dolu dolu olan gözlerini eserine yöneltti. Daha bitmemişti… Yaşadığı dakikalar geçti mavi gözlerine inen sis perdesinin  önünden.  Yıllar boyu dost bildiği ellerin bir gün geri çekileceğini pek çok kişi söylemişti elbette, her sırrını karşı tarafa aktarmamasını da. Dinlememişti kimseyi. Bu güne dek başına gelen bütün olumsuzluklarda hatırlayıp gülümseyebileceği bir dostu yitirmek miydi Eli Erhan’ın yüreğini sıkıştıran; yoksa kelimelere dökemediği hırs dalgası mı? Belki gidip Hüseyin’in yüzünün tam ortasına bir yumruk indirse; ruhunda yükselen karmaşık hisleri de o vuruşla yerle bir eder, söküp atardı yerinden ama yapamazdı. Ona öğretilen sevgi, canını yakan birine farklı versiyonlara bürünen aynılarla yanıt vermek değil, sessizliğe gömülüp sabretmekti.

Ağaçlar yere yatıp kalkıyor, aynalı kavakların yaprakları ara sıra çıkan güneşe bakıp parlayan yüzünü gösteriyordu insanlara. Rüzgârla coşan bayrakların dalgalanışı gibi pantolonunun paçaları da her adımında yırtılırcasına geriye doğru esniyor, silkiniyor ve tekrar aynı şeklini alıyordu. Bir süre denizin  kabaran dalgalarına yüzünü çevirip bir köşeye oturdu. Bu ilk tartışmaları  değildi; henüz bıyıkları bile terlemeden ikisi de aynı kıza vurulmuşlardı. Kızın onlarla uzaktan yakından ilgisi olmasa da kendisi bir kez daha aynı hatayı yapmış, elinde var olan tek kozunu kullanarak, dostum dediği kişinin kimliğine vurgu yaparak onu aşağılamıştı. Hüseyin neyse ki bunu telafi edebilmiş; kızın, onlara göre, başkasıyla kırıştırması ve her ikisini de aldatması işi çözümlemişti. Gülümseyerek, “Hey gidi günler…”dedi. Kelimelerin her harfini, henüz dudaklardan sıyrılmadan rüzgâr alıp başka memleketlere taşıdı.

Şişeden bakışlarını ayırdığında odasındaki ufacık pencereden dışarı baktı Eli Erhan; dışarısıyla içeriyi ayıran o saydam engelden son kez bakar gibi… Bir martı kanatlarını gerip mavi-gri boşlukta, pencerenin önünde daire çizdi ve ortadan kayboldu. Derin bir nefes alıp, her parçası yere yayılmış olan bütüne baktı. Parçaların bütününü oluşturan ve diğer bağlantıları sağlayan gövde kısmı; ser vardı sırada; dumanın yönünü tayin ederdi. Tam da insanın içine oturan acı sözlerin kulaktan kalbe gidişi gibi… Sevgi bilgelikti ya, bu işi de yapmak bilgelik isterdi; düşmanını bile zamanı gelince sevmek, onu kırmamak için serden geçen katranın dilin ucuna vardığında geri dönüşünü sağlamak  gerekliydi. İkinci parçanın alelacele eklenen gövdesine baktı bir süre.

En hassas parçaya gelmişti şimdi sıra. Tütünün konulduğu, serle birleşen çanak şeklindeki lüle… Sevgi, lüle kadar hassastı; lüle kadar da sıkıca, umutla bağlıydı sere. Nargile tüttürülürken tütünün özündeki aromanın bulunduğu yerdi. Lezzetliydi, kırılgandı, hassastı…

Paylaşımın konuştuğu en bilindik parçada bir süre düşündü kendi başına. Yarım bırakmak, marpucu hiç takmamak, nargileyi ömrü boyunca tamamlamamak istedi. Hüseyin gibi düşünen pek çok insanın gerçekleri görememesi onu şaşırtıyordu. Yüzyıllardır herkes beraberce işlerini yürütüyor, ayrımcılık olmadan –ya da Eli hâlâ o şekilde görmek istiyordu- aynı havayı soluyan her insan zamanı gelince rahatı ve mutluluğu beraber yaşıyor, zamanı gelince de pisliğe beraber batıp çıkıyordu. Paylaşmak buydu işte. En zor zamanda bu topraklar üzerinde yaşayan kimseyi kendi kaderiyle baş başa bırakmak değildi. Onun ataları böyle yapmamıştı ve şimdi kendisi de yapmıyordu. Öyleyse neydi bu fiil çekimlemelerine damgasını vuran sen-ben, biz-siz-onlar ayrımı;  bilemiyor, dillendiremiyor, tüm bunları düşünmeye gücü yetmiyordu. Odadan çıkarken bir kez daha ardına baktığında annesiyle karşılaştı kapıda. Çatık kaşlarını ona yöneltip, “Gidiyorum!”dedi. Kadıncağız kendisine yöneltilen sert ezgili sözcüğü önce anlamayıp, “İyi, geri dönerken iki de ekmek al.”diyebildi. Mutfağa doğru gidip bir bardağa su doldururken yüzünde bir daha hiç oluşmayacak o şeytani gülümsemeyi de ilk o gün attı. Duvarlar ve camlarını tıkırdatan lodos dışında kimse bir şey görmedi, kimse bir şey duymadı. Süpürgesini eline alıp yerdeki toz zerreciklerini köküne kadar kazımayı hedefleyen annesinin yanından bir kez daha hışımla geçtiğinde kadın, oğlunun yeniden odaya kapanmasına bir anlam veremeyerek hışır hışır yerleri süpürmeye devam etti.

Tabelalar adeta yerinden sökülüyordu o gün. Hiç yapmadığı şeydi ya, kahveye gidip nargile tüttürmeye başladı aklında bin bir soruyla, içindeki sıfır pişmanlıkla, geleceğe dair, “Bir daha asla konuşmayacağım o herifle.” tasavvurlarını da yanına alarak. Çocukluğu onunla birlikte mi geçmiş, pöh… Kime ne? Ne yuvalar yıkılıyor, ne kardeşler boğaz boğaza geliyor, o Yahudi bozuntusu mu onu üzecekti? Zaten haklı olan kendisiydi. Bunu bir tek o yapmamıştı ki… Askerde neler neler olmuş, ne dayaklar yemiş, ne çok dalga geçilmiş; kendisi anlattı! Hatta evet, hatırlıyordu; onlar küçükken yapılan mahalle çocuklarının oluşturduğu takım maçlarına bile bazen alınmadığı oluyordu. Ne yani, şimdi herkes haksız da o mu haklıydı? Diyelim ki, ağzından çıkmaması gereken bir laf söylemişti; yine de çoğunluk bile küçümsemiyor muydu bunları? Kendileri üç kuruşla zor geçinirken, onların paraları çuvalla götürmesinde bir iş olmalıydı. Gerçi Eli’nin öyle zengin olduğu da  söylenemezdi ya; kendisi şahitti her şeye. Para bulamadı mı kabiliyetini konuşturur, ne yapıp ne eder ekmeğini taştan çıkarırdı. Yine de diğer arkadaşları haklıydı; Türk’ten başka dost yoktu ülkede. Bu her yerde böyleydi, boşuna mı yakmışlardı   Alamanya’da   hepsini?   İyi   oturtmuştu lafı. Zaten artık ondan kurtulmak istiyordu, yakasına yapışan bir asalak olmayacaktı artık. Asalak? Kendisi daha çok yük olmuyor muydu ona maddi bakımdan? Bütün işverenler Yahudileri seçiyordu eleman alımında. Geçenlerde beraber başvurdukları baraj yapımında da aynı şeyi tekrarlamışlardı ve işe alınan Eli olmuştu. Bir hafta   sonra çalışmak için İzmir’den ayrılacaktı işte. Bu olmamalıydı, olmazdı. O adam kendinden üstün ve seçilen biri olamazdı. Herkes haddini bilmeliydi; işte bu yüzden her ne çıkmışsa aralarında, çok da iyi demişti.

Çok önceleri Hüseyin’e hediye etmek için yapmak isteyip de iş derdinden yarım kaldığı, hiçbir zaman tam olarak biçimlenemeyen nargilenin marpucunu alıp inceledi. Ne de güzel oymuştu koyun derisinden yapılan ve sap kısmı ahşap olan marpucu. Eline defalarca kıymık batmış, hatta birini yerinden çıkaramamıştı. İşte hemen başparmağında tırnakla derinin birleştiği yerde durmuş, ona bakıyordu. Paylaşmayı çok seviyordu ya, sevginin paylaşım noktasında bir bir dökmüştü hünerlerini arkadaşına, can dostuna hediye edeceği marpuca.

Yine de bilirdi, daha bu bütünün içinde merhamet, inanç, özveri ve birliğin olacağını. Sipsi, tepsi ve rüzgârlık, tömbeki, mangır olmadan birlik sağlanamazdı. Özverisini sipsiye yükledi; gümüşü saatlerce oyarak,  gözlerinin ve ellerinin acısına dayanmak suretiyle. İnancını tepsi ve rüzgârlığa yükledi; tepsi   yüreğine   kül  düşmesini   engeller,   rüzgârlık  da   içindeki  büyük sevgi közünün sönmemesini sağlar diye. Merhameti tömbekiye yükledi; onun kadar sağlam olsun, onun kadar insanın içine işlesin diye. Birliği mangıra yükledi; uzun süre dayansın, kül olup uçmasın diye. Öyle nazlıydı ki mangır, kömür tütünün üstüne fazla geldi mi tütünü yakar, ağızda acı tat bırakırdı; kömür, tütünün üstüne az geldi mi kömür yeterince yanmaz, boş havayı solurdu insan. Sevgi de nargile gibiydi işte. Sevgisine darbe vuran kim olduysa büyük babasından miras aldığı sevme becerisiyle yapmıştı elleriyle can verdiği her  şeyi. Yine de bunu atlatamayacağını iyi biliyordu. İçinde bitmek tükenmek bilmeyen bir ızdırap, sönmek bilmeyen bir acı gelip yüreğinin tam ortasına çöreklenmişti o gün. Rüzgârın sustuğu, yağmurun kısa süre sonra yerleri delmeye çalışırcasına şiddetle yağdığı o gece yanına aldığı birkaç parça giysi, nargilesi ve biriktirdiği parasıyla evin kapısını yavaşça çekip dışarı çıktı. Karanlıktan korkardı, geceye söverdi çoğu kişi ya, ona göre insanların  en  masum yüzü gecenin renginde ortaya çıkıyordu. Çünkü kimse konuşmuyordu, kimse onu yaralamıyordu. Herkes uykusunun en masum yerinde sadece soluk alıp veriyordu şehrin ışıklarına karşı. Her zaman önünden geçtiği kahvehanenin kapısına bıraktı nargileyi; onu bütün yapan yandaşlarıyla beraber… Ortadan kaybolduğunu ailesinden ve ona gönlünü kaptıran Sara’dan başka kimse fark etmedi.  Varlığı,  kaldırımların  üzerinde  yokluk  olup,  oluk  oluk  akan yağmur suyuna karıştı, denizlere gitti, buhar olup uçtu.

Haftalar sonra ailesine mektup yazdığında yerini bildirdi de, neden geldiğini hiç söylemedi. Kendini hâlâ eksik ve boş hissettiği vatanında evlendi, üç çocuğu oldu ve hayatını devam ettirmek için intifadaya kadar olan bölümde açtığı atölyesinde ekmeğini kazandı. O geceden sonra hiç nargile yapmamıştı ama hayallerini, geride bıraktıklarını, sessizliğini, şekillendirdiklerini atfettiği  atölyesi de bombalanınca mesleğini evinde sürdürdü.

Türkiye nargilenin fokurtuları gibi için için kaynarken, olaylar olurken, insanlar öldürülürken Hüseyin, artık gençlerin daha fazla doldurduğu kahvehane değil, pek çoğu İngilizce isimlerle adlandırılmış kafelerden birine gelip nargile söylediğinde yanında oturan hiç tanımadığı bir adamla devlet meseleleri hakkında koyu bir sohbete girmişti. Daha da yeni öldürülmüştü bir yazar, sırf Ermeni olduğu için de bu iş kolaylıkla yapılmış, birliğin üzerine kömür fazla gelmiş, insanlar “Hayır kardeşim, ben Ermeni mermeni değilim, hem bizim oralarda Ermeni küfür gibi algılanır!” kızgınlığının ayrımcılığına girmişlerdi. Hüseyin de sürekli olarak bu konunun üzerine gidiyor, yanındaki adamın düşüncelerini anlamaya çalışıyor ancak, adam kısa cevaplar verdiği için ondan daha da şüpheleniyor, ‘biz ve diğerleri’ hakkında atıp tutuyordu. Haddini bilmeliydi herkes! Adam nargilesini yarım bırakıp masadan kalkıp gittiğinde Hüseyin’in ağzından boşluğa savrulan düşünceler de belliydi, “Vay hain  vay…

Kuyruk acın vardır da ondan gitmişsindir.” Nargileden gelen dumanı daha da içine çekerek, “Bizi bizden iyi anlayan var mı be! Şu nargileye bak. Has be has Türk elinden çıkmış. Sen bin yaşa usta, kültürümüzü bize unutturmadığın, bu soysuzların ta içine ellerinle yoğurduğun değerlerimizi aşıladığın için bin yaşa!”.

Hüseyin’in hayır duaları ettiği kişi, zamanında sessiz hayatının gidişatına dur dediği ve mutsuzluğuna mâl olduğu Eli Erhan’ın ta kendisiydi… Hüseyin, kafeden gelen o çok tanıdık ezgileri de duyamıyordu artık, yıllar önce kendisi gibi olanlardan başka kimseyi görmeyecek, duyamayacak, hissedemeyecek kadar yaşlanmıştı. Her ne kadar başka bir olayı anlatıyor olsa da Türkçe’ye yansıması nargile olarak hafızalara kazınan 1936 yılı çıkışlı Vangelis  Papazoğlu imzalı “Pente hronia dikasmenos mesa sto Yedikule, Apo to poli sekleti to riksa ston argile” sözleri, kalkıp giden adamın rüzgârının peşinden, inceden imbata karışıyordu.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2010

Bunu paylaş: