Ofsayda Düşmüş Sorular*
Bir süredir ele almayı istediğim ve rahatsızlığını şiddetle duyumsadığım sorular var. İnsanların dillerinde hep aynı söylemler: Kentlerimiz betonlaşıyor, çarpıklaşıyor -yıkıp yeniden yapmak gerek-, hızlı bir şekilde yozlaşıyor ve içinde yaşayan bizleri bencilleştirip yalnızlaştırıyor. İster istemez kenti seyretmeye ve konunun açıldığı her yerde belirtilen bu düşüncelerin etkisinde, ele almaya kalkışıyoruz. Mutsuzluğu huzursuzlukla harmanlamayı tetikler olduk karşılıklı. Bakıyorum da ne çok seviyoruz olumsuz olanı bizim dışımıza iterek kaynaklandırmayı.
Kentin merkezinde bir kaldırımda yürüyorum, bir bakıyorum beş yaşlarında bir ufaklığa bir replik ezberletmişler, karşıma atılıyor ve benden peçete almamı istiyor. Başka bir kentin caddesinde arabanın önüne atılıyor bir diğeri, o da en fazla yedi yaşlarında, bu kez sakız satıyor, replikleri farklı ama sanki aynı çocuk çünkü aynı gözlerle bakıyor, piyasa ekonomisinin anlamsızlığını yüklenmiş gözlerle. Biz de aynı sistemin anlamsızlığını yüklenerek elimizi cebimize götürüyoruz veya götürmüyoruz. Bir ortak özellikleri daha var, biri asfaltın biri betonun üstünde yalınayak. Bir soru geliyor aklıma; kent betonlaştığı için mi yalınayak betonun üstündeler yoksa insan betonlaştığı için mi?
Gecenin geç saatinde arkadaşımın evinden çıkıyorum, yürümeye başlıyorum kafamda kalabalık düşüncelerle, evimin yolu köprünün altıyla kesişiyor. Yan yana sırt sırta oturmuş dört beş çocuk dikkatimi çekiyor, aralarından bir tanesi sesleniyor “Sigaran var mı abi?”, tedirgin oluyorum önce çünkü içlerinden bir diğeri ciddi şekilde titriyor, zaten önceden koşulladıkları şey geliyor aklıma, “titriyorsa kesin vardır bir şeyler”. Sonra çıkarıp bir sigara uzatıyorum ve tutamayıp kendimi soruyorum “Neyi var arkadaşın?”. Yanıt buz gibi çarpıyor yüzüme, “İki gündür yemek yemedi”. Yine aynı anlamsızlıkla elimi cebime götürüyorum, cebimde bir dolu bencillik. Bir soru daha soruyorum; kent mi bencilleştiriyor bizi yoksa biz mi bencilleşip dönüştürüyoruz kenti?
Haberleri izlemeyi pek sevmem, genelde yazılı olarak takip ederim güncel gelişmeleri. Yine de arada sırada takılır gözüm akşam haberlerine. Anlamsız konuları kısa filmleştirip on beşer dakikadan peş peşe izletiyorlar. Araya iki veya üç dakikalık bir haber sıkıştırmışlar, iş makineleri dayanmış gecekondu mahallesine, bir evin sahibi çatıya çıkmış yakarım kendimi yıkarsanız diyor evimi, ardından bir diğeri eline balyozu almış size yıktırtmam kendim yıkarım kendi yapımı diyor. Sinir sistemine el koyuyorlar adamların. Belediyeden açıklama peşin, çarpık kentleşmeye son. Oralarda yaşayanlar evsiz kalacakmış, hava soğukmuş kimin umurunda. Pat diğer habere geçiyorlar -düşünmene fırsat vermemek bu olsa gerek, düşünülecek tonla şey var bu konuyla niye meşgul ediyorsun aklını-. Sorular bitmiyor kafamın içinde; adamın tapu vaadiyle inşa ettiği evi yıkılıyor, üç çocuğu ve eşiyle sokakta kalıyor, eğer yaz ayıysa şanslı sayılıyor, kendini yakacak ruh durumuna gelmiş, peki çarpıklaşan kent mi oluyor yoksa onu o evi kurmaya zorunlu bırakan, sonra gelip yıkan mantığa sessiz kalan bizler mi oluyoruz?
Gençlerden çok şey beklemeyi seviyor toplum, bu da oldukça doğal, dinamizm ve heyecan bütünleşmiş durumda bizlerde. Bununla birlikte değişim istemiyor büyüklerimiz. Mantık “ben senden çok şey beklerim ama benim beklediklerimin dışına çıkmayacaksın”. Algılarımı yeni yeni edinmeye başladığım dönemlerde memleketin tarihine de ilgi duymaya başladım, sonuçta genciz bizden beklentiler yüksek, tarihi de ele alalım daha sağlıklı olur. Bir de ne göreyim; daha düşünüyorsun, dile getiriyorsun hop tutuyorlar kolundan sen çocuksun, gençsin bilmezsin gel şöyle seni bir koğuşa, hücreye alalım konuk edelim aklın başına gelsin. Binlerce beyin zincire vuruluyor, kimseden gık yok, iyi oldu diyenler var üstelik. O kimseler şimdi kentlerin yozlaştığını söylüyor, hatta gençler yozlaştırıyormuş kenti, her şeyi. Bu kadar alkış tutuluyorsa zincirlere, yozlaşan kent mi insanın ta kendisi mi?
Elimden tuttular bir gün okula götürdüler, okula yazılacakmışım. Ne işim var okulda diye söyleniyordum kafamın içinde, ben böyle iyiydim sokakta arkadaşlarla yuvarlanıp gidiyorduk. Çocuk aklı işte, hiç öyle şey olur mu, okuma yazma öğreneceksin, harita çizmeyi öğreneceksin, tarih okutacaklar -hem de eğitim yaşamın boyunca üç kere aynı tarihi okutacaklar ki ezberlemeyi öğreneceksin-. Okumayı söktük, baktım harita odası diye bir oda var –afili ad-, hepimizin hoşuna gidiyor tabi bu. Memleketin haritasını çizmeyi öğretiyorlar, yarışıyoruz en iyisini, en iyi sınırları çizmek için. Bölgelerin sınırları geliyor ardından, yine yarışıyoruz, bölgelere ayırıyoruz, öğretmen sınırları iyi çizen öğrencilere yıldızlı pekiyi veriyor, ne güzel iş. Sonra, hatırlayabildiğim ilk otobüs yolculuğunda bir tabela görüyorum, yaşadığım kentin il sınırı tabelası.
Aklıma bir soru geliyor; ya çiftçinin tarlası sınırın iki yanında kalıyorsa ne yapacak adam? Öğrenmeye başladığın ilk andan itibaren sınır çizmek var bir yerlerde. Açıkçası uzunca süre bekledim acaba ilçe sınır tabelalarıyla da karşılaşacak mıyım diye. Şimdi başka bir soru kurcalıyor kafamı, kent mi bizi yalnızlaştırıyor yoksa sınırlar çizerek biz mi yalnızlaştırıyoruz ülkeleri,bölgeleri, kentleri, kendimizi?
Dediğim gibi haberleri izlemeyi pek sevmem, yazılı takip etmeye çalışırım, sabah ve akşamları internet üzerinden. Uyanıyorsunuz, iki dakikada açılıyor bilgisayar, iki tıklama sonrası haberle karşı karşıyasınız, “süper güç siz uyurken operasyon düzenlemiş kendinden on bin kilometre uzaktaki bir ülkeye”, üç gün sonra bir haber daha “gece operasyonlarında nokta atışlarıyla onlarca kişi öldürülmüş onlarca kişi yakalanmış”. Beş gün sonra bir benzeri daha, o da başka bir ülkeye. Kentler bombalanıyor, yıkılıyor, yeniden yapılıyor -yıkan da yeniden yapan da aynı kaynak-. Düğmelere basılıyor kentler yangın yeri, kentler kanıyor, kentler bomba seslerinin ortasında dilsiz bırakılıyor. Biz sıcak ve dingin yatağımızda uykudayken, anasının karnında uyumaya çalışan bebeğin ninnisi oluyor bombardımanlar. Sorular geliyor çatıyor alnıma, kentler mi yıkılıyor yoksa insan mı? Kentleri yıkıyorlar yeniden inşa ediyorlar ama insanlığı yıkıp yeniden nasıl inşa edebiliriz?