Öğüt*
Oğul,
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Avun oğlum avun.
Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın.
Ama,
Bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin.
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın.
Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir.
Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet ve erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.
Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.
Açık sözlü ol.
Her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme.
Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbeti itibar olmaz.
Üç kişiye acı: Cahiller arasındaki âlime, Zenginken fakir düşene,
Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma ki! Yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğunda mücadeleden korkma.
Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.
Ey oğul!
Artık Beysin…
Bundan sonra öfke bize, gönül almak sana…
Suçlamak bize, katlanmak sana…
Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görme sana…
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana…
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana…
Ey oğul!
Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana…
Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…
Ey oğul!
Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz…
Şunu da unutma: İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN
Ey oğul!
Yükün ağır, işin çetin.
Allahü Teala yardımcın olsun!”
Bu sözler 1206-1326 yılları arasında yaşamış olan Şeyh Edebali’nin, Osmanlı Devleti’ni kuran ve ona adını veren Osman Bey’e öğüdü olarak tarihe geçmiştir. Rivayet, Osman Bey’in rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve kendi göğsünden bir büyük ağaç çıkıp dallarının dünyayı kapladığını, ağacın altından birçok nehrin çıkıp insanların buradan geçtiklerini anlatmasıyla başlar. Gerçekten de ilerleyen çağlarda Osmanlı, bir imparatorluk olarak dallarını Viyana kapılarına dek uzatacaktır.
Şeyh Edebali’nin bu öğüdünü yeniden hatırlatmak istedim, çünkü bugün Türkiye, iyi yönetilmemenin acısını çekmektedir. Ancak bu konuya başlamadan önce ben bile kendime karşı direnmek zorunda olduğumu, bize dayatılan kavram kargaşası boyutunda “şeyh” , “Osmanlı”, “din”, “milliyetçilik”, “cumhuriyet”, “Atatürk”, “halk”, “demokrasi” gibi kavramları, sıfatları, kişileri yan yana kullanacağım için kendimi kafası oldukça karışmış ve kabahat işlemiş olan bir çocuk gibi hissettiğimi belirtmeliyim. Son yıllarda ‘halka’ dayatılan farklılaştırma/yanlılaştırma politikaları, ‘o kötü, bu iyi’ söylemleri ve kavram kargaşası etrafında üzerinde kalitesiz çamaşır suyu kullanmış gibi bir oraya bir buraya çekiştirilirken yırtılacak gibi olan, bir tarafından ‘cırt’ diye giden veya tamamen ortadan ikiye bölünen ulusal kimliğimiz çerçevesinde belki de pek çoğumuz böyle hissediyor. Konuşurken bize çok doğal gelen tarihsel sürecimiz, geçmişimiz, kimliğimiz veya tarihimizdeki kavramların bir arada kullanılmasının şu an bize ‘cıs’ olarak tanıtılması, halkı bölme amacı taşıyan süper zekâlılar(!) için elbette oldukça bilinçli yapılan bir eylem.
Özellikle son birkaç yıldır ve ayyuka çıkmış haliyle son aylarda karşımıza çıkan siyasi getirim sağlama ve gündemi sürekli değiştirip insanların kafasını sürekli meşgul ederken saman altından su yürütme amaçlı yapılan tahrikler (örneğin, tarihi gerçeklerin (!) su yüzüne çıkarılması, protestolar, sorgusuz sualsiz içeri almalar, unutturmalar, yeniden canlandırmalar, şehirlerin aslı astarı olmayan yeni tasvirleri, yeni yaftalar vb.) hepimize aynı soruyu sorduruyor: Türkiye nereye gidiyor?
Türkiye’nin nereye gittiği konusunda sağcısından solcusuna, aşırı uçtakinden umursamayanına kadar pek çok ağızdan duyduğumuz ‘Hiç iyi bir yere gitmiyor’ söylemlerini bir yana bırakıp, tarihini bilmeyen geleceğe sağlam adımlarla ilerleyemez misali Türkiye’nin nereden geldiğine yeniden göz atmak istedim. Bundaki amacım İslamiyet öncesi veya sonrası Türk tarihi, Osmanlı tarihi ve devrimlerden, ilkelerden sonra geri kalanı hiç öğretilmeyen Cumhuriyet tarihi değil; genel olarak yöneticilerin yaptıkları, başarılar ve çöküşe giden yolda TÜRKLERİN tarihinde ortak noktaları bulabilmekti.
Bildiğimiz gibi eski Türklerde siyasi teşkilatlanmanın en üst kademesini “il” oluşturmaktaydı ve ülke, ikili devlet sistemine göre, yani sağ ve sola ayrılarak (bugün bize dayatılan sağ-sol anlamında değil!), ‘kağan’ adı verilen ve erdemli, bilge ve dürüst yöneticiler tarafından yönetilmekteydi. Ülkenin Sol (Doğu) ve Sağ (Batı) olmak üzere ikiye ayrılması, merkezde (ortada) bulunan hükümdarın yönetimi kolaylaştırması içindi. Sağda ve Solda ise hanedan üyelerinden olan Yabgu’lar vardı ve halk, ‘töre’ adı verilen hukuki düzenle idare edilirdi. Eski Türklerde de Türk tarihi boyunca en zor anlarda bile direnmeyi beraberinde getiren ‘bağımsızlık’ en önemli ilkeydi. Çin yıllıklarından alıntı olan ve Asya Hun Devlet Meclisinde hükümdar Ho-Han-Ye’nin kardeşi Çiçi’nin M.Ö. 58’de yaptığı konuşma bunu en belirgin şekilde ifade eder:
“İstiklale karşı hayranlık duymak ve bağımlı olmayı yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakla beraber devraldığımız devletimizi; Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız mevcut iken devletimizi korumalıyız”.
Büyük Hun Devleti’nin başında bulunan Ho-Han-Ye’nin devletin maddi sıkıntılarını da neden olarak göstererek Çin egemenliğine girmek istemesi üzerine kardeşi Çiçi bu konuşmayı yapmıştır.
Eski Türk devletlerinde özel mülkiyet hürriyetin teminatıydı ve kimse, bir başka kimseyi bulunduğu yeri terk etmeye zorlayamazdı. Türklerin inanç yapıları da birbirlerinden farklıydı. Eski yıllarda Şamanizm, Budizm. Maniheizm, Musevilik gibi farklı dinlere inanmayı seçen Türk topluluklarında Gök Tanrı ile başlayan evrensel bir yaratıcı olgusuna gidilmiş ve farklı dinlere inanan farklı kimlikler, hoşgörü çatısı altında tek ülkede toplanabilmişlerdir. Gerçekten de ister İslamiyet öncesi ister İslamiyet sonrası olsun Türk devletlerinin, imparatorlukların savaş nedenlerine baktığımızda dini yaymak yerine toprak elde etme, egemenlik gibi kaygılar ön planda olmuştur.
Sayıca kesin bir bilgiye ulaşılmamakla birlikte bugün Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 yıldız, tarihteki 16 büyük Türk devletini temsil etmektedir:
Büyük Hun İmparatorluğu, Batı Hun İmparatorluğu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ak Hun
İmparatorluğu, Göktürk İmparatorluğu, Avar İmparatorluğu, Hazar İmparatorluğu, Uygur
Devleti, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuk İmparatorluğu, Harzemşahlar, Altınordu Devleti, Büyük Timur İmparatorluğu, Babür İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu.
Bu devletlerin yıkılış nedenlerine baktığımızda genel olarak, devletler büyüdükçe artan yönetim bozuklukları, lükse olan düşkünlük, halkın yaşadığı ekonomik sıkıntılar, dışa bağımlı olma, dış güçlerle mücadele, borçlardan ve çatışmalardan ötürü toprak kaybetme ve en nihayetinde parçalanma olarak karşımıza çıkar.
1955’ten bu yana gelen süreç bu panoramaya çok da yabancı değil ve aslında kendi kendimizi yönetmiyor olduğumuzu gösteriyor. Güdümlü bir dış politika, piyonlarını dünyadaki dört yüz büyük şirketin belirlediği güç odaklarının dayatmasına ülkeyi bağımlı kılarak bugünlere gelmemize neden oldu. Süreç boyunca olumsuz gelişmelere karşı duyarsızlaştırma, toplum bilincini yok etme, ortak aklı yapay gündemlerle sürekli meşgul etme, halkın temsil gücünü yönetimden ayırma yöntemleri ustaca kullanılarak sorgulamayan, denetlemeyen, öz saygısı olmayan, geçim ve can derdinde olup gelecek kaygısıyla yaşayan, bu nedenle günlük sıkıntılarla boğuşmaktan çevresindeki yangını göremeyen, toplum olarak da adlandıramayacağımız bir halk kitlesi yaratılmış oldu.
Yöneticilerin kendi çıkarlarını ülke çıkarlarına tercih etmesi, bu yönde kendilerine çanak tutacak yandaşlarına para yedirerek taraftar bulması, fabrikaları kapattırıp küçük işletmeleri, kendi kurdukları büyük şirketlere boyun eğecek kadar zorunlu hale getirmesi, hiç utanmadan sıkılmadan kanun koyup bozması ve halkın bunları geçim derdine düşerek desteklemesi (ki halka da sormak gerek, ‘hayat standartlarınız ne kadar düzeldi?’ diye) yetmezmiş gibi tarihinin bir kısmıyla bozmuş yazar/aydın gruplarımız din, demokrasi, cumhuriyet değerleri üzerinden halkı şaşırtmaktadır.
Hem Osmanlıcılık taslayıp Cumhuriyetçileri ve Atatürk’ü kötüleyen; hem de Atatürkçülüğü kullanıp Osmanlıyı savunmayı gericilikle bağdaştıranlar yanlış yoldalar. Her iki grup da savundukları konuların olumlu yanları bulunduğu gibi, eleştirilecek yanları da olabileceğini göremeyecek kadar basiretsiz olamazlar diye düşünmekteyim. Öyleyse kendi çıkarlarını önceleyecek bir art niyet olduğunu görmek gerekmektedir. Halkı yanlış bilgilerle, belirli kıstaslara dayanarak bez parçası gibi çekiştirip paçavraya döndürmek yerine, ayrımcılığa neden olanların ayrımcılık yaptıklarını yine ayrımcılık yapmak üzerinden söyleyen basın mensuplarımızın, aydın geçinen yazarlarımızın ülkemizin asıl sorunlarını bir yana bırakıp tef çalıp ayı oynatmayı bir an önce sonlandırmaları gerekiyor.
Konuşmayı bilmeyen yöneticilerimizle tartışmayı, hakkını savunmayı unutacak hale gelen veya bunun bir diğer yüzünde kendi paçasını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen yöneticilerimizle, Rabbena hep bana diyerek kendini bu dünyanın tek hâkimi sanan bencil bireylerimiz bugün atalarının isimlerini bile hatırlayamayacak, onların orduları, devleti, imparatorlukları yönetmesini çok basit bir iş gibi görerek kendi düşüncesi ve ‘taraf’ olduğu grubu doğrultusunda kendine göre olmayanı aşağılayıp dışlayacak, onu hor görecek hale getirilmiştir. Ne yazık ki son olarak Atatürk’ün vurgulamasıyla “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün “evrensel” birliği kastetmesi de çöpe atılmış; bir azınlık hikâyesi, kimlikleştirme sorunsalı alıp başını gitmiştir açlıktan nefesi kokan, ama yastık yorgan altında altın bilezikler saklayan sevgili yurdum insanında.
İnsan, çevresindeki milyonlarca ses içinden yalnızca duyabileceği eşikte olanını algılar. Eğer her biri duyabileceği eşikteyse bu kez duymak (işitmek) yerine dinlemek gerçekleşir ve birey, yalnızca ilgi alanına gireni anlar. Algıda seçicilik sadece tat, işitme, dokunma gibi duyularımızla değil, bilgiyi elde etme ve ona yönelme durumunda da bize eşlik eder. Kavram kargaşasına ve imge bombardımanına tutulduğumuz zaman içerisinde, asıl sorunları ve çöküşümüzü görmezden gelip kendimizi boş yere efelik taslamalarla ve düştüğümüz denizde sarıldığımız yılanlarla avutmak niye? Kendimize, tarihimize, gerçeklere olan direnişimiz neden? Bu büyük sessizlik ne zaman bitecek bilinmez ama birbirimize destek olup beraberce hareket etmek yerine birbirimizi daha nereye kadar yolacağız, işte en büyük muamma burada.
Şeyh Edebali’nin sözlerinde atalarımızın, Türk adını dünyaya duyurabilen her liderimizin vasıflarını görmekteyim. Unutmamamız gerekir ki bulunduğumuz sosyal ortamlarda veya aile ortamında edindiğimiz rol modellerinde en az bir kez lider olmaktayız. Her liderin bu öğüdü okuyup anlaması ve istiklaline düşkün doğamızda lider olma kapasitesine sahip her bireyin bencilliğini, ezilmişliğini, leş kargalığını bir yana bırakıp öncü olarak davranması, erdemli, dürüst ve bilge özelliklerini sözde bırakmayıp eylem adamı olması ve ülkemizi hak ettiği yerlere taşıması en büyük dileğimdir.
Kaynakça:
- “Tarih I- Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Tarihten Evvelki Zamanlar Ve Eski Zamanlar”, Türk Tarih Kurumu, Kaynak Yayınları, Doğu Perinçek’in önsözüyle Beşinci Basım, Kasım
- “Tarih III- Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Yeni Ve Yakın Zamanlar”, Türk Tarih Kurumu, Kaynak Yayınları, Doğu Perinçek’in önsözüyle Dördüncü Basım, Mart 2005