Poşu, Roman, Öteki*
Geçtiğimiz hafta gazetelere bir haber vardı Adıyaman Üniversitesi’yle ilgili. Konu, ne mantığın “YOK”luğunu temsil eden YÖK ne de “sonuncuları birinci” yapan, akılcı düşüncenin Çankaya’daki büyük(!) temsilcisi. Bir öğrenci yıllardır olduğu gibi geleneksel poşusuyla okula gidiyor ancak kapıdaki güvenlik “poşu siyasi simgedir” diyerek öğrencinin poşuyu çıkartması konusunda baskı uyguluyor. Olayın giderek büyümesi ve toplanan öğrencilerin protestosu basınımızda adeta bir dipnot şeklinde sunuldu. Bilindiği gibi poşu başta Arap Yarımadası olmak üzere Afrika’dan Ortadoğu’ya, oradan da Çin sınırlarına kadar uzanan, büyük çoğunluğu Müslüman olan halkların(genellikle erkeklerin) başlarını kapattıkları geleneksel örtüdür. İnsanların durmaksızın ötekileştirildiği hem de bu tehlikeli sürecin tutarsızlıkla ilerlediği günlerde bu bez parçasına yüklenen anlamlar da sürekli değişime uğramaktadır.
Gelenekselliğini hala sürdüren poşuyu dünya gündemine bir simge olarak yerleştiren kişi Filistin davasının önderi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Arap- Sosyalizmi kanadının temsilcisi Yaser Arafat’tır. Ondaki görünümüyle poşu direnişin ve özgürlük mücadelesinin simgesi olagelmiştir. Bu uğurda Filistin halkına destek için bölgeye giden devrimci gençlik önderimiz Deniz Gezmiş de vazgeçilmezi olan parkası Filistin’de geçici de olsa yerini poşuya bırakmıştır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi poşuya yüklenen anlamlar sürekli değişmektedir. Birkaç yıl önce Avrupa’da başlayarak tüm batı dünyasında yayılan yeni moda, eğilim poşu ülkemizde bir anda lüks tüketimin merkezlerinde gençlerin boyunlarında aksesuar duruma geldi. Geleneksel olarak saçı başta kum olmak üzere rüzgârdan ve güneşten koruyan poşu bir anda pahalı gömleklerin ya da elbiselerin üstüne takılan fularımsı bir hal aldı. Durumu kişiselleştirmekten hoşlanmasam da kendimden bir örnekle belki de durumun saçmalığını betimleyebilmiş olurum. 2009 Şubat ayında Tunus’a gerçekleştirdiğim kısa gezide, Yaser Arafat’ın sürgünde yaşadığı şehirde olmanın hissiyle geleneksel poşuyu boynuma doladım. Tam da o sırada Davos’tan “van münüt fatihi” geçti. Türkiye’ye döndüğümde bir kafeteryada oturduğumda öncelikle aldığım eleştiri modayı geriden takip ediyor olmamdı. Poşuyu neden aldığımı, niçin taktığımı anlatmakla uğraştığım bir gün Cuma namazından çıkan bir kitle bana “selamünaleyküm” dediğinde ise durumu başta kavrayamadım. Ama devam eden günlerde bu muhafazakâr ilginin nedeninin “van münüt fatihi” ve dinci örgüt HAMAS olduğunu fark ettiğimde kimseye Arap-sosyalizminden bahsedemeyeceğimi algılamıştım. Bu yıl ise yeni gündem açılımlardı ve bazı illerde yüce Türk polisiyle çatışanlar poşu takmaktaydılar. 2008’in sosyetik aksesuarı poşu 2009’da dinci örgüte destek sembolü haline geldikten sonra bu kez bölücü örgütün simgesi haline getirildi. Ve bunu başaranlar molotof kokteyli atanlarla birlikte derse giden öğrencileri “bölücü” olarak gören görevlilerdir.
Toplumumuzun yeni eğilimi yaftalamak ve ötekileştirmek haline geldi. Tek bir örnek üzerinden bu yaftalamanın ne kadar düzensiz ve tutarsız olduğunu görmek mümkün. “Giysilerini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” durumu nedense reklamlarında yaftalama karşıtlığı yapan zamansızlar tarafından özellikle körüklemekte hatta bu fiil giysilerden çıkıp söylemler üzerine yaftalamaya kadar vardırılmakta. İnsanlar takım elbise giyen solcular olduğu, başörtüsü takan laikler olduğu, parka giyen sosyetikler olduğu gerçeklerini kavramakta zorlanıyorlar. Bölünmüş mahallerden sonra bölünmüş gardıroplarımız da mevcut. Fakat nedense bu yaftalama şampiyonu Türk-İslamcı kitle türban konusunda hoşgörü kavramına başvurmaktadırlar. Kuran’da net bir örtünme kuralı olmaması, saçların örtülmesinin yukarıda sözünü ettiğimiz bölgede iklimsel koşullardan kaynaklanması, bölge ülkelerinde sadece kadınların değil erkeklerin de saçlarının örtülü olması sözünü ettiğimiz grup tarafından nedense görülemez. 70li yıllardan önce olmayan türbanın bir gelenek olduğunu iddia etmeleri ise 70lerin sonundaki Humeyni gerçeğini yok sayma çabalarından başka bir şey değil. İslamcı İran, bölgeye devrim diye yutturdukları şeriatı yayma politikasını asla gizlemedi. Bu amaçla pilot bölge seçilen Erzurum’da türbanın yaratıldığı ve öğrencilere para karşılığı türban pazarlandığı bilinen bir gerçek. Hoşgörü isteyenlerin gelenekleri böyle oluyor demek ki. –Küçük bir parantez açarsak İran’ın asla anti-emperyalist olmadığını, sadece batı emperyalizmine karşı çıkıp kendi emperyalizmini bulabildiği her fırsatta uyguladığını belirtmeli ve mollaların Amerika’ya sarf ettiği her sözü anti- emperyalizm sloganıyla alkışlamadan önce işin gerçeğini hatırlamalıyız.— Tekrar konumuza dönmek gerekirse ötekileştirmenin hem geniş halk kitlelerinde hem de entelektüel geçinen çevrelerde hâkim olduğunu görürüz. Ülkemizde yaşayan halkı bir bütün olarak görmektense farklılıkları pompalayan “konuşan tecrübeler” halkın ezici çoğunluğunun yoksulluk sarmalından çıkamamasını sınıfsal tezlerle incelemek ve belki de çözmek yerine konuya yaklaşımı sadece ırk-dil-din temelinde alarak cümledeki “gizli özne” konumlarını muhafaza ederler. Onların kendilerini özne hissedebilmeleri için etkileyebildikleri kitleler ve yön verebildikleri tartışmalar olmalı. Bu özneler durumlarını pekiştirmek için ülkemiz özelinde “Öteki”yi kullanmaktadırlar. Çağımızın büyük düşünürü Slovaj Zizek öznenin temelini “Ben” olgusuyla koyduktan sonra bu “Ben”liğin de “Öteki”ye olan ihtiyacını anlatır. Bizim öznelerimiz de konumlarını sürdürmek, kelimenin tüm anlamlandırmalarıyla “benlik”lerini sürdürmek için ötekileştirmeyi sürdürürler. Bunu kimin zaman “Öteki”ye kusulan nefretle kimi zamansa saf bir özdeşleşmeyle yaparlar. Özne olmayı ve beraberinde “Öteki”yle özdeşleşmeyi, onların haklarını savunmayı bazen o kadar abartırlar ki Zizek’in “Ötekinin hassasiyetine saygı göstermek, onun mahremiyetini ihlal etmemeye özen göstermek, kolayca ötekinin acısı karşısındaki acımasız bir duyarsızlığa dönüşebilir.”1 sözleri vaziyeti ortaya koymaktan öte birçok örnekteki tutarsızlıklarını da açıklamaya yeter. Bu kimseler örneğin 6-7 Eylül faciasını hatırlamaktan öteye geçmezler. Şimdilerde demokrasi yıldızı olarak anılan dönemin liderlerinin olayı nasıl organize ettiğini hatırlamazlar. 1915 olaylarını karşılıklı bir kıyım, emperyalistlerin birbirine kırdırdığı sayısız halktan ikisinin başına gelen korkunç facia olarak görüp barışa yürümektense barış elçisi takiyyesiyle gerginlikten başka bir şey üretmezler. Kürt toplumunu savundukları, duygudaşlık kurmak gerektiğini iddia ederler ancak feodaliteyle, ağalığın ilkel düzeniyle, töreyle ilgili tek söz etmezler. Toprak reformuna zaten karşıdırlar. Geçtiğimiz haftalarda korkunç bir şey yaşandı bu ülkede, hem de batıda, Manisa’da. Kahvede çıkan basit bir kavga öne sürülerek Roman yurttaşlara saldırılar düzenlendi Arapça slogan atan sözde Türkçüler tarafından. Bu ilkel saldırı karşısında yetkililer ne gibi önlemler aldı? Saldırganları yakalamak, olayın mağdurlarını korumak yerine Romanlar yetkililerce şehirden sürüldü, göçe zorlandı, tehcir edildi! Evet, 1915’te değil, doğuda değil, ortada asker de yok ama 2010 yılında batı Anadolu’da insanlar etnik kimlikleri üzerinden ötekileştirilip sürüldüler. Klasik Türk-İslamcı kafanın tekbirleriyle yaptıkları yeni değil, ancak sözde liberallerin ve onların “genç siviller”inin bu olayları görmemesi, ağızlarından düşürmedikleri “Öteki”ler, azınlıklar için hiçbir şey yapmamaları Zizek’in sözünü ettiği “acımasız duyarsızlık” değil de nedir?
Yıllar önce, üzerinde “Alaska” yazan ve kurt deseni olan bir giysi vardı üstümde. Polis karakolunun önünden geçerken polisin biri malum işareti yaparak yanıma yaklaştı ve “Baba kurt, baba!” diye mutlulukla sırtımı sıvazladı. O gün bugündür o giysiyi ya da kurt desenli herhangi bir eşyayı kullandığımı hatırlamıyorum. Aynı şekilde Yaser Arafat’ın anısına aldığım poşumu bu yıl giyemedim, bundan sonra giyer miyim onu da bilmiyorum. “Ben”den çıkmam gerekirse belki Adıyaman Üniversitesi’nin öğrencileri aynı poşuyu giyip büyük şehirlerdeki pahalı özel üniversitelerin kapılarına koşmalı. Orda “modayı geriden takip eden” olmaktan öte bir eleştiriye maruz kalmazlar. Zaten Milli Eğitim ve YOK(yök) özel okulları teşvik etmekte, belki oralara başvursalar her şey hallolur, burs bile kazanabilirler. O zaman maruz kalacakları tek “Öteki”leştirme “burslu inek” ya da “poşu modasını geriden takip eden giyim cahili”nden başka bir şey olmaz. Böylece ırk, din, dil sularında yüzen, ister eğitimli ister cahil ancak tehlikeli öznelerin her tondaki hışmından kurtulabilirler. Ama güzel Anadolu ve toplum(eğer hala öyle adlandırabilirsek) gizli öznelerin tehlikeli sularından nasıl kurtulabilecek? Belki de bu kendi kendimize sormamız ve çözmemiz gereken sorunun ta kendisidir.
1 Slovaj Zizek, “Kırılgan Temas”, Çeviri: Tuncay Birkan (Metis Yayınları 2. Baskı, 2006), s. 18.