Sinema Tarihinde Bağımsız Sinemanın Serüveni – Ümit Hüseyin Girgin

Sinema Tarihinde Bağımsız Sinemanın Serüveni*

Lumiere Kardeşler’in 1895 yılında cinematographe’ı icat etmeleri ve Paris’te izleyicilere para karşılığı 10 filmlik bir gösteri halinde sunmalarının üzerinden bir asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Bu bir asırlık dönemde sinema kitleleri, toplumu etkileyen ve dönüştüren bir sanat biçimini almıştır. Bu diyalektik dönüştürme işlevine yakından bakıldığında sinema sanatının sadece bir sanat değil endüstriyel ve kültürel anlamda da bir ürün haline geldiği görülür. Sinema 1895’de ilk gösterimden sonra eğlencelik bir biçim olmaktan hızla çıkarak 1915 yılına gelindiğinde yerleşik bir endüstri haine gelmeye başlamıştır. Hollywood öncesi olarak da adlandırılabilecek olan bu dönemde sinema, genelde Fransız yapım şirketleri ki bunların en önemlilerinden birisi pazarın büyük çoğunluğun elinde bulunduran Pathe Company’dir. Pathe Company sayesinde  dönemin film pazarında Fransız egemenliği açıkça görülmektedir. Bu şirket Lumiere Kardeşler’in ve Melies’in film şirketini satın alarak uluslar arası bir  yapım şirketi olmayı başardı. Dolayısıyla da Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar uluslar arası pazarın %60ına %70ine Fransa hâkimdi. Piyasada ki diğer etkili ülkeler İtalya ve Danimarka’ydı. Bu dönemlerde dünyanın birçok yerinde  bürolar kuran Pathe Company Amerikan film sektörüne de film gönderiyordu. Birleşik Devletler yapımcıları kendi ülkelerinde Avrupa kaynaklı ürünün   güçlü rekabeti ile karşı karşıya kaldı. (Geoffrey Nowell Smith Dünya sinema tarihi– Birinci Basım Mayıs 2003 s.42)

Pathe’nin egemenliğini sarsacak tek tepki 1. Dünya Savaşı Öncesi Leon Gaumont’un kurduğu Gaumont Company’den geliyordu. Dünya Savaşı öncesinde zirveye yerleşen ve ülkenin en büyük stüdyosuna sahip Gaumont Company‘de savaşla birlikte gerilemeye başladı. Bunun öncesinde 1910’lu yıllarda   zaten   birçok   yapım   şirketi   Hollywood   banliyösüne yerleşmeye başlamıştı. Hollywood önlenemeyen yükseliş dönemi boyunca, seri üretim yaparak birim maliyeti düşürmekten, üretim aşamalarında, şirketler arası işbirliğine kadar modern işletme araçlarını, olası tüm rakipler karşısında üstünlük sağlayacak şekilde biçimlendirdi. Bu dönemde Avrupa ülkeleri Hollywood egemenliğinden korunabilmek için özel vergiler, gümrük vergileri, kotalar hatta boykot gibi çeşitli korumacı yöntemlere başvurdu ancak boşunaydı. Bugün ki Hollywood sisteminin kurulması da aslında o  dönem ortaya çıkan tröstlere karşı bağımsız sinemacılara ve bugünkü Hollywood’un temellerini atan girişimlerine çok şey borçludur.

1914 öncesinde Fransız İtalyan ve İngilizlerin uluslararası üretim ve dağıtımdaki egemenlikleri, 1918 de ABD stüdyolarının yayılmacı çıkarlarına ve çok farklı olan sinema vizyonuna boyun eğdi. Savaş Avrupalı geleneksel güçler için can alıcı olan ticaret ağlarını yok etmekle kalmadı. Aynı zamanda film üretimi, için son derece önemli olan insan hayatı, malzeme ve süre giden deneyler bakımından da ağır bir bedel ödemeyi de zorunlu kıldı.

Stüdyo sistemi birçok açıdan Amerikan ve dünya sineması için getirileri yüksek olan bir sinemaydı. Türlerin gelişimi büyük ölçüde stüdyo sinemasına bağımlıdır. Ancak stüdyo sisteminde büyük ölçüde yapımcıların egemenliği altındaydı ve Hollywood sinemasına getirilen eleştirilerin temelinde bu yatıyordu. Para için, kitle kültürü için sinema yapmak demek sinemayı sanat olmaktan çıkarmak demektir. Hollywood stüdyo sisteminin 1920’lerden 40’lara kadar olan endüstriyel gelişimi ve örgütlenişi birçok ulusal sinema tarafından taklit edilmeye çalışıldı. Ancak Western tür nasıl Amerika’ya bağlı bir tür ise sanki stüdyo sistemi de Hollywood sineması için biçilmiş kaftandı.

Klasik Hollywood da en can alıcı meta, çok kesin bir biçimde yıldızlar geçidi olan a- sınıfı uzun metrajlı filmlerdi. Her stüdyonun yıldız kadrosu, o stüdyonun en görünür, en değerli kaynağı ve bütün işlerine hareket getiren türler arasında gidip gelen varlığıydı…  (Geoffrey Nowell Smith  a.g.e s.267)

Bu yüzden her şirkette üretim ve pazarlama stratejilerini  yıldız  sistemi  üzerine  kurmak  durumundaydı.  Ancak  hal  böyle olunca en büyük şirket her zaman en büyük payı kapıyor bir anlamda bir tröst meydana geliyor ve küçük şirketlerin mücadele gücü zayıflıyordu. Ayrıca  stüdyo sisteminde bugün modern ve içi boşaltılmış izleyicini halen aynı şeklide gördüğü yıldızcılık sistemi geçerliydi. Bunun dışında ki hiçbir şey sinema sanatı için yeterli geçerlilikte değildi. Çünkü Hollywood’un anlattığı bütün hikâyeler birbirine benzemekteydi. Bir bakıma Hollywood Aristoteles’ten kalma katarsisi sağlamak için hikâye anlatıyordu. Sinema sanatının görüntülerinden bir hikâye çıkmasına izin vermiyordu. Bu durumda bir şeyler anlatmak isteyen yönetmenleri ve senaristleri ucuz işgücü haline sokmaktaydı. 1939 yılı MGM önderliğinde Hollywood stüdyo sisteminin doruğa çıktığı yıl olarak değerlendirilir. Bu dönemde Bay Smith Washington’a Gidiyor, Oz Büyücüsü, Posta Arabası, Rüzgâr Gibi Geçti gibi eserler verilmiştir. Her biri alanında birer kült olmayı başarmış bu filmler o döneme damgasını vurmuş ve stüdyo sisteminin zaferini perçinlemişleridir. 20lerden 40’ların başına kadar bu şekilde süren bu durum 2. Dünya Savaşı ve sonrasında bir kırılma yaşayacaktı.

1941 tarihinde ABD Hükümeti stüdyolara karşı anti-tröst bir kampanya başlattı. Bu kampanya ülkenin bağımsız sinema salonları sahipleri adına ABD Adalet bakanlığının film endüstrisini tekelleştirmekten ötürü sekiz büyük stüdyo aleyhine    açtığı    dava    Temmuz    1938’de    başlamak    üzere    birkaç yıldır hazırlanmaktaydı… (Smith, sayfa 268 d.s.t) tabi ki bu davayı kendi filmlerini yapmak isteyen yönetmenler, bağımsızca çalışabilmek isteyen senaristler ve oyuncular istemekteydi. Sinema sadece stüdyo sistemine hapis edilemezdi ve bu sürecin sonunda da öyle olacaktı. Sinema gerçek anlamını bulduğu yere sokağa, insana doğaya karışacaktı.

Amerika’da eski dönemlerde yapımcılar Hollywood’un oluşturduğu stüdyo kuralları yüzünden, tek tip üretilen popüler filmleri hangi yönetmen çekerse çeksin, kurallara uyduğu sürece, aynı filmi çekebilir düşüncesi hâkimdir. Bu düşünceye göre filmlerdeki farkları yaratanlar yıldızlardır; yönetmen ustalığını sadece sahneye koyuşta gösterebilmektedir. İşte auteur kuramı, bu anlayışın dışında da, filmler olabileceğini, yaratıcı bir yönetmenin kendine özgü özelliklerini, kendi anlayışını, dünyasını Hollywood sistemi içinde bile ortaya koyabileceğini  göstermiştir. (Serpil Boydak-Türk Sinemasında Bağımsız Yapım Süreci ve Reha Erdem Yüksek Lisans Tezi- İstanbul 2006 s.7) 1940’lı   yıllarla   birlikte   özellikle  de   2.  Dünya Savaşından sonra kültürel yapının değişmesi ve sinemanın sadece stüdyolardan ibaret olmadığı bu biriktirme evreninde yazılabilecek çok şey olduğunu düşünen yönetmenler stüdyo sisteminde olup da ideolojini haksız savunuculuğunu yapmak yerine, daha bireysel ve bağımsız filmler yapmak durumunda kaldılar. Görüldüğü üzere filmlerde bireysele yönelme Türkiye üzerinde 12 Eylül sonrası ortaya çıkarken dünyada 2. Dünya Savaşının hemen ertesinde çıkmıştır. Bu yolla insan varlığının, iktidarlar tarafından yönlendirildiği durumlarda ne gibi durumlara başvurmak durumunda kaldığı açıkça anlaşılıyor.

Tabi ki Hollywood’un bu zengin üretim ve dağıtım pazarını etkileyen şey sadece aleyhine açılan davalar değildi aynı zamanda patlak veren savaş Hollywood stüdyo sisteminin gücünü aldığı, beslendiği kaynaklar, denizaşırı ticaret yok olmak üzereydi. Hollywood halen gelirlerinin üçte birini denizaşırı ticarette elde etmesine rağmen… Yine bu dönemde Amerika faşist iktidarlara yönelik yaptığı filmlerle dikkatleri üzerine çeker. Chaplin’in The Great Dictator’ı bunlardan biridir.

Yaşanan gelişmelerle birlikte 1938’de oyuncular birliği, 39’da  film yönetmenleri birliği ve en nihayet 40’de film yazarlığı birliği tanınarak bağımsız sinema üzerinde önemli bir ivme kazandırılmış oluyordu. Bu birlikler sinemacıların eserleri üzerinde ki yetkileri bakımından stüdyo sistemine meydan okuyordu. Savaş sonrası ortaya çıkan birçok etmende Hollywood stüdyo sistemine karşı saldırısını sürdürecek ve yavaş yavaş sistemin sona ermesini sağlayacaklardır. Kente göç, televizyonu hayatlarına girişi, Soğuk Savaş vb. olgular söylemek istediklerimizden sadece bir kaçıdır.

Stüdyo sistemini her ülkede parçalanmasının ayrı sebepleri vardı. Örneğin Almanya ve İtalya da, faşist dönemin devlet kontrollü yapılarının dağıtılmasının sonucuydu. Hindistan’da bağımsızlığın ve yeni bir girişimci sınıfın ortaya çıkışının birçok sonucundan biri olarak doğmuştu Nedenler farklı olsa da sonuçlar aynıydı; yapımcılık kalıbında değişim ve sinemacıların,  kendilerini hem yetiştiren hem de hapseden sistemden ayrılışı ve ya sistemin içinde daha fazla bağımsızlık elde edişi. Stüdyo sisteminin bu tür olumsuz yanlarının erken keşfedilmesine rağmen, bazı film türlerinin de kendi gelişimine neden olduğu bilinmesi lazımdır. Mesela Western türünde bir ulus inşasının sağlanmasının nedeni stüdyo sistemidir. Stüdyo sistemi ve türler dağıtım üretim, açısından birbirlerini tamamlamışlardır. Ancak gerçeklerin fark edilmesi ile birlikte özellikle 60lı ve 70li yıllarda da tür filmleri yapıldı ve stüdyo sistemini dışında anlatısı ile de bağımsız The Little Big Man farklı bir yapım olabilmeyi başarmıştır. Bu film   bir   nevi   40larda   ki   stüdyo   sistemine başkaldırının sonuçlarından biriydi. Belki de ürettiği en güzel meyve…

Kırklı yıllarda Hollywood stüdyo sisteminin çökmesi nedeniyle, bir film üretebilmek için bir araya getirilen ekiplerin dağılmasıyla bağımsız yapımlar ivme kazanır. Stanley Kramer’in “On The Beach”, “Judgement at NurembergOtto Preminger’in The Man With The Golden Arm” ve “Anatomy of a Murder” ilk ve en önemli bağımsız filmler olurlar.

Bağımsız sinemanın en önemli özelliklerinden birisi tröst sistemine karşı bir duruş geliştirmesidir. Çünkü bu düşüncenin özünde sabit ve kalıcı görünmek isteyen her şeye karşı anti-militarist bir tutum vardır. Bağımsız yönetmenler klasik anlatım biçimlerinin dışında kendilerine özgü bir tarz geliştirmişlerdir. Klasik yapım şirketleriyle çalışmamaktadırlar. Bu yönetmenler o ülkedeki popüler üretim biçiminin dışında kalırlar ve filmlerini yaparken klasik ekip anlayışları yoktur. Bağımsız sinema uluslararası destek, festivallerde kazanılan ödüller ve uluslararası seyirci ile yön bulmaktadır.( Reha Erdem ve Bağımsız Sinema sayfa 1)

Günümüzde endüstriyel üretim ve film yapımının bu kadar iç içe girdiği bir ortamda hangi filmin bağımsız yapılıp yapılmadığını değerlendirmek de zordur. Çünkü işin içine güçlü yapımcılar da girebilmektedir. Ama bağımsız sinemacıyı diğerlerinden ayıracak bir şeyin her zaman olması gerekmektedir. Bu da çoğunlukla anlatıdır. Her şey piyasadakine benzer yapılsa bile anlatılanların dönemin şok edici uyuşturucu ve insanları hissizleştirici tröst  sinemasından farklı olması gerekmektedir.

Anlatım: Günümüzde filmleri üretim ve tüketim dinamiklerinden ayrı değerlendirmenin çok zor olduğu bir gerçek, fakat bir filmi asıl bağımsız kılan özelliklerin biçime ve anlatıma dayalı olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. (Serpil Boydak – a.g.e s:5) Gerçekten de anlatımın ve üslubun değiştiği yerde filmler de değişir. Klasik Hollywood anlatısından uzak Cannes ve benzeri festivallerde yapıma değil “anlatıya” ödül verilmesinin nedeni de budur. Bağımsız sinemacıların çektikleri filmler de kendilerinden bir şeyler bulabilmek mümkündür. Herhangi bir şeye bağımlı olmadıkları için de fikirlerini rahatça aktarmaktadırlar. Bu yüzden tür seyircinin beklenti içinde ki seyircinin tanımına uymayan filmler yapabilirler. Ancak bu süreçte filmin yönetmenin acı bir son beklemektedir. Çünkü Hollywood tarzı filmlere alışan koşullandırılmış seyirci, yönetmenin kendi belleğinden ve dünyasından vermiş olduğu filmleri kendisine yabancılaştırır.

Ancak her yönetmen öncelikle kendi üslubunu hayata ve insanlara geçirebilmek için sistemin çarklarından geçmek durumundadır. Bugün aynı şeyi Reha Erdem için söyleyebilirken, yazmış olduğu senaryolarla Atıf Yılmaz ve Türk sinemasına çok şeyler kazandıran Ümit Ünal da, en anlamsız (içi boş, kof) deterjan reklamından tutunda, dizi yönetmenliğine kadar her şeyi yapmıştır. Maalesef sisteme karşı durabilmek için bir kez de olsa bile sisteme baş eğmek gerekmektedir. Yine Reha Erdem bir röportajında 3 kuruşa öğrencilere montaj yaptığını söyler.

Amerikan sinemasını dramatik örgüsünü genel olarak öyküleme üzerinedir. Filmde  yer  alan her şey öyküye  hizmet  eder. Karakter (gelişmiş  oyun   kişisi) yerine kahraman esasına dayalıdır. Bu iki ana özellik onu Avrupa sinemasından ayırır. (Serpil Boydak – a.g.e. s:9) Bağımsız filmler, seyirciyi salonu dolduran kalabalık, gişeye yansıyan numaralar olarak görmez; seyirciyle daha yakın bir ilişki kurup, aktif ve katılımcı bir izlemeyi sağlayacak seyirciye hitap ederler. Bu daha çok nitelikleri tanımlanmış, üzerinde tartışılan ve bir tür kamusal alan yaratma çabası taşıyan, üzerinde anlaşılmış meselelere bağı olan seyirciye yönelik filmlerdir. Kadınlar, işçiler, bir bölge, topluluk gibi politik, toplumsal ya da çevresel kaygı ve katılımları olan hareketlere bağlı insanların izleyicisi olduğu filmler olarak da görülebilir. (Serpil Boydak – a.g.e. s:10)

1959’da Fransa’da Jean Luc Godard Serseri Aşıklar”ı çekerken  ABD’de John Cassavetes Gölgeleri çekmektedir. Böylece Atlantik’in iki yakası yeni bir sinema anlayışıyla bir araya gelmektedir. Birine Yeni Dalga, diğerine Bağımsız Sinema tanımı yapar o günün sinema yazarları. Cassavetes’in asıl önemi, 1961’de Hollywood sermayesinin dışında, “sokağa çıkarak”, bir tür “sinema-gerçek” yöntemiyle ve tümüyle amatör oyuncularla yaptığı “Gölgeler – Shadows” filmi olmuştur. Küçücük bir bütçeyle 16 mm. olarak çekilen, “Gölgeler”, Amerikan sinemasında bir dönüm noktası olmuştur. Görüldüğü üzere bu film bir ilktir. Stüdyo sisteminin dışında çekilmiştir ve gerçek hayat ile doğrudan bir ilişkisi vardır. Miramax, 1993 yılında 75 milyon dolara Disney’e satılana kadar bağımsızların göz bebeği ve umudu olur. Eskinin radikal bağımsız şirketi Miramax satıldıktan sonra aile filmleri çeken, suya sabuna dokunmayan bir şirket olur. Amerikan Bağımsız sinemasının merkezi olarak bilinen ve her sene ilk filmleriyle katılan yeni yetenekleri dünya sinemasına kazandıran Sundance Film Festivali her yıl yaklaşık 15 binden fazla sinemacıyı Park City kasabasına taşımaktadır. Bağımsız Amerikan sinemasının 80 ve 90’lar  boyunca öncülerinden olan John Sayles, Sundance Film Festivali’nin yönetmenler için baskı yarattığını belirtiyor: “İyi olan şey ki bu sadece Sundance sayesinde olmadı, teknolojik gelişmeler bir şekilde herhangi birinin film çekmeye başlamasını çok daha olanaklı kıldı. Ortam eskisinden çok daha demokratik ve biri çıkıp kolaylıkla anlatmak istediği hikâyeleri film formatına aktarabilir. Değişmeyen şey ise, halen bu tür filmleri programlarına alan çok az sinemanın olması. Yani ortada çok fazla rekabet var, fakat ne yazık ki bu rekabet sadece birkaç gösterim için. Bunun olumsuz yönü de, ilk filmiyle dikkatleri çeken  birinin bir sonraki filminden büyük bir gişe başarısı beklenmesi ve bu yüzden de yönetmenlerin baskı altında olması. Benim zamanımda ise doğru düzgün gişe yapmayan iki-üç film üst üste çekilebiliyordu ve bunlar büyük başarısızlıklar olarak nitelenmiyordu. Bu yüzden Sundance’teki kamuoyunun ve endüstrinin yarattığı baskı yönetmenler için talihsiz bir şey. Çünkü üzerlerinde başarıya yönelik büyük bir baskı var. Ama tabii benim zamanıma göre olanakların   daha fazla olması olumlu bir şey.”

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiaralik2009

Bunu paylaş: