Yaprak Basan*
1950’li yıllardaydı; Mustabey Caddesi, İzmir. İki kaldırımda sıradan dut ağaçlarının dalları birbirlerine kavuşmakta ve güzelim bir kemer meydana getirmekteydi. Yemyeşil, tertemiz… Ağaçlar erkek, meyve vermez cinsten… Mustabey Caddesi’ne muhteşem bir görüntü ve sıcak İzmir’e de harika bir gölgeli, serin, yürünebilecek bir yol arz etmekte. Bu dediklerim, bahar ve yaz ayları tabii ki…
Bizler 16-18 yaşlarında kızlı erkekli grup, altı yol ağzında toplanır; muhabbete dalardık. En çok sevdiğimiz son bahardı; hani yaprak dökümü mevsimi… Dut ağaçlarından süzülen yapraklar yere dökülür ve oracıkta kururlardı. İşte o zaman Yaprak Basan diye adlandırdığımız kişinin işten dönmesini beklerdik. Adamın bütün zevki kuru yapraklara basıp, ‘krack’ diye çıkan sesi duymaktı. Her ‘krack’ diyen yaprak, bizim Yaprak Basan’ın yüzündeki ifadeyi değiştirir ve sanki zevkten dört köşe olan bir insanın ifadesi belirirdi yüzünde; sevişmeden sonraki bir adamın yüzüydü bu yüz… Bizler de bunu seyretmeyi severdik. Normal olarak Yaprak Basan karşı kaldırımdan yürürdü. Bizse saatlerini bilir ve kuru yaprakları kaldırıma zig zag halinde yerleştirirdik. Yaprak Basan, bir yapraktan bir yaprağa zig zag yapa yapa yürür ve bizler de oturup, gülerek onu seyrederdik. O sanki hiçbir şeyin farkında değilmişçesine ‘krack, krack, krack’ yaptıra yaptıra geçer giderdi evine doğru.
Onlu yaşlardaki bizler yavaş yavaş büyüdük, askere gittik ve dönüşte artık hayatla karşı karşıya kalmıştık. Yaprak Basan’ı unutmuştuk bile… Arkadaşların bazıları doktor, bazıları mühendis, serbest meslek sahibi veya ticaretle uğraşmaya başlamıştı. Bazılarımız artık İzmir’i terk etmiş; şansını dünyada aramaya başlamıştı.
Yani, Mustabey altı yol çocukları çoktan dağılmıştı…
Gruptan beş kişi İsrail’e göç etmiş, İzmir’de beş kişi kalmıştı. Oysa on altı kişilik koca bir gruptuk. İsrail’e taşınan arkadaşlarımızdan biri, en küçüğümüzdü; on dört yaşlarındaydı ve hayatına Dorot adlı kibutzta* devam etmek istedi. Orada gençlik kolu vardı; yarım gün ders, yarım gün de fiilen çalışmak vardı. Kibutzta arkadaşımıza ‘Turki’ lakabı takılmıştı. ‘Turki’ yani, Türk. Turki yavaş yavaş grubun başkanı olmuştu ve kibutzun eskileriyle yapılan konuşmalarda gençlik grubunu temsil etmeye başlamıştı. Sabahları süt sağıyor, öğleden sonra okuyor ve gece de eğleniyordu. Süt sağma o yıllarda elle yapılıyordu. Güzelim siyah-beyaz Hollanda inekleri, Dorot kibutzunun medari iftiharıydılar ve günde 80 litre süt verenler vardı. Turki’nin en sevdiği ineğin adı ‘Poria’ydı. Ufak memeleri olan bu hayvan, sağılması çok zor bir hayvandı; ama Turki ile Poria iyi arkadaş olmuşlardı bir kere… Turki ata binip inekleri meraya çıkardığında Poria da atın hemen yanında veya arkasında bitiverirdi. Turki’nin her “bouu, bouu”deyip, inekleri yürümeye teşvik ettiğinde “muu, muu” diye ilk cevap veren Poria olurdu.
Turki büyüyordu, yaşı neredeyse on yedi olacaktı. Kibutztan ayrıldı ve Afula adındaki şehre gitti. Orada İsrail Hava Kuvvetleri’nde yeni açılan uçak makinistliği kursuna yazıldı. Amacı, on sekiz yaşında askerliği başlayana dek uçak makinisti olabilmek ve aerodinamik bilgisi sayesinde belki de, pilot kursuna kabul edilebilmekti. İki senelik kurs, Turki için çok başarılı olmuş ve kursu ikinci sınıfta, uçak makinisti olarak bitirmişti. Normal olarak üçüncü sınıfı bitirenler makinist olarak çıkabilirlerdi. Yaş on sekize geldiğinde ve askere alındığında uçak makinistliği görevine atanmıştı. Pilot olmak için müracaat etmiş ve müracaatı kabul edilmesine rağmen altı aylık eğitimden sonra kursu terk etmek mecburiyetinde kalmıştı. Yeni çıkan emre göre Turki’nin lise diploması olmadığından kurstan azledilmişti. Yine uçak makinistliğine döndürülmüş ve subay kursuna yollanmıştı. Şimdi bir teğmenimiz vardı. Uçaklar o zamanlar Spitfire ve Amerikan malı Mustang’lerdi. Spitfire bu güne dek uçan uçakların en iyisiydi. Turki’ye sorsanız, bir de Dakota’lar, en iyiler arasındaydı; yıldız tipi motorlarının yaptığı gürültü ve manuel olarak uçma mecburiyeti, bu uçakların pilotlarını çok yorardı.
Aradan yıllar geçti ve Turki, birkaç savaşa katıldı. Uçakların bakımı için gece gündüz çalışmak vardı. “Uçaklara ne kadar çok sorti yaptirabilirsek, o kadar mutlu hissederdik kendimizi.” diye anlatırdı Turki. Yaşı otuz iki olunca tanıdığı bir kızla evlendi. Kız, İstanbul eşrafındandı ve babası büyük bir fabrikanin sahibiydi. Önce üç ortak olarak işe başlamışlar; sıfırdan başlayan fabrika büyüdükçe ve fabrikalar yavaş yavaş eklenince, arkadaşlık lafta kalmış. Böylelikle iki kardeş olan Tatarlar, Yahudi’yi ortaklıktan çıkarmışlar; “Biz Araplarla calışmak, onlara mal satmak istiyoruz; firmada Yahudi olması bizi kara listeye koyar.” gerekçesini de sunarak.
Turki’nin kayınpederi hakkının çeyreğini bile alamadan ayrılmak mecburiyetinde bırakılmış. Nasıl mı? Mesela fabrika binası bir milyon Dolar üzerinden satışa çıktıysa, onun hakkı defterlerde yazılı olan üzerinden verilmiş. Yani, defterlerde amortismanlar yüzünden bir milyondan yüz bin Dolar’a inen binanın değerini o şekilde saymışlar. Bir de üstüne, “Bizimle uğraşma, milyonlar sarfeder ve seni meteliksiz bırakırız.” diye tehdit de etmişler. Kayınpeder bu kadar olayın ardından, tek kızının evlenmesiyle beraber İsrail’e taşınmış. Karısının ve kendisinin rahat bir ihtiyarlıkları olmuş. Turki’nin kayınpederi 98 yaşında, kayınvalidesi de 84 yaşında kanserden vefat etmiş.
Turki, kayınpederi 93 yaşındayken almış adamı ve çok sevdiği karısıyla da beraber Taipei’ye uçmuşlar. Çinliler için doksanın üstündeki bir adamın başını öpmek büyük şans getirirmiş. Otelde kayınpederin yaşı hemen etrafa dağılmış ve gelen giden kızlar hep adamın başını öper olmuşlar. Turki’nin kayınpederi zevkten dört köşe olmuş. “Yahu” demiş kızına, “Söyle damada da buraya yerleşelim.” deyip dururmuş. Oradan Hongkong’a uçmuşlar ve New World Hotel’e yerleşmişler. Kayınpeder beyin ünü hemen orada da yayılmış ve tek kişilik oda fiyatına suit vermişler adama. Turki ve karısı, babalarının ne kadar sevinçli olduğunu görüp mutlu olmuşlardı. Geri döndüklerinde Turki’yi bekleyen sürpriz, Yarbay rütbesinin kendisini beklemekte olduğunu öğrenmesiydi. Yeni görevi de gayet ehemmiyetli bir görevdi. Ailecek sevinmişlerdi. Turki, aldiği emirle üç ay evden uzaklara gitmişti. Nereye gittiğini karısına bile söyleyememişti; yasaktı. İki ay sonra karısı, Turki’nin yaralı olduğunu ve askeri hastahanede yattığını; Turki’nin kahraman olduğunu ve karnından yaralandığını eve gelip haber veren subaydan öğrenmişti. Kadın hemen giyinip subayla hastaneye koştu. Turki yatakta, birçok cihaza bağlıydı. Gözleri kapalıydı ve etrafinda olan bitenden haberi yoktu sanki… Karısı hemen Turki’nin kulağına eğilip, “Aşkım benim, korkma ben buradayım; artık sana hiç kimse bir şey yapamaz.” deyip onu öpüyor, saçlarını okşuyordu. Turki, elini kımıldatıp karısının elini tutmaya çalıştı. Hemşire hemen doktoru cağırdı; bu, Turki’nin hayatta kalacağına ilk garantiydi sanki. Çağırılan sağlık ekipleri, Turki’nin karısına, “Lütfen konuşun onunla, hayata döndürün onu; size ihtiyacı var.” diyorlardı. Kadın gülümsedi ve “Merak etmeyin beyler… Benim Turki’mi kimse benden alamaz; ben buradayım artık.” dedi. Kadın, iskemleye oturup devamlı olarak Turki’ye bir şeyler anlatmaya başladı; okşuyordu, seviyordu, fısıldıyordu… Doktorlar, kadının Turki’yi hayata döndüreceğini iddia ediyorlardı.
Bütün gece baş ucundan ayrılmadı. Bütün gece ona şarkılar söyledi, hikayeler anlattı. Sabah saat altıya doğru birden Turki gözlerini açtı ve “Sen ne tatlı kadınsın sevgilim. Bütün gece yanımda şakıdın. Cevap vermek istedim ama, yapamadım. Yine de bak ben buradayım; sen sakın üzülme” diyebildi. Beeper’ın sesini duyan doktorlar odaya koşmuştu; Turki komadan çıkmıştı artık… Herkes gülüyor, birbirine sarılıyor ve Turki’ye bakıyordu.
Eve döndüklerinde Turki, karısından bu konuda kendisine hiçbir şey sormamasını istedi. Aradan geçen zaman içinde Turki yavaş yavaş karısına bütün hadiseyi anlatmıştı. Evet, liyakat madalyası almıştı ve Turki, albay olmuştu. Yaşı ellilerdeydi artık ve bu rütbeyle askerden terhis oldu.
34 sene sonra İzmir’e gitmeye karar verdi ve her zaman temasta olduğu grubun arkadaşlarıyla buluşma toplantısı yapılmasına karar verildi. 14 Eylül günü toplandıklarında ağaçlardan yaprak dökümü başlamıştı. Bir alay ellili altmışlı yaşlarında insan, karşıdan Yaprak Basan’ın gelmesini bekliyordu ama, Yaprak Basan gelmiyordu. Yapraklar oradalardı ama, Yaprak Basan yoktu. Birbirlerine baktılar ve hep beraber yapraklara basa basa, ‘krack’ seslerini duya duya Havra’ya doğru yürüyüp Yaprak Basan’ın hatırası önünde eğilerek ona Fatiha okudular.