27 Mayıs ve Sinema*
Askerin yapacağı her müdahale kötü müdür? 27 Mayıs 1960 ülkemizde darbeler çağını açtığı için kötülerin kötüsü müdür? Bırakın desteklemeyi, olumlu taraflarını ortaya çıkaranlar “aşağılık darbeciler” midir? Bu gibi soruları uzayıp gidebilir. İki kesimden duruma bakılabilir, biri müdahaleye maruz kalan ve liderleri idam edilen taraf; ötekiyse müdahaleyle indirilen iktidarın yıllar boyunca zulmüne maruz kalan taraf. Bir taraf, ne yaptıysa yapmış olsun Adnan Menderes ve arkadaşların idam edilmelerinin 27 Mayıs’ı suçlu yapmaya yeteceği görüşündedir. Diğer taraf idamların yanlışlığını kabul etmekle birlikte Menderes iktidarının sivil diktaya dönüştüğünü, baskıcı gücüyle çiçeği burnunda demokrasiyi rafa kaldırdığını, bu yüzden de askerin artık var olmayan demokrasiye müdahale etmediğini, tam tersine demokrasiyi inşa ettiğini söylemektedir.
Her iki görüşün de haklı olduğu yerler var. Şartlar ne olursa olsun bir insanın canına kıymak kabul edilebilir bir durum değil. Her ne kadar 27 Mayısçılar arasında tek bir oy farkla bu karar çıkmış olsa da idam, kabul edilemez. Öte yandan sadece idamları konuşup Menderes’in yaptıklarını görmezden gelmek ne kadar samimidir? Devletin kuruluş felsefesiyle daha ilk günden çatışma içinde olmak, ilk icraat olarak ezanı tekrar anlamadığımız dile çevirmek, toprak reformunu engellemek, Köy Enstitülerini ve Halk evlerini kapatmak “Demokrat Parti” adıyla yeterince ters düşmektedir. Fakat bu yetmezmiş gibi muhalefete oy veren Kırşehir’i ilçeye dönüştürmek, Malatya’yı ikiye bölmek, muhalefet lideri İsmet İnönü’ye linç girişimlerini örgütlemek, halkı Vatan Cephesi ve ötekiler diye ayrıştırmak, gayri Müslimlere 6-7 Eylül olaylarında haince saldırıları düzenlemek, basın özgürlüğünü tümüyle rafa kaldırmak, muhalefet partilerinin malvarlıklarına el koymak, meclise bile danışmadan ülkeyi NATO üyesi yapıp batının kucağına tümüyle oturtmak, 1957 seçimlerinin sonuçlarına bariz müdahale etmek, oy yüzdesi olarak iktidarı garantileyen muhalefet partilerinin koalisyonuna yasak getirmek demokratlığın ne demek olduğu hakkında soru işaretleri getirmekte. Son olarak öğrencilerin öldürülmesi ve muhalefet partilerini kapatmak üzere kurulan, tüm yetkileri tek elde, tek partide toplayan Tahkikat Komisyonu’nun kurulması demokrasiye, çağdaş ve çoğulcu yönetime inanan hiçbir aklıselimin savunabileceği şeyler değillerdir. İşte günümüzde “Demokrasi Yıldızı” haline getirilen, uçak kazası sonrası kendisini “Mesih” ilan eden Adnan Menderes’in siyasi yaşamının yıldızları!
Tüm bunlara karşın askerin müdahalesi doğru muydu? 27 Mayıs olmasaydı ilk seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidara geleceğine kesin gözle bakılıyor ancak diğer bir ihtimal, bu partinin kapatılmış olacağı ve ülkede seçime “tek parti” olarak DP’nin girebileceği de unutuluyor. 27 Mayıs’ın ülkemiz ve dünyada alışılageldik askeri darbelerden farkları var. Örneğin müdahale subaylar hatta yüzbaşılar tarafından örgütlenmiştir, müdahale halkı coşkuyla sokağa dökmüştür, yine diğer darbelerin tersine 27 Mayıs’ta CIA’in bilinen bir desteği yoktur. NATO ve CENTO’ya bağlılığını ilk başka ilan eden 27 Mayıs’çılar dış politikanın daha bağımsız olması için hamlelerde bulunmuşlardır. Örneğin Sovyetler Birliği’yle Atatürk döneminden sonra ilk kez anlaşmalar imzalanmaya başlamıştır. Diğer darbelerin aksine 27 Mayıs’çılar iktidarı en kısa sürede bırakmayı hedeflemişlerdir ve anayasa yapma işini bu işi bilenlere bırakmanın yanında kurucu meclise gayri Müslim yurttaşlarımız, işçi ve köylüler dâhil toplumun tüm kesimlerini davet etmişlerdir. Bu toprakların gördüğü tartışmasız en demokratik, en özgürlükçü ve en çağdaş anayasayı Cumhuriyetimize kazandıran ne ilginçtir ki askerler olmuştur(elbette 61 Anayasası’nı oluşturan metnin 1959’da CHP’nin yayınladığı “İlk Hedefler Beyannamesi”yle neredeyse aynı olduğunu hatırlamak gerekir). Günümüzün ateşli liberal demokratlarının bu kadar çileden çıkması da belki bundandır. Tüm askeriyeyi 12 Eylülcü zannedenler işçiye grev hakkını, toplusözleşme, sendikalaşma hakkını, ideolojileri özgürce dile getirme hakkını, sivil toplumunu çağdaş bir şekilde ortaya çıkmasını sağlayan bir “darbeyi” elbette zihinlerinde canlandıramazlar. Askeri katı devletçi, statükocu olarak gören gençler ve onların çürümüş fikir önderleri 27 Mayıs’ın üniversitelere, TRT’ye, yargıya devlet karşısında özerklik tanıdığını algılamakta elbette güçlük çekerler. Seçim sisteminin, temsilin yüzde yüze varmasını sağlayanlar da yine 27 Mayısçılardır. Türk solunun önünü açan anayasa değişiklikleriyle birlikte demokrasi tarihimizin yüz akı Türkiye İşçi Partisi işte bu barajsız temsil sisteminde 15 milletvekilini meclise gönderebilmiştir. DP’nin devamı Adalet Partisi’nin tüm gericiliğine ve fiziksel saldırılarına rağmen sosyalizm TBMM’de dile getirilmiştir. 27 Mayıs’ın baskın eğilimini, ruhunu anlamak için müdahalenin önde gelenlerinden Orhan Erkanlı’nın sözlerine göz atmakta fayda var: “Demokratlar, ekonomik ve toplumsal alanlarda ülkeyi bir felaketin eşiğine getirdiler. On yılda dünyanın en yoksul ülkelerinden biri hakine geldik. Milli Birlik Komitesi, toplumsal adaletle uyuşmayan ve herhangi bir beden ya da kafa emeğinin sonucu olmayan her türlü geliri hukuk dışı sayar. ‘Her mahallede 15 milyonere karşı 1500 aç insan’ nakaratını artık duymak istemiyoruz. Sermaye ve emek arasında mutlaka bir denge kurulmalı.” [Aslı Daldal, 1960 Darbesi ve Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik (İstanbul: Homer Yayınları, 2005) s. 80.]
Bunca siyasetin arasında sanata, sinemaya ne kadar yer kaldı peki? Sansürleri yeni anayasaya karşı gelerek uygulamayı sürdüren özgürlük düşmanı savcıları saymazsak yıllar boyu yasaklı kalmış eserlerin çevirileri bu dönemde yapılmıştır. “Vatan Haini” büyük ozanımız, yurttaşımız Nazım Hikmet’in dizeleri yine bu dönemde basında yer alabilmiştir. Gerici saldırılara ve bu saldırıları onların yanına bırakan AP’nin “demokrat” iktidarına rağmen 60lı yıllarda tiyatro ve sinema eleştirel, politik ve sınıf siyasetini işleyen sol yapıtlar ülkenin hemen her yerinde sahnelenmiştir. Sinemada Toplumsal Gerçekçilik akımını, Türk Sinematek’inin kuruluşunu, Yılmaz Güney’in devrimci sinemasını 27 Mayıs’ın özgürlük ortamında ayrı düşünebilir miyiz? Şimdiki sözde özgürlükçü ortamda asla çekilemeyen filmlerin 60larda beyazperdede boy göstermelerini neyle açıklayabiliriz? Sinemamızın altın çağı olarak adlandırılan o yıllardaki büyük atılımını, muhalif sinemanın yükselişini sanatçılarımızın dehasıyla birlikte 27 Mayısçıların özgürlükçü, ilerici tavırlarında da aramak gerekir. Fakir Baykurt’un büyük ses getiren unutulmaz romanı Yılanların Öcü’nü, gericilerin türlü saldırısına rağmen beyazperdeye aktaran yönetmen Metin Erksan’ın yapıtını sansürcülere karşı bizzat koruyan ve gösterime girmesinde katkı sağlayan kişinin 27 Mayıs’ın bir numaralı ismi, cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olması sizce de çarpıcı değil mi? Gürsel’in filme ilgili Erksan’a söyledikleri de bir o kadar önemli: “Filmi çok beğendim. Memleketin bize kapalı kalmış gerçeklerini çok iyi aksettirmişsiniz. Köylerimiz hakikaten böyledir. Hatta gerçek buradakinden çok daha acıdır. Siz bu gerçeği biraz yumuşatmış ve cilalamışsınız. Bizim memlekette eskiden beri her türlü meselelere, bilhassa köy meselelerine karşı bir münevver taassubu vardır. Bunlar gerçeklerin örtülü kalmasını isterler; gerçekler söylendiği zaman bağırır çağırırlar. Hâlbuki bu gerçekler kapalı kaldığı müddetçe; görülmediği, teşhis edilmediği müddetçe tedavisi de mümkün olmaz…”
Ülkesinin sanatçılarını ve yapıtlarını, gericilere karşı bizzat koruyan bir cumhurbaşkanı, sırf sivil değil de asker diye lanetlenmeli mi? Bu sözleri sivillerimizden duyabildik mi acaba? 27 Mayıs’ın iktidar tarafına söz verdikten sonra şimdi dönemin sinema dünyasındaki önemli isimlerinin sözlerine göz atalım dilerseniz. Ulusal sinema akımının önde gelen ismi, sinemamızın en büyük yönetmenlerinden Halit Refiğ, 27 Mayıs ve sinema üzerine bakın neler demiş: “… 1961 Anayasası, yeni kurulan siyasi partiler ve seçimler toplumumuzun çeşitli meselelerine göre değişik görüş açılarından bakmaya uygun bir ortam yarattı. 27 Mayıs ertesinin meydana getirdiği bu siyasi canlılık sinemada da etkisini göstermekte gecikmedi. Zaman zaman ‘toplumsal gerçekçilik’ diye tanımlanan, toplumumuzun yapısını, bu yapı içinde çeşitli katlardan insanların birbirleriyle münasebetlerini anlatmaya çalışan bir akımın doğmasını sağladı…” (a.g.e. s.27) Dönemin önemli senaryo yazarlarından, halen yazım hayatında üretimini sürdüren değerli aydın Vedat Türkali ise 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlüğe, demokrasiye sinemacıların nasıl sahip çıkacağı konusunda şunları söylüyor: “Bizim o zaman yapmaya çalıştığımız bir şey oldu… O da Türkiye’nin demokratikleşme sürecine katkıda bulunmaktı. Ve yığınlara belli bir demokratik mesaj vermekti. 27 Mayıs belli yasalar getirdi. Ama halk daha bu yasaları benimsemiş değildi. Mesela sendikalar yasası. Çoğu, benzer ülkelerden benzer yasaların getirilmesi biçiminde oldu. İşçi sınıfı bunları, Batı işçi sınıfının kanlı mücadelelerle elde etmesi biçiminde elde etmedi. Bu gelen kanunların hayata geçirilmesini sağlamak için sinemacılara düşen bir görev vardı. Ben genellikle filmlerimde bunları yapmaya çalıştım. Demokratik haklara sahip çıkılmasını savundum.”
Anayasa tartışmalarının sürdüğü şu günlerde, hayalimizdeki anayasa taslağının da ötesinde bir metni bu ülkenin gördüğünü, yaşadığını hatırlamak daha da önem kazanıyor. 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonrası bunu gerçekleştirenin, Türkiye’yi en demokratik, özgürlükçü hale getirenin askerler olması konuya bakışımızı değiştirmeli mi? Portekiz’de faşist Salazar diktatörlüğünü Karanfil Devrimi’yle sonlandıran subaylara kötü mü demeliyiz sırf asker oldukları için? Her olaya, yapılan her eyleme hangi meslek grubunun ürünü olduğuna bakarak önyargılı mı olmalıyız? Örneğin bir imam tartışmasız gerici midir? Eğer öyleyse 1960’larda Türkiye İşçi Partisi Muğla il başkanlığı yapan “aydınlanmanın imamı” lakaplı din görevlisi İbrahim Mersin’e ne demeliyiz? 27 Mayıs sadece siyasal anlamda değişimler getirmekten öte sanat ve düşün dünyasına da katkılar sağlamıştır. 27 Mayıs sayesinde beyazperdede işçiyi, köylüyü gerçekçi olarak gördük, solu sinema salonunda izleyebildik. Yılanların Öcü(Metin Erksan, 1962), Susuz Yaz(Metin Erksan, 1963), Şafak Bekçileri(Halit Refiğ, 1963), Suçlular Aramızda(Metin Erksan, 1963), Gurbet Kuşları(Halit Refiğ, 1964), Bitmeyen Yol(Duygu Sağıroğlu, 1965), Karanlıkta Uyananlar(Ertem Göreç, 1965) ve hatta Umut(Yılmaz Güney, 1970) bizlere 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlükçü ortamın eşsiz armağanlarıdır.
Yazımızın başında sorduğumuz soruları tekrarlayalım; askerin yapacağı her şey kötü müdür? 27 Mayıs ülkemizde darbeler çağını açtığı için kötülerin kötüsü müdür? Bırakın desteklemeyi, olumlu taraflarını ortaya çıkaranlar “aşağılık darbeciler” midir? 27 Mayıs’ın getirdikleri üstü örtülmeye, tartışmasız yanlış olan idamları öne sürerek silinmeye çalışılsa da ortadadır. 27 Mayıs’ı gerici, faşist bulanlara cevabı dünyaca ünlü Marksist düşünür Eric J. Hobsbawn makalelerinde veriyor aslında. 1967’de kaleme aldığı yazısında Hobsbawn askeriyenin, ordu biriminin devrim karşıtlığını, gericiliğini örneklerle anlattıktan sonra yazısına “Her şeye rağmen, az da olsa ele alabileceğimiz sahiden yenilikçi askeri rejimler vardır. Nasır yönetimindeki Mısır ve 1960’dan bu yana Atatürk’ün Türkiye’si böyle örneklerdir.” [Eric J. Hobsbawn, Devrimciler, çev: Hatice Pınar Şenoğuz (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2005) s. 216.] diye devam ediyor. Daha fazla söze gerek var mı?