Bir “Tüketim Toplumu” Hikâyesi*
Karanlık birden aydınlanır. Kısa boylu tıknaz gencin yansıması görülür suyun üzerinde. Gün yeni batmaktadır. Etrafta sadece sessizlik, kuş cıvıltıları ve sakince akan bir derenin sesi duyulur. Genç adamın elinde dünden bir ahbabı ile takas ettiği bir eşya vardır. Genç adam elinde bu kupayı andıran cismi çevirip durmaktadır. Uzakta yeni belirmeye başlayan konutları, ışıkları seyre dalar kim bilir orada burada olmayan ne çılgınlıklar yaşanacaktır diye düşünür. Yoksuldur iç çeker, üstü başı yırtıktır. Derken sesler yakınlaşır ışıklar göz kamaştırıcı bir panayıra dönüşür. Deniz suyu çekilir, ellerinde teknolojik aletlerle devasa makinelerle, yabancılar gelir bu sakin kasabaya; önce evler, sonra alışveriş merkezleri dikerler. Yeni yerleşim birimleri kurarken bir yandan da gülerek eğlenerek kimseyi kırmadan çalışmaktadırlar. Kimse bir şey demez ilk başta, hayran hayran seyreder. Genç adam korkar saklanmak için kuytu bir köşeye çekilir. İri yarı Adamların kendisini yakalayıp zarar vereceğini düşündüğü anda yanına huri kadar güzel genç kızlar gelir. Yaşamı boyunca isteyip de elde edemediği her şeye, hatta kendilerine bile sahip olabilmesinin bir yolu olduğunu söylerler. Elinden arkadaşı ile takas ettiği nesneyi alırlar. Ona bir ayna verirler, bu ayna genç adamda ki değişimi gözler önüne sermek ve arzuları gerçekleştikçe değişen İmgesini tanımasına yardımcı olmak içindir. Genç adam ilk başta irkilir. Ancak bu anlaşma sonucu sahip olabileceklerini göz önüne getirince hemen kabul eder. Aynaya baktığında artık kendisini az önceki kadar beğenmediğini fark eder. Hemen saçlarını kestirir, vücudundan yağ aldırırır, yeni kıyafetler alır, güzel kremler sürünür, buda yetmez kendisine ev alır, araba alır. Bir giydiğini bir daha giymez olur… En güzel partilere ev sahipliği, en önemli toplantılara baş konuşmacı olarak katılır. En önemli kitapları okumamış, en nadide sanat eserlerini incelememiş, en güzel besteleri dinlememiş olmasına rağmen hepsinden yetecek kadar bilmekte olduğunu fark eder. Ama bunun nasıl olduğunu merak bile etmez. Tüm televizyonlar ondan bahseder, haberlere bile çıkmaktadır. Etrafı hiç tanımadığı Yunan tanrıçalarıyla dolmuştur. Geriye Olympos dağının zirvesinde ki ateşi yakmak kalmıştır. Kısacası tam istediği şey olmuştur. Arzuladığı her şeye sahip olmuştur. Bir zaman sonra genç adam bu curcunanın içinde eski sessizliği ve sakinliği özlemlediğini hisseder Oysaki arzu ettiği her şeye sahip olmuştur, kafası görünmeyecek biçimde derin bir zenginliğin içine gömülmüştür. Buna rağmen hiçbir zaman dışarıya kabarcıklar çıkmasını engelleyemez, suya batmışçasına… Bu arada ayna da ki imgesi gitgide değişmektedir. Silikleşmeye başlar Genç adam eski sessiz kasabasını özlemektedir. Ama sistemin dışına çıkması imkânsızdır. Tüketim sistemi her şeyiyle onu sarmıştır. Sahip olduğu holdingin en üst katından bir müddet aşağıya doğru bakar, karınca gibi gördüğü insanlara kusmak ister tüm zehrini, durur gözlerini kapar ve bir daha bakar önce sakin bir deniz sonra da bir gün suyun yüzeyinde yüzünün aksini tekrar görebilmek umudu ile…
Bu kısa hikâyenin kahramanının yüzünün aksini suyun yüzeyinde görüp göremeyeceği tam bir muammayken Amerika’nın ve Batı uygarlığının tamamının içinde yaşadığı modern dünya her geçen gün böyle kahramanlar üretmeye devam etmektedir. Bu kahramanlar sistem ideolojisini kendi üzerlerinden yüceltilirken tükettiklerinin kendi hayatı olduğunun henüz farkına varmamışlardır. Bildiğimiz modern toplum ve sistem ilişkisinin tohumları 19 yy sonlarında kapitalizm ile atılmaya başlanmıştır. Kapitalizm sözlük anlamıyla özel mülkiyetin üretim araçlarının ağırlıklı bir bölümüne sahip olduğu ve işlettiği; yatırım, dağılım, gelir, üretim ve mal ve hizmet fiyatlarının piyasa ekonomisinin belirlediği sosyal ve ekonomik sistemdir. Kapitalizm 19 yy sonlarında başlayan ve 20 yy başlarında tamamlanan süreçte serbest rekabet aşamasından emperyalizm aşamasına doğru bir evrim geçirmiştir. Sermaye merkezileşmiş ve yoğunlaşmış tekel olgusu ortaya çıkmıştır. Az gelişmiş ülkeler sanayileşmiş ülkeler için ucuz iş gücü ve hammadde kaynağıdır Max Weber püritenler tarafından yapılan biriktirme evresini kapitalizmin ilk evresi Fordist dönem olarak nitelendirirken, bu birikmenin yol açtığı yeni pazarlar ve kaynaklar bulma arayışına ise kapitalizmin ikinci evresi olan post-Fordist dönem adını vermiştir. Sanayi devrimiyle birlikte, insan hakları evrensel beyannamesinde de paylaşılan mutluluk kavramına erişebilmek toplumların ve iktidarların biricik amaçları arasında yer almıştır. Mutluluğa erişebilmenin yolu ise insan aklını rasyonel bir biçimde kullanmasından geçmektedir. Bundan böyle insanın doğa ve çevresi ile ilişkilerinde kendi yararına çıkarılabilecek düşünce egemendi. Örneğin ağaçtan mobilya yapmak, kömürü işlemek vb gibi. Sanayi devrimi öncesi toplumunun büyük bölümü kendi içinde maddi kapalı bir uygarlık oluşturan ve kendisinden başka her türlü düşünceyi ve kültürü dışlaştıran, ötekileştiren püriten düşünceye bağlıydı. Bu anlayış içerik olarak hazzın en yüce değer olduğu ve yaşamın temel anlayışının zevk peşinde koşmak olduğu hedonizm kavramına tezattır. Bu yüzden ilk dönem anlayışından farklı olarak kapitalizmin liberalizm aşamasında Sanayi Devrimi ile beraber gelen mutluluk kavramı ve buna paralel olarak gelen, tüm nesneler önünde ki eşitlik, arzu nesnesini gidermeye yönelik her davranış, dolayısı ile liberalizm, püritenler tarafından lanetlenmiştir. Bir bakıma bu tüketim ile birikim arasındaki savaştır da denilebilir. Püriten ahlak liberalizme karşıdır. 1930’larda gericilik yükselmiş ve püritenizm’e dönüş hayalleri kurulmaya başlanmıştır. Toplumun büyük bölümü birden değişen dünya sistemine karşı muhafazakârlığı korumak isterken, ekonomik unsurların zihniyete yapmış olduğu baskı yüzünden kültürel değişimler istenmeden de olsa gerçekleşmiş ve yeni bir toplumun temelleri atılmaya başlanmıştır.
1929 Ekonomik Bunalımı kitle iletişim araçlarını, medyayı ortaya çıkarmıştır. Ancak bu değişim çok yönlü değildir. Asıl değişimi görebilmek için 60’ların sonu ile 70’lerin başlarını beklemek gerekiyordu.1970’lerle birlikte ortaya çıkan cinsel özgürlük furyası ve üretim araçlarının yerine geçen tüketim araçları yeni sistemin irrasyonel mantığını gözler önüne sermekteydi. Artık yararlılık ve gereksinim ilkesi geri plana itilerek gereğinden fazla harcama yapılmaya başlanmış, püritenizm ile baskı altında tutulan ruhlar hedonizm ile birlikte dışarı vurulmuş ve insanın ne isterse ona sahip olması gerektiği vurgulanmıştır. Artık 40 çift ayakkabı alıp birini bir kere kullandıktan sonra kullanmamak önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda, günümüzde kendini sıfırdan var eden üretim kahramanlarının yerini zengin ve asil doğan tüketim kahramanları almıştır.
Tüketim Sisteminde gelenek devrimi olmamıştır. Oysaki sistem görünürde cinsel özgürlüğü, fikirleri söylen rahatlığını, toplumsallaşmayı ve demokratikleşmeyi getirdi gibi görünür ve bu düzeni tüm dünyaya yaymakta sakınca görmez. Oysaki 1960’larda ki devrim ve sonrasında gelen özgürlükçü anlayış, neo-liberal düzene doğru giden dünya anlayışında yok edilmek istenen ve ötelenmek istenen gerici püritenizmin sistemin tam göbeğinde çıktığına şahit olur. Bu durum topluma ve bireylere sonsuz fırsat özgürlüğü veren adalet mekanizmalarını herkese eşit olarak çalıştıran, püritenist bir sistem ile bu sistemi nasıl daha fazla sömürebilirim düşüncesinde olan ve bununla yatıp kalkan hedonist anlayışlı toplum tarafından yaşatılan süreçtir. Tüketim sistemi rasyonel bakış açısının sona erdiği bir sistemdir. Artık irrasyonel bir süreç yaşanmaktadır. Mutluluk kavramının devşirmece söylemi tüm insanların ihtiyaçlar önünde eşit olmasını sağlar. Bir kilo biftek almak isteyen herkes bunu rahatça yapabilirken, son model el yapımı bir arabaya binmek herkesin harcı olmamaktadır. Bu anlamda da sistemin ihtiyaçlara göre değil ihtiyaçlar sistemine göre yürütüldüğü belirlenir. Bu ihtiyaçlar sisteminin yaratan şey ise insanların maddi ve manevi arzularını giderme istekleridir. Bu arzuları giderme umudunu sistem toplumla yapılan anlaşmanın en başında vermiştir. Ancak her anlaşma eşit değildir. Anlaşma eşit değilse zaman ve ölüm önünde de eşitlik olması beklenemez. İhtiyaçlar istemini belirleyen ve bunu statüsel bir ayrım olarak yansıtan durum farkındalık ayrıcalıkları kavramıdır. Bu sistem içerisinde bireysel ve toplumsal ayrımlaşmalar olmaz. Tüm insanlar ihtiyaçlar önünde eşittir bu mutluluğu amaçlayan söylemlerdir. Hâlbuki ihtiyaç sistemleri önünde eşit değillerdir.
Tüketim toplumunda her eşya her nesne bir dil üzerinden tüketilmektedir. Göstergelerin kullanımı genellikle muğlâktır. Tüketim toplumunda ki insanlar eskilerinden farklı olarak, olayları siyasal ya da tarihsel bağlamından dışlayarak ele almaktadır. Tatmin ve hazzı sağlayıcı şekilde ele almaktadırlar. Modern insan, püriten etiğin tam tersine tüketime endekslenmiş insandır. İktidarların yönlendirmek istedikleri modern insan tipi de böyledir. Gerçek hayatında hiçbir toplumsal veya politik sürece katılamayan gerçek düşüncelerini felsefi platformlarda açığa çıkarmayan modern insan, tüketim toplumunun “bolluk demokrasidir” düşüncesine kurban edilmiştir. Bir nesneye ihtiyaç varsa o nesne önünde toplumsal ya da tarihsel eşitsizlik ilkesi yoktur, herkes eşittir. Bu bir bakıma göstergelerin mantığının da tarihsel, toplumsal bakımdan ele alınmadan tüketilmesine benzer. Her ikisi de tüketime dayalı olduğu için bir an önce yok edilmek istenir. Nesnenin önemi arzunun öneminden ve onun bağlı bulunduğu koşullardan geriye atılmıştır. Statü ve değerlere/imkânlara sahip olmak tüketim toplumunda eşitliğin göstergesiyken, bu ürünler önündeki eşitlik farkındalık ayrıcalıkları ile düzenlenmiştir. Bu ayrıcalıklar yukarıdan aşağıya doğru giden bir sınıflandırma içerir. Bir paket bulgur karsısında herkes eşitken yani onu alabiliyorken bir el yapımı arabayı herkes alabilecek gücü sahip değildir. Farkındalık ayrıcalıkları yalnız aynı toplum içerisinde yaşayan insanlar uygulanmaz. Uluslararası ithalat ve ihracat ilişkilerine de yansır. Özellikle bu ülkeler Batı dünyasının yabancılaştırarak dışladığı 3. dünya ülkeleri ise. Sistem kendi yarattığı arabanın sürümünün çoğunu Amerika’da satarken çok daha azını, değerlendirmek üzere diğer ülkelere gönderir. Burada ülkeler arasında ki ekonomik farkında önemi vardır. Ayrıca bu lüks ülkelerin ürünleri ülkemize daha sonra gelmektedir. Almanya’da çok bilinen bir çikolata markası Kinder Überauschug, ancak yıllar sonra Türkiye’ye gelmiştir. Böylelikle farkındalık ayrıcalıklarının içine zaman kavramı da girmektedir. Bir ürünün herkes için demokratikleşmesi beklemek için bir müddet daha beklemek gereklidir.
Kapitalizmin gerçek mantığında da zaten ayrımlaşma yoktur. İdeolojik çatışmalara, anlaşmazlıklar çatışmaların hepsi bir pota içinde eritilerek sunulur. Kapitalizm arzuyu doyurmaya yönelik sınırsız bir politika öngörürken komünizminde ihtiyaç kadar nesne alınmasına izin verir. Böylece komünizm toplumlarda artı bire olan özlemlenme daha çok artar, kapital sistemde ki bir bifteğin fiyatı herkesi için aynı iken bu sefer komünist toplumlarda bir fazla biftek ayrımlaşmayı gerçekleştirir. Toplumda bir diğer bakınma hayvanlardan kendisini ayırmak için bir fazla tüketmek ihtiyacında olan, bunun temelinde de Nietzsche’ye göre iktidar istenci bulunan insan komünist sistemde kısıtlanmış hisseder kendini. Bu yüzden tüm emeklilik planlarını ikinci bir ev alarak gerçekleştirmeye uğraşır. Komünist toplumlarda ki bu durum sıklıkla karaborsaya neden olur. Bunun tam tersine kapitalist toplum refah toplumunu sunar. Herkes mallar önünde eşittir ve parası yettiğince hepsini, ürünlerin demokratikleştiği her türlü imkânın sınırsız olduğu, gerçeğin yerine geçen fıskiyeleri ile ağaçları ile bezeli Parly 2 tarzı alışveriş merkezlerinden alır. Tüketici burada vitrinlerin olağanüstü çekiciliğine, parlaklığına ve ürünlerin oradan yansımasına kapılmıştır. Arzu edileni doyurmak için hep bir tane daha alır. Oysaki fetişist hale getirdiği ve her defasında kendisine bir şeyler katmak karakterini oluşturmak için çabaladığı bu ortamlarda her geçen gün kendisinden bir şeyler kaybetmektedir. En değerli tüketim nesnesi kadın bedeni ve sahip olunmak istenen gerçek bir karakterdir.
Bu döngü sonunda sistemin kendisini yok etmeye kadar varabilir. Aksi takdirde sistemin içinden kurtulmak imkânsızdır. Avrupa gibi toplumlarda sistemin dışına çıkabilmeyi başaran insanlara sistem tekrar onu sisteme katmak için belli yardımlara yapar. Örneğin Fransa gibi bir ülkenin toplumunda yaşayan birey, eğer kendisini toplumdan dışlamışsa sistem onu arar bulur ve ona geçinebileceği belli bir miktar para, kalacak yer sağladıktan sonra onu gözlemlemeye başlar. Birey eğer ki bu geçen süre içerisinde kendisine bir iş bulamazsa sistem ona daha az maaş bağlar ve her defasında verdiği ücreti düşürür. Sonuçta elinden geldiğini yaptığına hükmederek bireyi tam anlamı ile sistem dışı bırakır. Bu anlam da sistem büyüme ile ilgili her şeyi gayri safi milli hâsılaya olumlu aktarır. Oysa buna yakın bir başka örnek de obez hastalarının iş verimi düştüğü anda zayıflatılmaya çalışılmasıdır. Görüldüğü üzere sistemin mantığı hep aynı görünür. Sistem kendi belirlediği düşünce bağlamında nasıl yaşayacağımızı belirler. Oysa bunu naif bir söylemle yerine getirir. Obezite ya da yoksulluk baş edilemeyen sorunlar olarak gözükür. Oysaki sistem de bu kadar yoksul varken maddi koşullar dayatılan bu sistemde neden bu kadar obez olduğu da akıllara gelmez. Bu bile tüketim sisteminin sadece mallar üzerinden, giden bir tüketim mantığı olduğunun değil, kültürel sosyolojik, anlamda da bir sistemi olduğu anlamına gelmektedir. Bu anlamda sistem hala geçmişten gelen yapıları kullanarak sistemi kurtarmaya çalışır gibi görünür. Tüketim sisteminde bütün göstergeler gerçekliğin yerine geçmişken sistem hala belirli yollarla toplumsallaşmayı, politikayı ve tarih bilincini topluma yansıttığını dünür. Oysaki bugün iktidarın yaptığı sessiz kitlelere seslenmekten başka bir şey değildir. Bu -mış yapmak bile değildir. Bu sıfır noktasına inmiş toplumsal tüm değerlerin göstergesel anlamda yeniden inşa edilmesidir. Bu bağlam da tüketim toplumu, sınırsız bir bolluğa imza atan toplumun kendisi olmaktan vazgeçmesi ile sonuçlanmıştır. Tüketim sisteminin kitlesi adeta eksi 40 derecede karlı bir dağın zirvesinde mahsur kalmış, uykunun tatlı geldiği ancak ölmüş olduğunun farkında olmayan bir insan gibidir. Tüketim insanı çoktan kendisini karakterini hatta bilinçaltını kaybetmiştir. Bu bile sistem tarafından dayatılan bir bilinçaltıdır. Bu bağlam da Freud’un bilinçaltı kavramı bir bakıma sekteye uğramaktadır.
Refah sistemi, topluma sağlamış olduğu sınırsız zenginlikle tüm çelişkileri aşmayı hedeflemiştir. Mallar önünde ki eşitlik demokratik anlamda eşitlikle karıştırılmıştır. Sistem toplumu istemediği hiçbir şeye zorlayamaz. Bu toplumu yönetenlerle yapılmış bir anlaşmadır nihayetinde ve ruhunu satmanın bedeli olarak başa gelecek her şey önceden kabullenilmiştir zaten… Clint Eastwood‘un başrollerini oynadığı “İyi Kötü Çirkin” filminde bir sahnede yaptığı iş sonucunda parasını alan kovboy kötülerle savaşmaya neden tekrar gelmek istemesinin sorulması üzerine parası olan bir kovboyun savaşmaya ihtiyacı yoktur sözleri ile yanıt veriri. Yani o kovboy için ideal olan ne ideolojiler ne de fikirlerdir. Bu bağlam da akşam evine yiyeceğini götürebilen, istediği gibi gezip tozabilen bir toplumun bireylerinin de hükümetlerin yaptığı politikalar gerçekten ilgilenme gibi bir ihtiyaçları yoktur. İlgilenilse dahi bu orada olmak ve belirli bir kültürel ilişkiyi yenden canlandırabilmek içindir. Her şey hakkında bilgisi olmalıdır. Bu bağlamda gerçekten çözüm getirmeye yanaşılmaz zaten. Refah sistemi alt sınıfı üst sınıfa yaklaştıran bir anlayış benimser gibidir. İhtiyaçlar önünde gitgide birbirine yaklaşan iki sınıf vardır. Üst sınıf alt sınıfın kendisine yaklaşmak için yaptığı manevralardan rahatsız olur. Zenginler kendileri için neredeyse eksik tüketimi bir ilke edinir. Bu yoksullardan ve orta sınıftan yeni bir ayrımlılaşma göstergesidir. Mallar önündeki eşitlik, statü anlamında eşitliği sağlamaz. Daha az parası olanlar ise üst sınıfa yaklaşmak için daha çok harcama yaparlar, evlerine aldıkları süs eşyaları, mobilyalar için yapılan harcamalar hep bunun göstergesidir. Artık bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır demek yerine tüketim nesneleri dil gibi yapılanmıştır demek daha doğrudur. Toplum satın almış olduğu nesneler bağlamında konuşur. Bireylerin ne konuştukları ne düşündüklerinden ziyade hangi marka eşyayı giydiği, sacını ne renge boyadığı, hangi makyaj malzemelerini satın aldığı evinde hangi dergileri bulundurduğu daha önemlidir. Temel belirleyenler maddi koşullardan başka bir noktaya geçmiştir. Zengin adam tüketim tarzı ile yoksul olandan ayrılır. Onun gösterişi artık para da değil kültürdedir. Feodal dönemde bir statü göstergesi olan para ilk defa bir statü göstergesi olmaktan böylece çıkar, her ne kadar bu farklılaştırmayı yaratan nesnelerin zemininde bu koşulları hazırlayan para dahi olsa görünürde işlevselliği ikinci plana atılmış gibidir. Para artık belirleyici değildir. Paranın belirleyici olmadığı tek toplum belki de tüketim toplumudur. İlkel toplumlarda paranın yerine geçen değiş tokuş nesneleri büyük bir statü göstergesiydi bu anlamda ilkel toplumların tam bir bolluk ve savurganlık toplumu olduklarından bahsedebiliriz. Potlaç yani karşılıklı yükümlülük toplumu, sınırsız bir tüketimi amaçlar.
İlkel toplumlar gerçekten büyük bir savurganlık içinde yaşıyorlardı ve onlarda önemli olan potlaç kültürüydü. Veren al alan el ilişkisi önemlidir… İlkel toplumlar içinde yaşadığı sistemin güzelliği veya kötülüğünden dolayı sadece tanrıya şükrederler veya yakarırılar. İçlerinde olmak istemedikleri bir durumdan kurtulmak için o mekânı terk etmeleri yeterli iken tüketim toplumunda bu mümkün değildir. Simgesel değiş tokuş zenginliğin göstergesidir. Eşyalara ve ölülere verilen değer daha farklıdır. İlkel insan ölüme inanmaz ve onu denetim altına almaya çalışmaz, ölerek başka bir biçime dönüşeceğini bilir… Bu yüzden ölen yakınlarının vücudu ile olan bağını da koparmaz onların kafataslarıyla vb… yaşar oysaki modern insan ölümü ötelemek ve dünyada yaşadığının belirtisi olacak çocuklar ve yeni eserler bırakır devamlı olarak, teknolojik gelişmeler ölümü engelleyemez oysaki. Bu yüzden ilkel insanların yaşamları dönemsel olarak ayrılmamıştır. Gözleri zaman ve mekân algıları ile perdelenmemiştir. Dün bugün ve yarın modern insanın daha çok üretebilmek ve hayatlarını kapitalist mantığa göre düzenlemek için ortaya attıkları kavramlardır. İlkel insan için hayat güneş doğup batana kadardır. Ayrıca zaman mevsimler ve bayram ayinleri için geçerlidir. Anı yaşamak en önemli haz iken kendi getirdiği kuralların içine hapis olan modern insan arzunun yegâne kaynağı olan şimdiyi yaşamaktan gitgide uzaklaşmıştır. Ömrü boyunca anı yaşamak için çalışan ve kaybettiği zamanı lüks tatil köylerinde, plajlarda, diskolarda sınırsız içki, eğlence ve yiyecek de arayan bu zihniyet aslında yaşanmamış bir yaşamın varlığına ağlıyordur.
Sistem sadece zenginlik ve yoksulluk üreterek tatminler kadar tatminsizlikler, ilerleme kadar zararlar üreterek ayakta kalır. Sistemin bu kırılgan hali, her an çökebilecek hali kitle iletişim araçlarınca edilginleşen manipüle edilen bireyin üzerine yok olma korkusunu iyice yedirir. Sistem bu edilgiliği sağlayabilmek için devamlı içinde yaşanılan koşulların en iyi olduğunu meşrulaştırmalı ve halkı inandırmalıdır. Bu yüzden savaşlar çıkartır. Çok iyi biliniyor ki Körfez Savaşına harcanan paralar ile birçok Afrika ülkesinin açlık sorunu çözülürdü. Yine de sistem için tek kaynak savaşlar değildir çünkü biliniyor ki Amerika ilaç sanayinden çok daha fazla para kazanmaktadır. Öncelikle tüketim sistemi içerisinde ruhiyatı bozuk kitleler yaratılmaktadır. Daha sonra da bu insanları topluma kazandırmak adına doktor ve ilaç masrafları ortaya çıkmaktadır. Obezlere zayıflık ilacı vb… Oysaki obezleri şişmanlığa iten yine sistemin ta kendisidir.
Eskiden herkesin elde edebildiği temiz hava, su artık simülasyon evreninde sadece zenginler için vardır. Farklılaşma ve ayrışma evreninde eskiden en doğal olan en uç hale getirilmiştir. Bugün sessizlik sit alanlarının yok edilmesi ile birlikte zenginler tarafından satın alına bir nesne konumuna düşmüştür. Tüketim toplumu geleneksel topluma ait her doğal olayı ve nesneyi tüketimin az bulunan nadide bir ürünü haline getirmiştir. Gerçek bilgi ve iktidarın önemi de yoktur. Önemli olan etrafı yeniden çevrimlerle kuşatılan toplumun kendinse sunulan imkânlar çerçevesinde bir şeyler başarabilmesidir. Bu yüzden yarışma programlarında yarışanlar bir kültüre dâhil olma amaçlılığı taşıdıkları için toplumun bireylerine yakın gelmektedir. Orada olmanın verdiği derin haz soruya doğru cevap vermekten daha önemlidir. Sistem için önemli olan bireyler arasında ki kişisel farklar değildir. Bu farkın olması bilinçli ve örgütlü değilse önemli değildir. Kodlanmış gerilimler her gün medya yolu ile verilir. Böylece kodlanmış farklılıklar bireyleri parçalamaktan çok tersine değiş tokuş malzemesi olıur. İlkel çağlarda nesneler değiş tokuş edilirken, yani nesneler değişim değeri oluşturmada iken, şimdi kişilikler değiş tokuş edilmektedir Bence bugün nesneler mekânların, yerlerin ve zamanların barındırdığı özellikleri bünyesinde barındırıyor. Şehir dışında iki katlı bir ev alan kişi aslında o evi değil o evin sahip olduğu manzarayı sessizliği ve en temelde de diğerlerinden farklı olduğunu gösterme statüsel dergi satın alıyor. Bu ayrımlaşma Amerikan toplumunda banliyölerde yaşayıp da araba sahibi olan insanların bir sisteme adapte olma ihtiyacından daha farklı bir şeydir. Orada araba hiç kullanılmamasına rağmen en küçük ortak kültüre ait olabilmek adına alınmıştır. Burada ise sisteme satılan ruhun bazı yansımalarını yine sistemde görerek vicdan azabını hafifletmeyi ve bir nebzede olsun insanlığını anımsamak isteyen zengin toplumun daha bilinçli bir tercihidir. Sonuçta her iki durumda farkındalık ayrıcalıkları içinde eritilerek marjinalliğin sadece sistem içinde bir söylev olarak kalmasına sebep olurlar. Hayaller bu bağlamda para ile satın alınabilir ancak o hayallerin imgelemde ki yansıması para ile satın alınamaz. Sistem içerisinde mekân hakkı sadece herkes için mekân kalmadığı zaman var olabilir.
Tüketim bir dil gibi yapılanmıştır. Bilinçdışı imgeler kodlar ortaya koyar. Dilde yaşadığımız dünyaya uyum sağlam amacı ile kodlar koyarak tüketim nesneleri de kendilerini kodlarla ifade ederler. Bu yüzden tüketim sisteminde bir nesneyi sadece ihtiyaçlar bazında tüketmek mümkün değildir. Nesne bir göstergedir Ünsanlar bu göstergeler üzerinden kimliklerini biçimlendirirler. Bir çamaşır makinesi temizleme amacından saparak bir statü bir eşitlik imgesi haline dönüşür. Bir kır evi sessizliğe ve manzaraya büyüsel düzende sahip olunması anlamına gelir. Nesneler üzerinden bu konuşma insanın doğasına aykırıdır. Her şeyin kodlar üzerinden yürütüldüğü bir iletişim sisteminde iletişim iletim araçlarına dönüşürken, gerçek iletişimin simülasyonu ortada dolaşmaktadır. Bu bağlamda toplumların suskunluğu daha iyi açıklanabilir. Tarkovsky’nin “Mirror” filminin hemen başında bir fizik tedavi uzmanı tarafından kendini ifade edemeyen konuşamayan bir çocuğun yönlendirilişini izleriz. Bu dışarıdan manipüle edilen ancak bu baskı yüzünden kendini ifade etmesi elinden alınmış bir edilgin toplumun gösterenidir. Aynı şekilde Haneke’nin “Code Unknown” filminde de tüketim sisteminin yaratmış olduğu iletişimsizlik, birbirlerini modern insandan çok daha iyi anlatan ve anlaşan sağır ve dilsiz çocuklar üzerinden dillendirilmiştir.
Günümüzde içi doldurulmamış boş terimlerle karşı karşıyayız. Post-modernizm gibi modernizmin karşısına konmuş oysaki gerçeklikte hiçbir anlamı olmayan, sadece gerçeğin simülakrının oluşturulmasına yarayan bu kavram insanları etkileyerek de hissizleşmesine yol açmıştır. Kitle iletişim araçlarının göstergesel yollarla gerçekleştirdiği bu tepkisizlik ve hissizlik temelinde televizyon aracı önemli bir rol oynar. TV, simülasyon evreninde dış dünyaya açılan bir penceredir ve bugün savaşları, cinayetleri ters açıdan bize büyülü bir düzende gösteren bu alet belirli kodlarla sistemin egemenliğine girmemize neden olur. Toplum gerçeklikten uzaklaştırarak İnsanlar arasındaki iletişimi koparır. Artık göstergeler yolu ile sistemin dili tarafından konuşulmaya muhatap alınmaya mecbur kalan bireydir bugün modern insan tüketim kültürü tarafından yeniden çevrimlenmektedir. Ne giyeceğine, ne satın alınacağına dair fikirler her zaman belirlenmektedir. Toplum gün geçtikçe kimliğini yitirerek toplumsal olandan “kitle”ye doğru evrimleşmektedir.
Toplum ruhunu şeytana satmış mıdır? Toplum gerçek ve saf mutluluğa erişebilmek için önce püritenizme inanmış ondan sonra ise tüketim toplumunun sessiz yığınlarına dönüşmüştür. Emeğimiz ve eylemlerimiz üretildikleri anda bizim dışımıza çıkar, kelimenin tam anlamı ile şeytanın eline geçer. Bize ait olan ama ötekileştirdiğimiz bir gün yine en yakın yerde ortaya çıkacaktır. Bu ötelene şey kültürel yeniden çevrim yolu ile hayatımıza tekrar kazandırılır. Artık Lacan’ın ayna kuramında ki gibi birey kendi imgesi hariç, dışarıdan aldığı modeller ile her zaman içi boş kalacak kişiliğin etrafını doldurmaya çalışır. Bu arada delik büyür ve cephedeki modelleri de yutar.
Tüketim toplumu toplumların geçmişe, kendi geleneklerine olan inancını, iktidarlara yönelik muhalif duruşunu yok etmiş. Kısacası hafızasını silmiştir. Hafızası olmayan bir toplum yaşayamaz. Bunu kabul etmeyen ülkelerde dönüşüm sağlayabilmek adına tüketim sistemi tarafından yönetilen iktidarlar kanlı darbeler tertiplemiştir. Toplumsalı gerçekleştirmek isteyen ve postmodernizmin kırılmacı 70’lerini yaşamayan Şili’ye karşı yapılan darbe, ülkemizdeki 80 darbesi buna benzer müdahalelerdir.
Sistemden kurtulmanın tek yolu intiharımdır? Tüketim çağı hızlandırılmış bir biçimde oluşan üretkenlik sürecini tarihsel bir sonucudur. Üretkenlik sonucu dış pazarlara açılma gereksinimi hisseden bu sistem zihinsel açıdan bu sorumluluğu kaldıramayan kültürün zihniyete baskı yapması ile sonlanmıştır. Bugün sistem püriten ahlak temellerine göre koşullanıp, ahlaklı bir biçim elde ederken artık toplumsalın sonuna gelmiş ve kitle haline gelmiş bireyler ahlaksızlaşmaya ve nedensiz şiddeti yaymaya başlamışlardır. Bu bağlamda sistem bizim görmek istemediğimiz ötelediğimiz benliğimizin göstergesi durumuna gelmiştir. İlkel çağlarda şeytanla yapılan anlaşma modern dünya da bolluk toplumu ve mutluluk üzerine yapılan anlaşmalarla yer değiştirir. Ancak bu dünya da mutluluğu rasyonel düşünce biçimi ile bulmaya çalışan sanayi devrimi yerine irrasyonel tüketim toplumunu getiren sistem topluma neyi vaat etmektedir?