Söyleşi: Giovanni Scognamillo*
25 Nisan 1929‘da Levanten bir ailenin tek çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelen Giovanni Scognamillo’nun sinemayla tanışması Elhamra Sineması‘nın müdürü olan babası Leone Scognamillo aracılığıyla olmuştur. Sinema yazıları ilk yıllarda yabancı dergi ve gazetelerde çıkmış, 1961 yılında Türkiye’de isimleri popüler olan başarılı gazete ve dergilerde sinema eleştirisi yazıları yazmaya devam etmiştir. Yabancı dile hâkimiyeti nedeniyle televizyon kanalı ve film yapım şirketlerine de danışmanlık yapan Scognamillo, 1965 yılında ilk kitabı olan “1965 Sinema Yıllığı”nı yazdı. Agah Özgüç’le beraber yazdığı bu eseri “Türk Sinemasında Kadın ve Seks” adlı kitabı takip etti. Günümüze dek sinema alanında onlarca eser vermiş olan değerli yazar, bazı Türk filmlerinde oyunculuk görevini de üstlenmiştir. Araştırmaları, çevirileri ve eserleriyle, Scognamillo’nun Türk Sinema tarihinde yeri doldurulamaz bir konumu bulunmaktadır.
Sinemaya nerede ve ne zaman başladınız?
Ben bir sinemacı filmci ailesinin içinde doğduğum için çok erken yaşımda, 4 yaşımda ilk filmimi seyrettim. Sinemayla ilgilenmemek ve sinemayı bilmemek bizim ailede mümkün değildi, çünkü sürekli olarak herkes mesleğinden bahsettiği için ve evde, meslekte sinemacılık, filmcilik olduğu için bende o ortamın içinde büyüdüm ve böylece bir sinema meraklısı, sinemasever oldum. Ondan sonra da bir sinema yazarı…
Sinema sizin için ne ifade ediyor?
Sinema benim için bir yaşam şeklidir…
Sinemayla ilgili sayısız kitabınız, çevirileriniz ve köşe yazılarınız bulunuyor. Bir nevi tutkuyla yazıyorsunuz. Sinemasal alandaki yazıya dair tutkunuz nasıl başladı?
Ben daha lise öğrencisiyken, kendime bazı hedefler saptamıştım. Bunlardan biri bir sinema tarihçisi olmaktı. Yani, ben sinemada çalışmama rağmen hiçbir zaman bir yönetmen olmayı düşünmedim. Ben bir sinema tarihçisi olmak istedim. Neden diyeceksin? Çünkü bizim ailede demin dediğim nedenlerden dolayı sinemadan çok bahsediliyordu ve eski sinemadan, sessiz sinemadan bahsediliyordu. Bilmediğim bir sinemaydı o ve beni de çok meraklandırıyordu. O açıdan mesela, İtalya’da çıkan ilk yazılarım sinema tarihi yazılarımdır, ama buraya, Türk basınına girdiğim 1961 yılında o tarz yazıları yazacak herhangi bir dergi, bir gazete yoktu. Onun için eleştirmen olarak girdim.
Türk sinemasındaki cinselliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk Sinemasındaki cinselliği rahmetli Metin Demirhan’la birlikte hazırladığımız bir kitapta Erotik Türk Sineması kitabında çözmeye çalıştık. Bir ara, bilindiği gibi 1974 ile 1979 arasında bir seks filmleri furyası oldu. Orada erotizm denilen bir olay pek yoktu, çünkü erotizm inceltilmiş bir sekstir. Daha çok çıplaklık gösterisi vardı o filmlerde. Erotizm gerek sinemada, gerekse resimde ya da edebiyatta cinselliği en ölçülü şekilde en estetik şekilde ifade eden bir tarzdır.
Sizce sinemamızda sansürün etkisini hâlâ görmekte miyiz? Eğer bir sansür varsa bu kimden veya neyden kaynaklanıyor ve bu sansür filmlerimize nasıl yansıyor?
Şimdi eskisi kadar baskı, eskiden yapılan baskı yok artık. Yeşilçam’ın en büyük engeli sansür baskısı oldu. Bugün oldukça anlayışlı gibi görünen bir sansürümüz var. Birçok siyasal film geçiyor, ama bu hoşgörü nereye kadar gider onu henüz bilmiyoruz.
Ülkemiz konu bakımından, sahip olduğu, barındırdığı kültürel renkler açısından ve tarihi arka planından dolayı oldukça zengin bir altyapıya sahip. Hal böyle olunca sanat alanında daha çok üretkenlik bekleniyor. Oysa tüm sanatları içinde barındıran sinemanın belkemiğini oluşturan senaryo yazımına gelince özgün olan bir şey bulamıyor veya buna nadiren rastlıyoruz. Sizce senaryo açısından eksikliğimiz neden var ve bu nereden kaynaklanıyor?
Senaryo konusunda eksiklik yeni bir şey değil. Yeşilçam Sinemasında da bir senaryo eksikliği vardı. Özgün senaryo şekli, yapım sayısı 250; yaşlılığımda 300’lere vardığında daha çok belli oluyordu o eksiklik. Ne yapılıyordu işte, yabancı filmlerin uyarlamaları yapılıyordu. Sahne uyumları, romanları üzerinden yararlanılıyordu. Senaryo bir filmin bel kemiğidir. Bir zamanlar çok ünlü bir Fransız film yönetmeni vardı, Rene Clair. Rene Clair derdi ki, ‘Senaryomu yazdım, filmim bitti.’ Hitchcock‘un da ünlü bir sözü var: ‘Sinema demek üç şeydir: Senaryo, senaryo ve senaryo.’ Bizde iyi senaryo yazarları oldu, Yeşilçam’da oldu, ama senaryo bence tek bir kişinin işi değil. Hollywood filmlerine bakıyoruz, tanıtma yazılarında tek bir isim var, ama o aslında bir ekip çalışmasıdır. Bizde birçok yönetmen senaryolarını kendileri yazıyorlar, iyi ya da kötü. Hâlbuki bence bu doğru değil. Bir ekip çalışması yapmak gerekiyor. Özellikle konuşmalarla, diyaloglarla… Diyalog bir uzmanlık işidir.
Avrupa ve Amerika’da seyirciyi kendine kilitleyen korku ve gerilim türünde film örneklerini oldukça sık görmekteyiz. Özellikle de ülkelerin sıkıntıya düştüğü zamanlarda görülen tarihi filmler, komedi filmleri ve korku türü, buhran zamanlarında seyirciyi haline ‘şükretmeye’ yöneltiyor veya bir katharsis yaşatıyor. Ülkemizin kurulduğu günden bu yana pek de aydınlık zamanları olduğu söylenemez. Seneler boyunca içinde yaşadığımız olumsuzluklar, faili meçhul cinayetler, devlet politikaları ve şimdi sayamayacağım daha pek çok şey başımıza gelmişken sizce neden gerilim ve korku türlerini bir türlü beceremiyoruz?
Çünkü korku filmleri ta, ne bileyim 1954 teki ‘Drakula İstanbul’da filminden başlarsak, özgün kaynaklara dayanan filmler olmadı. Daha çok, uyarlama filmler oldu. ‘Drakula İstanbul’da uyarlamaydı. Metin Erksan‘ın ‘Şeytan’ filmi uyarlamaydı. Son dönemlerde çıkan filmler de daha çok yabancı kaynakların ya da Hollywood sinemasının etkisi altında yapılan filmlerdir. Örneğin ‘Son Zombi’ filmi ‘Ada’. Şimdi biz nerede, zombiler nerede? Yani Amerikan sineması zombiler üzerinde durursa, ne bileyim, Avustralya sineması zombiler üzerinde durursa biz de zombi diye bir gelenek yok. Hiçbir yerde zombilerden söz edilmiyor. O yüzden onlar toplumla kaynaşmayan korkular ve bunlar üzerinden gitmek bence gereksiz ve bunlarla iyi netice alınamaz.
Türk halkının hafızasının çok parlak olmadığını hepimiz biliyoruz, sonuçta biz de o halkın içindeniz. Bunun nedeni belki Batı insanı kadar iyi not tutmamak, belki de özellikle başarılarımızı, tarihimizi, öğrendiklerimizi kâğıda dökmüyoruz, kim bilir üşeniyoruz belki de… Sebep her ne olursa olsun sinemayı bir kuram olarak Türk halkına kazandırdınız ve bu yedinci sanatın gerek Türkiye dışında gelişen ayağını, gerekse Türkiye’de bizim bile bilmediğimiz kadar ayrıntılı yönünü eserlerinizde bize aktardınız. Sinema Türkiye’de neredeyse sizden sorulur bile denilebilir. Peki, sizce bir Türk vatandaşı olsanız da bunda Levanten oluşunuzun payı var mı?
Estağfurullah… Bilemeyeceğim… Levanten olmak bence olumlu bir şeydir, çünkü en azından iki ayrı kültürden besleniyorsunuz. O da insana en azından muhakkak ki bir zenginlik katıyor. Ben meraklı bir insanım. Araştırmadan hoşlanan bir insanım. Dediğim gibi sinemanın içinde doğdum, büyüdüm. Böyle yetiştiğim için muhakkak ki Türk Sinemasına daima ayrı bir ilgi, hatta ayrı bir sevgi gösterdim. Ortamın içinde de bulunduğumdan… Türk Sinema Tarihini yazmaya karar verdiğimde, daha önce Nejat Öz‘ün, arkadaşımın ve meslektaşımın bir Türk Sinema Tarihi vardı 1960-1961 tarihine kadar gelen.
Ondan sonra hiç kimse böyle kapsamlı bir Türk Sinema Tarihine soyunmadı. Ben de o bildiğim, o sevdiğim sinemayı, o ortamı, o kişileri anlatmak istedim. Böyle bir ihtiyaç duydum. Zaten birçok konularda ayıptır söylemesi ben ilk kitapları yazmış olan bir insanım.
Türkiye’deki azınlıklar sinemayı ve diğer sanatları nasıl etkilemiştir?
Bütün sanatlar hakkında konuşamam, o kadar bilgili değilim. Ama sinemaya bakarsak bir zamanların Yeşilçam’ında birçok azınlık vardı ve bunlar önemli kilit noktalarda çalışan insanlardı. Çoğunluk Rumlardaydı. Ondan sonra Ermeniler. Museviler fazla olmadı, Türk Sinemasında. Nasıl ki o azınlık topluluğunun Beyoğlu’na bir katkısı oldu, yine aynı şekilde Beyoğlu’ndan kaynaklanan ve Beyoğlu’nda yetişen, doğan sinemaya da bir katkıları oldu. Oyuncu oldu, ama fazla değil. Daha çok teknikerlerdir. Çok çok iyi, baba görüntü yönetmenleri, iyi ses yönetmenleri, çok başarılı yapımcılar azınlıkların içinden çıktı.
Oyunculuk, sinemayı oluşturan yapbozun parçalarından biri. Yeşilçam sinemasında beğendiğiniz oyuncular kimlerdi ve sizce günümüzde sinemada oyunculuk nasıl bir yön izliyor?
Gerçekten Yeşilçam Sineması çok iyi oyunculara imkânlar tanıdı ki bu oyuncuların bir kısmı tedrisattan geçmiş olan oyuncular değildi. Doğal olarak oynuyorlardı. Benim sevdiğim Yeşilçam oyuncuları tabii ki Türkan Şoray, Yılmaz Güney. Karakter oyuncuları, Erol Taş, Kadir Savun, Hayati Hamzaoğlu, Hülya Koçyiğit, Muhterem Nur, Fatma Girik; yani bir kısım starlar ve karakter oyuncuları.
Genel olarak Türk sinemasının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Biraz karışık görüyorum, çünkü henüz sağlam bir sektör oluşturulmadı. Yeşilçam birden yıkıldı, çünkü temelleri sağlam değildi. Bugün bazı eksiklikler oluyor. Sektör henüz oluşmadı. Devlet yardımları yetersiz. Sinema yasaları eksik diyeyim… Sinema sadece bir eğlence olarak destekleniyor ve sinemanın her şeyden önce bir eğlence değil de sanat olduğu unutuluyor. Türkiye’de çok ilginçtir Atatürk sinemaya bir ilgi gösterdi. Fakat Atatürk’ten sonra gelen hükümetler sinemaya ciddiyetle bakmadılar. Onlar da sinemayı bir eğlence olarak değerlendirdiler ve sinemadan da faydalanmadılar. Bugün halen bu durum devam ediyor. Bu inanılmaz bir şeydir. Rahmetli yönetmen Osman Seden sinemayla ilgili her toplantıda bağıra bağıra çok acı bir gerçeği dile getiriyordu. ‘Biz’ diyordu, ‘umumhanelerle aynı kategorideyiz; ”eğlence”!’
Sinema sanatı hakkında yeni projelerinizden bahseder misiniz?
Pek yeni projelerim yok. Artık yaş aldı yürüdü. Bir takım şeyler yapmaya çalışıyoruz ama olur mu, olmaz mı bilemeyeceğim.
Ender Eliya Kohen