İsrail-Türkiye Çatışması*
Başbakan Erdoğan’ın fırsat buldukça Filistin ve Gazze için İsrail’e uyarılarda bulunması, tarihe “One minute” veya “Davos” Krizi olarak geçen ve Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” gibi sözlerle, kendisini konuşturmadıkları gerekçesiyle paneli terk etmesi bütün dünyada büyük bir şaşkınlıkla ve aynı zamanda ‘İsrail’e haddini bildirme’ şeklindeki yorumlarla karşılandı. İyi hatırlarım, gemiyle Atina’dan dönüyordum. Kitap okurken uyuyakalmışım. Karşımda televizyon vardı ve birden “Bravo!” sesleriyle alkışların birbirini kovaladığı ses kargaşası içerisinde sıçrayarak uyandım. Gözlerimi açmamla karşımdaki televizyonda Erdoğan’ı görmem bir oldu. Durumu anlayamamış, Yunanistan-Türkiye arasında sınırların kalktığını, peşi sıra Kıbrıs’ın birleştiğini zannetmiştim. Hiçbiri değilse Küçük Asya’dan ayrılan Rumların evlerini ve arazilerini geri vermeye karar vermiş olmalıydılar. Yunan halkı yoksa Erdoğan’ı niye alkışlardı ki… Dikkatle etrafı ve haberi dinlediğimde başbakanın, İsrail’in Filistin ve Gazze’ye yönelik tutumlarına dair görüş belirtmesi ve ardından konuşmasının kesilmesi nedeniyle Dünya Ekonomik Forumunu terk ettiğini anladım. Bu sırada her kanalda yayınlar durmuş, bütün Yunan kanalları Erdoğan’ın sözlerini ve yaptığını yeniden yayınlamaya başlamıştı. Böyle çıktı doruğa İsrail-Türkiye sürtüşmesi.
İkinci kriz Davos’un öcünü almak amacıyla çocukça bir naiflikle büyükelçi üzerinden ve İsrail tarafından yapıldı. Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Dani Ayalon ile 11 Ocak’taki randevusunda alçakta kalan bir kanepeye oturtulmuş, özellikle medya önünde küçük düşürülmeye çalışılmıştı. Daha da komiği Ayalon bunun aslını astarını üstüne basarak belirtmese ne Türkiye, ne de büyükelçi birinci krizin intikamının bu şekilde alındığından haberdar olmayacak, büyükelçi “kanepe rahattı, onlar koltuğa oturdu, bana çok iyi davrandılar.” deyip geçecekti. Olayın ardından korkulan olmuş, Türkiye büyükelçisini geri çekmişti.
Bütün bunlar çocukluğumuzdan beri duymaya hep alışkın olduğumuz İsrail- Filistin çatışmaları nedeniyle İsrail’e, dolayısıyla Yahudilere tepki gösteren ve gün geçtikçe onlara diş bileyen halkın, İsrail’e karşı tepkisini daha sert belirtmesine neden olmaya başlamış, haliyle Türk vatandaşı olan Musevi kesim de huzursuzlaşmaya başlamıştı. İsrail’de ise Türkiye’ye yönelik tutumlar değişiyordu. One minute asla söylenmemesi gereken ‘cıs’ deyimler arasında yer alırken, İsrail halkının Türklere büyük saygı duyması artık söylendiği kadar etkili değildi. Başta Antalya olmak üzere Akdeniz sahillerine tatil yapmaya gelen İsraillilere uyarılar yapılmaya başlanmıştı: “Türkiye’ye gitmeyin”! İsrail’in Türkiye’ye ne kadar miktarda para bıraktığı veya kayda değer bir değişiklik olup olmadığı bilinmez, ama zaten başta terör propagandalarıyla Türkiye’ye gelmesi engellenen turist sayısı belki de bu şekilde daha da azalacak, turizme bir darbe daha vurulacaktı.
Ülke gündeminin hiç değişmeyen paradigmalarından işsizliğin artması, zamların hissettirilmeden yapılması, açlık sınırının çok altında yaşayan Türk halkı, muhalefet-iktidar çatışmasının yanında teröre kurban giden gençlerimiz ve maden işçilerinin ölümü gibi üzücü olaylar ve Baykal’ın bir iftira veya özel hayatının deşifre edilmesiyle beraber gidişiyle Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesi sonucu yapı değişikliğine uğrayan sol kadrodaki sürpriz gelişmeler derken İsrail-Türkiye çatışması unutuldu. Ta ki Gazze’ye gönderilmesi planlanan yardım gemileri için İsrail’in kesin bir dille “Gelmesinler, gelirlerse gerekeni yaparız” uyarısına rağmen gemilerin denize açılmasına kadar…
‘Lanetli ırk’ safsatası nedeniyle İsrailoğulları yerleştikleri ülkelerin çoğunda eziyet görmüşler, bulundukları topraklardan sürülmüşler veya bu gibi nedenlerden dolayı zorunlu göçle başka topraklara yerleşmeye başlamışlardır. Farklı bölgelerin kültüründen, dilinden, ikliminden etkilenen Musevileri tüm bu ayrılıklarda birleştiren belki de tek ortak nokta dinleridir. Tevrat’a bağlılıkları ve inançları açısından kapalı olmaları, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar Tevrat’ta işaret edilen vaat edilmiş topraklara yönelmelerini beraberinde getirmiştir. Filistin topraklarında yerleşik konumda olan Yahudiler zaten mevcuttu, ancak özellikle de I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan Balfour Deklerasyonu ile Filistin yönetimi İngiliz mandasına bırakıldı. Bundan daha önce vaat edilen topraklarda bir arada yaşama çabaları Theodor Herzl tarafından İngiltere desteğiyle zaten başlatılmıştı. Filistin’in İngiliz mandasını tanımasıyla bu topraklara olan göç artmaya başladı ve bu 1930-1940’ların Almanya’sında en yoğun zamanlarını yaşadı. Göçlerin yoğunluğu Arapları rahatsız edince göçlere kısıtlanma getirildi, ancak bu da kargaşa yarattı. Böylelikle Filistin toraklarında Arap-Yahudi çatışması baş gösterdi. Sorun büyüyünce Birleşmiş Milletler, Filistin’in biri Arap, öbürü Yahudi olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Kudüs ise Birleşmiş Milletler denetiminde bir bölge haline geldi (1947). Yahudiler bu kararı kabul etmiş, ancak Araplar buna karşı çıkmışlardır ve böylelikle bugüne kadar gelen İsrail-Filistin çatışması başlamış oldu.
Birleşmiş Milletler planı gereğince 14 Mayıs 1948’de David Ben-Gurion tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildi. 1 gün sonra, Irak, Ürdün, Suriye, Mısır, Lübnan orduları saldırıya geçerek İsrail topraklarına girmişlerdir. 1949’da Birleşmiş Milletler aracılığıyla düzenlenen müzakerelerde ateşkes anlaşması imzalandı. Anlaşma uyarınca Batı Şeria Ürdün’e, sahil şeridi ile Celile ve tüm Necef Çölü İsrail’e, Gazze Mısır yönetimine ve Kudüs’ün doğu kısmı Ürdün’e, batısı da İsrail’e bırakıldı.
Gazze, 1967 yılında Altı Gün Savaşı sonucu İsrail tarafından ele geçirildi. 1993 yılında ise şehir yönetimi Filistin Ulusal Yönetimi’ne geçmiştir. Arap dünyasının iç çatışmaları da bu arada olmakta, Hamas ve El Fetih arasında yönetim/paylaşım gerginlikleri yaşanmaktadır. 2007’de Hamas haftalarca süren çatışmaların sonunda Gazze’yi El Fetih‘den teslim almıştır ve o günden beri Gazze şeridi, İsrail tarafından kuşatılmıştır.
İsrail-Arap çatışması neredeyse bir dinler savaşını temsil eder hale gelmiş bulunmaktadır. Dünya genelinde insan hakları nezdinde az sayıda grup tarafından yankı bulsa da, abluka altında bulunan şehirde veya düzenlenen saldırılarda İsrail yönetiminin masum insanların yaşamsal faaliyetlerine engel olmaya çalışması, savaşlarda kullandığı kimyasal silahlarla açıkça savaş suçu işlemesi genel olarak bir ‘Müslüman sorunu’ haline gelmiştir. Geçmiş yıllarda Filistin’e destek olmak için ülkemizden ayrılan solcu gençlerin yerini artık Arapça sloganlar atan sağcı kesim ele almıştır. Her nasıl olursa olsun İsrail’e göre bir iç sorun olan bu çatışmalara ve yaptıklarına hiçbir yaptırım, hiçbir kınama veya birleşme engel olamamaktadır. Elde ettikleri toprakları kaybetmeme pahasına, ordusunu güçlü tutan İsrail hükümetlerine göre yapılanlar yanlış değildir ve topraklara barış/huzur getirmek içindir. Oysa her iki tarafın barışçı liderleri huzurun anlaşmada ve karşılıklı uzlaşmada çözüleceğini göstermişler, ancak kendi ülkelerince öldürülmüşlerdir.
Filistin topraklarında olup bitenler İsrail-Türkiye ilişkilerinde bugüne dek büyük bir sürtüşme doğurmamıştır, çünkü Amerika-İsrail birbirini karşılıklı olarak desteklemekte, Amerika savaş suçlarında devletlerce alınan yaptırımları veto etmekte ve Türkiye’nin ekonomisine, içişlerine, terörüne bütünüyle etki etmektedir. Türkiye, İsrail’e karşı atacağı her adımda, söyleyeceği her sözde dikkatli olmak zorundadır, çünkü artık egemenlik kayıtsız şartsız milletin değildir. İçeriden ve dışarıdan açıkça desteklenen terör belası Türkiye’den hiç eksik olmamıştır. İçeride, dışarıya bütünüyle boyun eğen yöneticiler ve söz söyleyiciler Türkiye’nin yönetim sahnesini bugüne dek hep bir yerinden işgal etmiştir. Türkiye, haksızlıklara söz söylediği an karşısına çıkarılan “katil” sözcüğü bugün Kürt ve Ermeni halkına yaptıkları nedeniyle kullanılmakta, bu ve bu gibi süreçler öne sürülmektedir. Kendi topraklarında birbirini savunmaktan aciz Araplar, Amerika’nın kendilerine sağladıkları menfaatlerde yüzerlerken Türkiye, dışişlerinde hiç olmadığı kadar özenli davranmak ve kendini ateşe atmamak zorundadır. Bu olay ve taraf söylemler de göstermektedir ki, Türkiye’nin de dengeleri hızla değişmektedir.
‘Kimse sesini çıkarmıyorsa bu gidişata kim dur diyecek?’ diye sorulabilir, ancak son yaşanan olaylarda da görmekteyiz ki İsrail yaptığı uyarılarda oldukça kararlı davranmakta ve dünya, bunu kınamaktan başka hiçbir şey yapamamaktadır. Kendilerince ‘şehit olmak için’ gittiklerini itiraf eden yolcu kafilesi de işi yokuşa sürmüş, iki ülke bu şekilde burun buruna gelmiştir. İsrail, öldürmekle büyük bir hata yapmış, gemi baskını olayı İsrail’in dünya nezdinde ‘yalnızca Arapları değil, karşısına çıkan her milletten insanı yok edebileceği’ şeklinde yorumlanmasına neden olmuştur.
Baskın olayıyla birlikte Türkiye’deki Musevi vatandaşlar da büyük bir gerginlik yaşamıştır. Arafta kalan halk, azınlıklara yönelik yaşanan olayların tekrar etmesinden korkmuş, İsrail’in yaptığından büyük bir üzüntü duymuş, ‘öldürmelerin’ yanlış olduğunu belirtince de İsrail’deki milliyetçi havayı soluyan kişilerce haksız bulunarak ağır bir dille eleştirilmişlerdir. Bugün Türkiye’de yaşanan din temelli aşırı milliyetçilikle oradakinin bir farkı olmamaktadır. Halkın birbirine düşmemesi, olayları tek bir gruba veya ülkeye mal etmemesi gerekmektedir.
Dünyanın neresinde olursa olsun yaşanan katliamlar, işlenen savaş suçları ortak literatürde bir yaptırımı olmadığı sürece devam edecektir. Buna bir ülkenin veya grubun tek başına göğüs germesi mümkün değildir. Tüm dünyada ortak aklın ve kamu vicdanının hâkim olduğu bir sürece girilmesi gerekmektedir.