Luchino Visconti ve Yeni Gerçekçilik*
Yaşamı
İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının en büyük yönetmenlerinden Luchino Visconti, 2 Kasım 1906’da Milano’da soyluluk ve sermaye gücünün birleştiği bir ailede açar gözlerini dünyaya. Aristokrasi ve burjuvazinin birleşimi olan tutucu bir aile ortamında güzel sanatlar eğitimiyle geçirir çocukluğunu. İlk gençlik yıllarından itibaren edebiyatın ağır bastığı bir sanat ortamında bulunan Visconti, bu yılları huzursuz ve amaçsız geçirdiğini söylemiştir. Evde yaşanan gerilimlerden oldukça bunalan efsane yönetmen, 18 yaşına bastığında Cenova’daki süvari okuluna gönderildi. Visconti’nin atlara olan tutkusu da burada başlamıştır. Okul ve askerlik sonrasında soylu bir Kont olan babasının çiftliklerinden birine giderek birkaç yıl at yetiştiriciliği yaptı.
30larına doğru Paris’e gittiğinde “Une Paris de Compagne” için ünlü yönetmen Jean Renoir’ın yanında üçüncü yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başlar ve gelecekte unutulmaz yapıtlara uzanacak sinema kariyeri ve tutkusu başlamış olur. Filmin kostüm tasarımlarını yapan Visconti, 1937’de Hollywood’a gitti ama hayal kırıklığına uğramış olarak Milano’ya geri döndü. Burada Teatro Manzoni’de sergilenen iki oyuna dekor hazırladı. Sanat yönetmenliği bağlamında kendini geliştiren Visconti 1939’da Renoir ve Karl Koch ile birlikte La Tosca adlı filmin senaryosunu yazdı.
Visconti, Mussolini’nin faşist yönetimi sırasında sansür kurumuyla defalarca karşı karşıya geldi. Tümüyle kendisine ait olan ilk özgün senaryo sansür kurumu tarafından reddedildi. Daha sonra Roma’da çıkan Cinema dergisinin yazar ve editörleriyle iletişime geçen yönetmen, Alicata, De Santis ve Puccini ile beraber Amerikalı yazar James M. Cain’in romanından esinlenerek senaryo yazdı. Daha sonra sıklıkla yapacağı uyarlamalardan ilki olan bu filmin çekimleri 1942’de yapıldı. Ossessione adlı bu yapıt kısa bir süre sinemalarda gösterildikten sonra sansür kurulu tarafından reddedildi. Filmin aslını ve kopyalarını yok eden kurulun hışmından bir kopyayı kurtarmayı başarır Visconti.
Faşist yönetimin yıkılışından sonra 1947-48 yıllarında Visconti La Terra Trema’yı çeker. En iyi filmlerini de çekeceği Sicilya’da çektiği ilk yapıt olan bu film, yönetmenin ikinci filmidir ve 1948 yılında Venedik Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alır. Ancak filmin mali açıdan getirisi çok az olduğundan Visconti üçüncü filmini çekmek için üç yıl beklemek zorunda kalır.
1951 ve 1953 yıllarında başrolünü Anna Magnani’nin oynadığı sırsıyla iki film çeker. Bunlar Bellisima ve Siamo Donne’dir. 1953-1964 arası en verimli dönemini geçiren yönetmen Senso, Le Notti Bianche, Rocco ve Kardeşleri, Lavoro, Leopar ve Vaghe Stelle Dell’orsa filmlerini çeker. Bu yapıtların her biri Venedik ya da Cannes film festivallerinde ödüller kazanır. Bu büyük sinema başarısının yanında tiyatrodan da kopmayan yönetmen Paris’te, Fahişe Olması Ne Yazık ve Salıncakta İki Kişi adlı oyunları sahneler ve büyük ses getirir.
Visconti 1969–1972 yılları arasında çektiği Alman Sorunları Üçlemesi ile ününü ve sinema sanatı üzerindeki tartışmasız gücünü sağlamlaştırır. Birçoğuna göre en başarılı filmi Venedik’te Ölüm, bu üçlemenin ikincisidir. 1974’te Gruppo Di Famiglia In Un Interno’yu çeken yönetmen, son olarak bir başka uyarlama olan L’Innocente adlı filmin kaba kurgusu tamamlanırken Roma’da, 17 Mart 1976’da hayata gözlerini yumar.
Avrupa’yı sarsan İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının en önemli yönetmenlerinden olduğunu yukarıda da belirttiğimiz Visconti sinema tutkusunu kazandığı Paris’te yeni bir dünya görüşüne de sahip olmuştur. Kendi deyimiyle “partili komünistler” le arkadaşlık eden yönetmen hayatı boyunca yaşam süzgecinden geçirdiği sol düşünce yapısına bağlı kalır. Sosyal gerçekliğe ve toplumsal sorunlara değindiği sinemasında bu dünya görüşünün izlerini fazlasıyla görürüz. Visconti için senaryonun kaynağı tarihsel, güncel ya da uyarlama olsun yaklaşımında değişim olmaz çünkü O’nun için önemli olan toplumsal ilişkilerin çözümlenmesi ve olduğu gibi yansıtılmasıdır.
Efsane yönetmenin yapıtları insanın iç dünyasını, mutluluğa duyulan özlemi, cesareti yansıtır. Çözümleme-eleştiri, şiirsellik-dram onun sanatının belki de en etkin öğeleridir. O’nun filmlerinde yenilgiye uğramış insanın karşısına toplumsal bilinçlenme sürecine girmiş insan çıkar, ya da bireyin iç dünyasında bilinçlenmenin izi sürülür.
Yeni Gerçeklilik
Yönetmenin sinema hayatına bir başka usta Renoir’ın yanında başladığını belirttikten sonra adıyla birlikte anılan Yeni Gerçekçilik akımından biraz bahsetmeliyiz. Faşizm diktasını ve İkinci Dünya Savaşı vahşetini yaşayan İtalya’da 40’lı yılların sonlarına doğru doğan bu akım özellikle Mussolini döneminin propaganda filmlerinin gösterdiği yapay dünyaya inat gerçekleri beyazperdeye aktarmıştır. Faşist yönetimin filmlerinde kutsallaştırılan aile ve onun zengin burjuva hayatı mükemmel İtalyan yaşamı olarak sunulurdu. Bu filmlerde sıklıkla yer alan ve bu düzenin “temizliğini-güzelliğini” simgeleyen beyaz telefonlardan ötürü bu dönem filmlerine aynı zamanda “beyaz telefon filmleri” denmektedir.
İşte tüm bu propaganda yapaylığına karşı ortaya çıkan Yeni Gerçekçilikte sanatçılar ve kameralarını stüdyoların dışına taşıyan yönetmenler profesyonel olmayan oyuncularla belgesel tadına yakın filmler çekmeye başlamışlardır. Güneş ışığıyla yetinilen bu yapıtlarda savaşın yarattığı yıkımı, acıları ve ekonomik zorlukları tüm yalınlığıyla sinemaya aktaran Yeni Gerçekçiler, özellikle 1950’lerde Avrupa’nın en çok ses getiren akımı olmuşlardır. Bu akımın öncü filmlerinden olan Tutku’nun yönetmeni olan Luchino Visconti, De Sica, Blasetti ve Rosselini gibi üstatlarla birlikte akımın en önemli filmlerine imza atmışlardır. Gerçekdışı şekilde mükemmelleştirilen İtalyan yaşamına karşı yoksulları, evsizleri, fahişeleri işleyen bu yönetmenler kentlerdeki işsizlik, kırsal kesimdeki bağnazlık ve çaresizliği de ustaca yansıtmışlardır beyazperdeye. Visconti kent olarak doğduğu kent olan Milano’yu kırsal kesim olarak da “toprağın insanları”nın yaşadığı Sicilya’yı işlemiştir sıklıkla. Genel olarak akımın sinemasal yapısına bakacak olursak özel efektsiz kurguları, doğal oyuncuları, diyalogların basitliğini ve belgeseli andıran yapısını görürüz. Visconti’yi öncülerinden sayıldığı bu akımın da ötesine taşıyan farklılıklar ise uyarlamalara sık sık başvurması, tiyatro opera gibi diğer sanatlarla yakın temas halinde olması, oyunculara ve oyuncu yönetimine önem vermesidir. Yönetmen özellikle son dönem yapıtlarında akımdan görsellik bağlamında uzaklaşmıştır. Ancak işlediği konular ve ele alış biçimleriyle akımın devamını da sağlamıştır.
Filmlerinden Kısa Kısa
Ossesione yani Tutku, Yeni Gerçekçi Akımın ilk yapıtıdır. 1943 yılında çekilen filmde Visconti, James Cain’in ünlü romanı Postacı Kapıyı İki Kez Çalar’ın oldukça serbest bir uyarlamasını yapmıştır. Bu konuyu O’na öneren ustası Renoir’dır. Yoksulluğun kol gezdiği ortamda evlilik dışı bir ilişkiye odaklanan Visconti, resmi ideolojiye ve onun yarattığı kutsal aileye karşı çıkmaktadır. Bu filmiyle başı sansür kuruluyla derde girer ve gösterimi yasaklanır. Ancak film sinema tarihinin klasikleri arasına girer. Tabi burada Visconti’nin kusursuz oyuncu yönetiminin de etkisi büyüktür.
1948 yılında çektiği Yer Sarsılıyor halen Yeni Gerçekçi Akımın en güçlü filmi olarak adlandırılmaktadır. Kamerasını Sicilya’ya çeviren efsane yönetmen, Giovanni Verga’nın Malavoglia Ailesi’nin çöküşünü vererek burjuvaziyi eleştirdiği ünlü romanını üç bölüm olarak sinemaya uyarlamayı tasarlıyordu. İlk bölüm balığa çıkan emekçilerin toptancı balık tüccarlarına baş kaldırışını, ikinci bölüm emekçilerin bir araya gelerek bir maden ocağını işletmelerini, son bölüm ise köylüleri ele alacaktır. Bu üç bölüm şahlanan Sicilyalı emekçilerin yeri göğü sarsmalarını belgeleyecektir. Ancak Visconti bunu gerçekleştiremez. Yer Sarsılıyor ilk bölüm olarak kalmıştır. Hiçbir profesyonel oyuncunun yer almadığı filmde Visconti, gerçek köyle ve balıkçıları oynatmıştır. Marksist bir yaklaşımla yorumlarken estetik kaygıları öne çıkararak aynı zamanda Yeni Gerçekçiliğin temel niteliklerinden biraz uzaklaşmıştır. Sicilyalı balıkçıların tüccarlara karşı direnişini etkili bir şekilde işleyen filmin değeri 10 yıl sonra anlaşılmıştır.
Rus Edebiyatının büyük ismi Dostoyevski’nin kısa bir öyküsünü uyarlayan Visconti 1957 yılında Beyaz Geceler adlı bir diğer ödüllü filmini çeker. Ay ışığında bir gecede bir kadın ve bir erkeğin bir köprünün başında karşılaşmasıyla olay başlar. Kadın gönlünü kaptırdığı gizemli bir yabancıyı beklemektedir. Ama yinede erkekle kadın üst üste üç gece buluşurlar. Birbirlerine ilgi duymaya başlamışlardır. Beklenen yabancı geldiğinde kadın kendisini onun kollarına atar.
Visconti yarattığı yapay ortamda canlandırdıkları kişilerin iç dünyalarını olağanüstü bir ustalıkla beyazperdeye yansıtmıştır. Bir kadınla bir erkeğin puslu görüntüler eşliğinde nemli kent sokaklarının oluşturduğu labirentin dışına çıkabilme çabalarını Visconti estetik kaygıları öne taşıyarak işler. Bireyin iç dünyasına ağırlıklı yönelmeye başladığı filmlerdendir Beyaz Geceler.
Varoluşçu edebiyatın önemli ismi Albert Camus’nun başyapıtı Yabancı’nın uyarlamasını neredeyse sayfa sayfa işleyerek filme çekmiştir Visconti 1967 yılında. Roman, Cezayir’de küçük bir Fransız memurun deniz kıyısında sebepsiz yere bir Arap’ı öldürmesinin ve yargılanmasının öyküsüdür. Camus toplumsal kurallara yabancılaşmış kahramanı işlediği cinayeti olay sanki kendisine yabancıymış gibi nesnel bir biçimde anlatır. Visconti ise olayı Cezayir Kurtuluş Savaşı yıllarına taşıyarak cinayetle Fransız-Cezayir çatışması arasında bağlantı kurarak Yabancı’yı savaşın habercisi kılmayı dener. Bu ciddi değişikliğin yapılmasına izin vermeyen Camus’un eşi, Visconti’nin şiddeti işleyiş planını altüst eder. Belki de bu sebeple Yabancı, Luchino Visconti’nin üstünde en az durulan filmidir.