Luchino Visconti’den Leopar ve Venedik’te Ölüm*
LEOPAR
Luchino Visconti’nin 1963 yılında çektiği ünlü filmi Leopar, 1800lü yılların birleşme evresindeki İtalya’sında son demlerini yaşayan aristokrasinin içselleştirilmiş öyküsünü anlatır. Bir romandan uyarlanan filmde başkarakter Prens’in öyküsünün yanı sıra Garibaldi devrimini, kızıl gömleklileri de işler yönetmen. Garibaldi Sicilya’dan kuzeye doğru ilerleyerek bölünmüş İtalyan prensliklerini birleştirmiş halk kahramanı bir devrimcidir. Böyle bir arka planda Prens’in ve yalnızlığıyla beraber bir sınıfın önlenemez çöküşünü izleriz filmde.
Prensin aristokrat ve soylu duruşundan yer yer devrimci duruşları gördüğümüzde ister istemez aristokrat ve burjuva bir aileden komünizme kayan yönetmenin kendisini görürüz. Ayrıca filmin son bölümü ve neredeyse üçte birini kaplayan uzun balo sahnelerindeki tüm planlar, hareketlerin ve renklerin işlenişi yönetmenin ustaca kamera yönetiminin ötesinde bu ortamları bilmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak konu tüm bu coşku ve renk cümbüşünün içinde yalnızlığı ve bir nebzede olsa hissedilen melankoliyi Prens’in bakışlarından aktarmak olduğunda Visconti üstatlığını konuşturur. Prensin gözünden akan tek damla gözyaşı filmlik zaman bağlamında son derece etkilidir.
Sicilya’yı İtalya’nın gururu olarak görenler için efsanevi olan bu filmin adı da Sicilya benzetmesinden gelmektedir. Leopar olarak adlandırılan Sicilya halkı aynı zamanda toprağın halkıdır. Bu cümleleri kendisine senatörlük teklifiyle gelen kuzeylilere söyleyen Prens binyıllar boyu kuzey tarafından her daim hor görülmüş Sicilya’nın gururu olarak söyler. Filmin en etkileyici sahneleri olduğunu söylediğimiz balo sahnelerine geçerken yönetmen toprağın halkı Sicilyalı çiftçilerin toprakla ve iş aletleriyle valslerini kullanır. “Sicilya’nın gururu” köylülerin dansıyla başlar, tüm ihtişamıyla balo sahneleri.
VENEDİK’TE ÖLÜM
Thomas Mann’ın aynı adlı romanından uyarlanan Venedik’te Ölüm, Visconti’nin Alman Üçlemesinin ikinci filmidir. Ünlü sanatçı Gustav’ın dinlenmek amacıyla geldiği Venedik’te geçen film, yalnızlık, ölüm, tutku, güzeli arayış gibi temaları işler. Diyalogların az olduğu filmde Visconti uzun plan çekimleri, ışık oyunları ve neredeyse perdede gözle görülür hal alacak kadar etkin müzik kullanımıyla sinematografik anlatımını en üst seviyeye çıkartır.
Kente geldiğinde iç dünyasındaki huzursuzluk fazlasıyla belirgindir Gustav’ın. Gemiden inerken onu Venedik’te rahatsızlık vererek karşılayan sapsarı dişli adam sanki ileriki bölümlerde karşımıza çıkacak olan salgının ve etrafı kirleten pisliğin habercisidir. Zaten filmin sonlarına doğru kent salgınla boğuşurken otellerinde huzurla takılan zenginlerin yemeğine gelen ve çürümüş dişlerinden ve yüzünden akan pislikten salgının vücut bulmuş hali olan müzisyen de bu baştaki adamın yansıması gibidir. Yönetmen olağanca şıklığın ortasında bu pis görüntüyü uzun uzadıya vererek Gustav’ın içinde bulunduğu rahatsız durumu birebir izleyiciye yansıtmaktadır.
Ancak bundan önce de değindiğimiz gibi film bir anlamda güzelliğin arayışıdır. Geçmişindeki tartışmalarına tanık olduğumuz Gustav, iç dünyasında ve sanatında kaybettiği güzelliğin peşindedir aslında. Filmde de bu güzelliği Tacu’da bulur. İzleyiciyi uzun bir süre kız mı erkek mi dedirtecek oranda güzel Tacu, Gustav için bir tutkuya dönüşür güzelliğin peşinde. Birbirleriyle hiç konuşmayan ikili bakışmalarla birliktedirler. Eşcinsel alt metin olarak da okunabilecek bu durum aynı zamanda yalnız ve yaşlı oluşundan son derece rahatsız olan Gustav’ın Tacu’da artık kendinde olmayan gençliği, heyecanı ve her şeyden öte güzelliği bulmasının getirdiği tutku olarak da adlandırılabilir.
Filmde kendini fazlasıyla hissettiren ölüm ağırlığı kente gelen salgınla birlikte daha fazla hissedilir olmaktadır. Bu hastalık beraberinde rengârenk ve zengin burjuvaziye ve sisteme de güçlü eleştiriler getirmektedir film. Salgından haberdar olan kent ve otel yöneticileri kenti kuşatan salgından bahsetmezler kimselere. Sebep olarak da turistlerin kaçma ihtimalini gösterirler. Para merkezli bir sistemde üç maymunu rahatlıkla her türlü durumda oynayabilen burjuvazinin çürümüşlüğüdür bu bir anlamda.
Bu salgını fark eden Gustav otelden ayrılmaz. Ölümcül güzelliği ölümcül salgına tercih ederek tutkusunun peşinden gitmeye karar verir. Bu uğurda berbere giderek bakım yaptırır Gustav. Tacu’ya, aşkına, tutkusuna, güzelliğine ulaşabilmeyi ister. Filmin son sahnesinde kendini kumsala atan Gustav artık yorgundur. Tacuyu kusursuz bir ışıkta büyülü bir manzarada izler deniz kıyısında. Tacu’nun gerçeküstü güzelliğe ilerlediği her saniyede Gustav zayıflar. Gustav’ın Venedik’in festival maskelerini andıran yüzünden akan siyah boyalar tüm Venedik kentinin pisliğe bulanmasının, kirlenmesinin bir yansımasıdır adeta. Peşinden koştuğu güzelliğin en üst halini o muhteşem manzarada görmenin huzuruyla öldüğünü söyleyebiliriz Gustav’ın. Kolera gibi gözükse de gerçek sebep budur.
* https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2010