Munch’un Anti-Çığlığı Paris’ten Duyuldu!*
Yobazlarla ve “Kararanlar”la savaşımdan arta kalan zamanlarda, mesleğimi hatırlayıp sergilerimle uğraşıyorum! Bu akışı sizlerle paylaşmak, ortaçağ tartışmalarımızın göbeğinde her birimize dünyanın esas konularını hatırlatmak açısından faydalı…
Edvard Munch, Norveç’in “milli” ressamı, en büyük gururları. Gauguin ve Van Gogh’la beraber modern sanat tarihinde dışavurumculuk akımının üç öncüsünden biri olarak kabul edilen efsanevi sanatçı, yoğun dramları ve kişisel gerilimleri tuale taşıyarak “ilk dışavurumcu resmi yapan adam” olarak da tanıınyor. Tabii bir de ünü, ressamını sollayan bir yapıt var ortada: “Çığlık”. Munch, Mona Lisa ve Guernica ile beraber dünyada en çok tanınan iki-üç başyapıttan biri olan bu resmin, tüm diğer yapıtlarını gölgeleyecek kadar yaygın bir evrensel üne kavuşmasına acaba üzüldü mü? Onu bilemem. Bildiğim, Paris’te Şubat ayında “Pinacotheque de Paris” Müzesi’nde açılan “Edvard Mşunch: Anti Çığlık” sergisinin, bu duruma el koymak istediği. Müze müdürü Marc Restellini sergiye bu adı vererek, resmin geri kalan başyapıtları gölgelemesini engellemek istediğini açıklıyor. Restellini, “Çığlık” dışında kalan resimlere de özel önem vererek, Norveçli efsanevi sanatçının kariyerinin bu yeni bakış açısıyla okunmasını sağlamış oluyor.
Restellini ve yönettiği Pinacotheque de Paris, açtığı bu büyük ve tarihi sergilere paralel olarak, günümüzde yaşayan bir sanatçıya “açık çek” vererek ondan bu serginin yorumunu istiyor. Restellini, bu vesileyle sorumluluğu on ay öncesinden dünyadaki yeni dışavurumcu akımın onca ismi arasından benim omuzlarıma yükleyince, son altı ayda Munch’la yattım, Munch’la kalktım!
Okuduğum onlarca kitaptan topladığım bilgilerin üstüne kara kışın göbeğinde, Norveç’e giderek hem Munch Müzesi’ni gezdim, hem yeni kitaplar aldım, hem de ünlü sanatçının en sevdiği yer olan küçük balıkçı kasabası Aasgarstrand’ı ziyaret edip, orada bu mevsimde bana özel olarak açılan evini gezdim. Belki toplam kırk metrekarelik bir evde, hayatın her zerresindeki zorluklarla boğuşan bir sanatçının işine nasıl yoğunlaştığını iliklerimde hissettim. Daha önce Munch Müzesi’nde sanatçının en değerli özel defterlerinin benim için korumalı arşiv odasından alınıp önüme konmasının ardından, bu sefer de dünya şekeri bir özel rehber, Adelita, Munch’un hayatıyla ilgili hiç bir yerde bulunamayacak bilgileri yatağının yanıbaşında bana aktardı. Sonunda hayatına dair yoğun bilgilerle yüklenmekten, okuduğum kimi yeni kitaplardaki hataları bile ortaya çıkarmaya başladığımda “bu kadarı yeter” diyerek araştırmaya bıraktım ve “4-D” yapıtları gerçekleştirmeye koyuldum. Geceli gündüzlü süren uzun çabalardan sonra 13 yapıt ortaya çıktı.
Geçen Perşembe Paris’te sergi açılırken, her ne kadar artık ayakta duracak halim kalmamış olsa da, dünyanın dört bir yanından, California’dan, New York’tan, İsviçre’den, Lüksemburg’tan, Türkiye’den gelen birçok yakın dostum ve sanat insanının varlığı bana yorgunluğumu unutturdu. Bu tarihi sergiyi hazırlarken tam olarak neler çektiğimi öğrenebilmeniz için ise, benim otobiyografimin üçüncü cildini yazmam, sizin de okumanız gerekiyor. Ancak o zaman, buna benzer önemli sergilerde hangi son dakika aksaklıklarının nasıl uzatmalarda giderildiğini ve “geriye sayım” denilen illetin nasıl acımasızca yaşama hükmettiğini öğrenirsiniz!
Açılışa Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Sn. Tahsin Burcuoğlu, UNESCO daimi delegemiz Büyükelçi Sn. Gürcan Türkoğlu’na ek olarak, Komet, Ömer Kalesi, Onay Akbaş, Pat Andrea, Chambas gibi sanatçı meslektaşlarım, galerici Dağhan Özil, Türkiye’den özel gelen koleksiyonerlerim ile birçok Fransız ve Amerikalı eleştirmen, gazeteci, galerici ve koleksiyoner katıldı. Bu sergi ile Fransızlar’ın lens yüzeyine gerçekleştirdiğim “4-D”leri ve yarattığı derinlikleri ilk defa keşfetmesi, yine çok ilginç sahneleri beraberinde getirdi.
Şimdi neler yapıyorum? Paris’te bir yandan “yaşayan” sergimin işlerini yürütürken, bir yandan da Volkan beş gün daha erken patlasa, sergimin “yetişemeyecek”ler listesine girecek olması riskini limitte atlattığını düşünüp dehşete düşüyorum!
Yani anlayacağınız, yalnız siyasi yaşamımızda değil birçok sanatsal yaratım ve organizasyonda da dünya tesadüfen dönebilmeye devam ediyor. Taaa ki bir volkan patlayana kadar!