Radikalizm ve Sinema – Abdullah Rıdvan Can

Radikalizm ve Sinema*

Bana göre sinemanın iyileşmesi siyasi otoriteye bağlıdır. Daha doğrusu sinemanın gün yüzüne çıkıp belli bir amacının olmasını kastediyorum. Radikal bir düzende kendini gösteren sinema gerek ülke politikasını gerekse ülke politikasına muhalif bir tavır alarak gelişebilir. Tarih bu tezin örnekleriyle doludur.

Hitler faşizminden kaçan Alman yönetmenler dışavurumcu akımı ortaya çıkararak hala günümüze de etkisini devam ettiren bir olgunun temellerini atmışlardır. Ya da Sovyet Rusya’sının desteğini alarak bir yeni bir devletin politikası şeklinde öne sürülen Sovyet sineması, Vertov ve Eisenstein başta olmak üzere çok sayıda kuramcı yönetmen ve sinema sanatçısının ortaya çıkmasından bahsediyoruz. İtalya’daki Yeni Gerçekçilik’i de bunların dışında tutmak yersizdir. Kaldı ki İtalya Mussolini faşizminde bile devlet politikasına hizmet eden filmler yapılmıştır. Daha sonraki yeni gerçekçi akımın öne çıkan isimleri devlet politikasının karşısında yer alarak sinemanın hizmet eksenini başka yöne çevirmiştir. Ve gelelim bunları zıddı olan devlet politikasının bir parçası olarak o koca düzenin birkaç dişlisini temsil eden Hollywood sinemasına… Bilindiği gibi Hollywood artık endüstrileşmiş bir yapıdadır. Devlet olarak maddi manevi ardında durulan en büyük duvardır. Tek istenilen ise Amerika’nın o kadar da kötü bir ülke olmadığını aslında barış yanlısı politikalarıyla dünyada mükemmel bir görev yüklendiğini Irak’a Vietnam’a da sırf bu sebepten ötürü girdiğini anlatmasıdır. Karşılığında devletin imkân dâhilindeki her nesneden canı çıkana değin faydalanılabileceği ve serbest bir şekilde üretim/tüketim yapılabileceği bir sistemdir.

Gelelim bizdeki sinemanın bu denli gerek devlet aleyhinde gerekse lehinde işler yapıldığında dahi neden ses getiremeyen, yalnızca koca bir dağda ufak bir taş parçası vehminde kalmasının sebebine. Aslında aşikâr olan bir durum ki devlet kendi politikası gereği bile film yapılmış olsa ya da böyle bir girişimde bulunulsa o filme verdiği destekle ona biçtiği değerin aslında o kadar da ehemmiyetli olmadığını gösteriyor. Ya da karşıt bir zihniyetle filmini yapıp koydu ortaya durum yine değişmiyor. İlgisizlik hat safhada… Seksen öncesi mesela Yılmaz Güney’i ele alalım. Yılmaz Güney sistemin getirisi olarak meydana çıkmış bir sinema adamı olabilir. Eğer bu tezi savunuyorsak yani sinema gelişebilmesi siyasi ortamın lehinde veyahut aleyhinde radikal bir zihniyet alarak işliyor olmasına bağlıdır; o halde Yılmaz Güney’in filmlerini de her ne kadar o dönemki yokluk ve insanların mazlum görünüşte resmedilmesine bağlıyorsak baskı ve sansürün hat safhada işleyişine de bağlamalıyız. Zira yurt dışında herhangi bir festival dahi olsa bir başarı onun ülke içindeki betimleniş tarzına pek etki yapmıyor. Belki “Umut” aldığı ödülle yayın yasağını kırabiliyor ancak o olayın da sadece zahirde böyle olduğu hakikatte ise yasağın, sansürün sürdüğü aşikârdır. Eğer Yılmaz Güney filmlerini devlet politikasını destekleyen halle yine radikalliğini sürdürerek yapmış olsaydı o filmleri şu gün büyük ihtimalle Yeşilçam’ın sayısız filmlerinin sayısız senaristlerini ya da yönetmenlerini unuttuğumuz gibi onu da unutacak sineması hakkında toplantılar düzenlemeyecek onun sinema dilini anlamaya çalışmayacaktık. Ne var ki Yeşilçam etliye sütlüye karışmadan bir endüstri şeklinde gelişmiş dahi olsa bir Hollywood denkliğinde ilgi görmediği için devlet politikası yapmış dahi olsa kalıcı olamamıştır. Zira bizdeki ortam o dönemlerde karmakarışık bir haldeyken dahi sadece devletin duruşuna zıt duruşlar sergileyen sinemacılar muhalifliklerini sürdürerek film yapmıştır. Ancak devletin etliye sütlüye dokunmadan politikasız siyasetsiz işleyen bir yapıya da destek vermesi ya da köstek olması düşünülemezdi. Öyle de oldu. Tarihsel süreçte Yeşilçam, bu sebeptendir ki mevsimi gelmiş bir ağaç gibi kurudu kısırlaştı ve yok oldu. Yeşilçam zihniyeti yeşrini piyasa filmi dediğimiz gişe kaygısı güden filmlere bıraktı. Sanat sineması yine yapılıyor, devletin aksak yerleri yine gösteriliyor ama devlet politikası gereği bu duruşa ne bir tepki ne de destek veriyor. Eskiden durum görüldüğü gibi radikal her türlü duruşun olduğu ortamlarda sinema gelişiyor ve bir konum sahibi oluyordu. Şimdi ise devlet kendi ahvalini anlatan kendi duruşundan söz eden filmlere bile pek itimat etmiyor. Muhalif görüş de istediği filmi yapadursun o da seyirci kitlesinin azlığı durumdan sadece entelektüel bir düzeyde kalarak halka inmiyor, inemiyor. Durum böyleyken ona da dokunmak kaşınmanın diğer adıdır. Kaldı ki muhalif sinema yapan devlet politikasını pek de benimsemeyen kitle bireysel sinema yaptığından dolayı da askıda kalıyor. Ayakları yere basan filmlerin olmamış olması-burada ayakları yere basmaktan kasıt toplumsal gerçekçiliği toplumun geneline yaymak yerine birey üzerinden anlatımdır-filmlerdeki izleyici kitlesinin sınırlı olmasına sebep olmaktadır. Onun dışındaki gişe filmleri ise her hangi bir Anadolu ilçesinin herhangi bir sinema salonunda gösterilmektedir. Bu ayrıca bir sorun teşkil ediyorken sinema kaygısı güden filmlerin izleyiciye ulaşmaması da onun üzerine tuz biber oluyor.

Düşünün ki Susuz Yaz Berlin’de Altın Ayı’yı aldığında herkesçe izlenen ve her kesim insanın kolayca anlayacağı dilde bir yapıttı. Her ne kadar dar bir alanın toplumsal sorununu işlese de film genel bir kaygıdan da bahsediyordu. Oysa şu gün Altın Ayı’yı alan filmimiz Bal kaç kişi tarafından izlenebiliyor. İzleyenlerin kaçı filmin tamamı hakkında yorumda bulunabiliyor. Her iki filmin de üçleme stilinde oluşu bir denklik unsurudur. Susuz Yaz diğer iki filmiyle de izleyiciye manyetik alan açıyor ve oraya girilmeyi sağlıyor. Yalnız Yumurta, Süt ve Bal bir üçleme ve birbiri içinde olan iç içe geçmiş bir üçleme olmasına rağmen ulaşılan izleyici sayısını bir yana bırakırsak o filme gitmek isteyenin olmayışı bizi düşündürmeli. Her ne kadar entelektüel yapının gelişimiyle ya da belli bir kitlede kalışıyla da açıklansa, sonuç olarak karşımıza şu çıkar: Peki entelektüel düzeyin sıfır çizgisi neden bu kadar ilerde? Bu çiziğinin çizilmesinde büyük emekleri olan sayın darbeci, biricik(!) komutanlarımızı selamlayarak bu konuyu da açıklayalım.

Toplumsal olarak yoz bir hale getirilmekteki ilk günlerin acısı yıllar önce tam da şu günlerde gerçekleşiyor ve 27 Mayıs lekesiyle sanki toptan bir bahar temizliği yapılıyordu hissiyatı verilen bir olgu cereyan etmişti. Muhalif kimlik, demokrasinin ezerek getirdiği iktidara yakıştırılan bir betimlemeydi. O günkü muhaliflik azınlık olmakla değil karşıt olmakla alakalı bir durumdu. Bu muhalif kimlikli iktidar en cani bir şekilde sürümden kazanırız düşüncesiyle üç devlet büyüğünün asılmasıyla sona erdi. Daha sonra tam da özgürlükçü bir anayasa dedikleri 61 Anayasası yürürlükteyken 1971 muhtırası tekrar bir sekte yarattı. 68’deki toplumsal daha doğrusu küresel bir hareketlilik devlette radikal bir saf tutma ihtiyacı meydana getirdi. Bu sebeptendir ki işte sinemanın tavan yapacağı ilk fitiller burada ateşlendi. 70–80 arası ise bu tırmanış radikal olan devlet otoritesinin daha da ileri gidilmiş, ordu tarafından devletin bekası gereği bir darbe daha yapılarak bu kez akla hayale sığmayacak işlerin görüleceği, zıt görüşlü insanları bir metrekarelik alanlara birinin eli bağlı diğerininki çözülmüş bir vaziyette koymaya değin zalimliğin yapılacağı bir olgunun ilk adımıydı. Herkes ama herkes üzerine çöreklenen bu otoritenin kıskacına girmiş ve eli kolu bağlı bir adım atamayacak vaziyetteydi. Böyle bir dünya tasavvur edilince ardından şu yakıştırma çok da ağır kaçmaz: zihinleri iğdiş ederek fikir çatışmalarıyla üreyen zemini ıslatıp hotumla döven sistemin mağdurlarıdır bu insanlar. İşte bu bir gözdağıydı. Kimse bu duruma baş kaldıramıyordu. Seksen öncesi çatışan iki kutup kucak kucağa zindana düşünce bu oyunun ilk elinin bittiği anlıyorlardı.

İşte bu ortam sinemanın tarihsel kısırlığının en önemli devresidir. Tam on altı yıl sürecek olan bu dönem Eşkıya filminin gerçekçi ve cesur anlatımıyla bir nebze olsun kırılacak ve sinemada yeni bir devrin genç kuşak filmlerin önünü açarak son sürat ilerleyecekti.

Sinema geçmişe oranla pek de iyi yerde değil. Teknolojik gelişmeleri bir kenara atsak görülecektir ki sinema daha önceleri ayağı yere basan daha nitelikli konuların işlendiği bir yapıdaydı. Ancak şu gün hem de daha gün geçtikçe bireysel konuların işlendiği sinema ne zamanki toplumun bir büyük yarasını anlatacak o zaman anlaşılabilir ve entelektüel zeminin altına inecek. Tabir-i caizse sinema bodrum katına indiği devirde o karanlığı aydınlatıp tüm işleyişiyle sistemin kanlısı olacak ve tekrar bir radikal ortamın doğuşuyla belki Türkiye sinema tarihinde önemli bir kuramın ya da tekerrür sağlayarak yeni sinemacıların Yılmaz Güneyleşmesi sağlanacaktır.

Radikal bir görüş, lehinde veyahut aleyhindeki işleyişin zeminini sağlamlaştırır.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2010

Bunu paylaş: