Sözün Bittiği Yer – Melih Öncel

Sözün Bittiği Yer* 

“zenginler savaş açtığında ölen yoksullar oluyor.”

Jean-Paul Sartre

Sözün bittiği yere” geldik dedi bir büyüğümüz… “Sonunda!” demeyi çok isterdim; ama bu durumdan pek de emin değilim. Ne yazık ki aklıselim bireyler olabilmek için bu yolda daha çok zaman geçireceğimizi düşünüyorum. Haberler, politikacılar, devlet ve hatta çevremdekiler bana bunu hissettiriyor. Uzun zamandır aynı doğrultuda; ne içinde bulunduğumuz durumu, ne de kendimizi geliştirerek ilerliyoruz. Attığımız her adımda aynı hikâyeyi sürüklüyoruz peşimizde. Sözün bir an için bile bitmediği, söylenen sözlerin de asla dinlenmediği gidiş bu gidiş. Yol üstünde ölü bedenler uzanıyor, yolun kenarlarında yitip gitmiş yaşamlar var. Boşaltılmış köyler, terk edilmiş hayatlar var arkamızda. Hırs uğruna, inat uğruna devam eden bir çatışma; karşı tarafı duymamak için kullakları kapalı sıkılmış kurşunlar var etrafta. Sözün bittiği yerde duygularımızı harekete geçiren ve bir filmi kurgular gibi müziklerle, görüntü efektleriyle kurgulanmış haberler var; fakat elimizde çözüme giden bir yöntem değil duygularımızın körüklediği nefret ve kaybettiğimiz sağduyumuz var. Yine de ilerliyoruz aynı şekilde; iletişimden bahsediyoruz; fakat kendi akıllarımızda yasaklamışız bir dili konuşmayı ve yanımızda duyunca geriliyoruz bir anda; hatta kızıyoruz; ama nasıl engellersin bir ananın evladıyla konuşmasını? Yine de devam ediyoruz, otuz yılı aşkın bir süredir görmezden gelerek ilerliyoruz.

Bütün bunlar olurken ben, milliyetçiliği tetikleyen milliyetçilikten uzaklaşmaya, yalan politikalardan sıyrılmaya çalışıyorum. Vicdanımı kaybetmemeye uğraşıyorum, hümanizme sarılıyorum. Ve sonra canciğer bir arkadaşımla kavga ediyorum. Romantik diyor bana. Hümanistlikle hiçbir şeyin çözülemeyeceğini söylüyor. Çatışmalar çözdü mü peki  sorunlarımızı? Ateşlenmiş hangi kurşun daha haklıydı bu savaşta? Gözümü gerçeklere kapatmakla suçluyor beni; oysa göremiyor mu ki iki taraflı nefret minik parmaklarda taş olur uçarken havada, ne devlet kalıyor ortada, ne terör, ne de kahramanlık? Gözümü kapatan ben miyim; yoksa yıllardır sağ  partiler tarafından yönetilmiş, sağ bir düzene oturtulmuş ve sağ bir cahilliğin esiri olmuş devlet mi? Çocuk mu kandırdık yıllarca sorun yok diyerek? Başarılı olduk mu? Kandırdığımız çocuklar mı şu anda hapiste olanlar? En güzel çocukluk yıllarını yaşayamamış canlar heba olurken ve dostum hala bana düzeni savunurken bir kez bile sevişememiş canlar için ağlamak istiyorum, babasız kalan çocuklar, unutulmuş insanlar için.

Kendimizi eleştirmenin zamanı gelmedi mi artık? Acı hepimizin acısı değil mi? Vatanı kurtarmak 5 ay askerlik yapmak mı sadece? Yoksa biz sıradan insanlarında atabileceği daha somut adımlar var mı? Ben bir politikacı değilim, ben bir asker değilim (zaten iddia edilenin aksine kimsenin asker doğduğu falan da yok ya!); ama eğer konu sorumluluksa vatandaş olarak yapabileceğim tek şey demokratik biz düzende oy vermektir ve oyumun arkasında durmak, takip etmektir. “Vatanı kurtarmak” istiyorsak ezberimizi bir kenara bırakmak zorundayız. Poltikacılara saldırmalıyız; farklı renklere, farklı görüşlere değil. Ya örümcek ağı dolu kafalarını temizlemeye zorlamalıyız ya da yerlerini  başkalarına bırakmaya. Evet, ordunun görevi bizim  güvenliğimizi  sağlamak; ama unuttuğumuz noktalardan biri de bu sanırım. Ordunun görevi sadece güvenlikle ilgili. Barış, çözüm ve toplumsal ilerleme bayrağa sarılı tabutların ya da bir yerlerde unutulmaya bırakılmış cesetlerin sayısıyla doğru orantılı değil ne yazık ki. Sosyo ekonomik boyutunu unutuyoruz sorunun, bunun kimin nasıl çözebileceğini unutuyoruz. Bizlerse bu değişimi sağlamak için elimizde ki gücü göremiyoruz. Unuttukça sorunu güçlendiriyoruz. Yoldaki kanlar hepimizi kana buluyor. Kadın, erkek, Türk, Kürt, asker, politikacı, sen, ben, hepimizi…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergitemmuz1010_198b133be93ff4

Bunu paylaş: