Edebiyat Dünyasında Fırtınalar Koparacak Bir Roman: “Gerçeğe Düşen Düş”*
“Gerçeğe Düşen Düş” Şenocak Yayınları’ndan çıkmış bir roman. Tesadüfen edindiğim romanı, yeni yazarlara yönelik önyargıyla (Çoğunlukta da benimki gibi bir anlayış var maalesef) elime aldım ve bir daha da bırakamadım. Bitirdiğimde, kitap üzerine yazmak zorunda hissettim kendimi; ama basında yer alacak mı diye (Takip edebildiğim kadarıyla Cumhuriyet Kitap’ta ve Radikal Kitap’ta yayımlanan reklam dışında yer almadı basında) biraz beklemeyi, aynı zamanda yazar hakkında biraz araştırma yapmayı uygun buldum ve sonunda yazmaya karar verdim.
“Gerçeğe Düşen Düş”, Engin Taş’ın 2. Romanı; ama 3. kitabı. Yazar, 1993’te yayımladığı “Denize Götürün Beni” adlı şiir kitabıyla edebiyat dünyasına adım atmış. 1998’de ilk romanı olan “Bence Sen Evlenme”yi, 2010’da da “Gerçeğe Düşen Düş”ü yayımlamış. Geçmişinde gazetecilik de olan Engin Taş, bir yandan şiir çalışmalarını (2000 Şiir Yıllığına girmiş, 2009’da şiir ödülü almış) sürdürürken bir yandan da düz yazı çalışmalarına (birçok dergide, internet sayfasında eleştirileri, denemeleri yayımlanmış) devam etmiş.
“Gerçeğe Düşen Düş”, dünyanın en güzel kitabını arayan roman kahramanlarının karşılaştığı durumları ve geçtikleri aşamaları konu ediniyor. Eser, aşamalı ilerleyen, şifrelerle örülü kurgusu açısından (Böyle bir kitap okumadığımı belirtmeliyim.) sizi, elinize aldığınız anda, kendini okumaya mecbur ediyor. Roman kahramanlarının ezoterizm, mistisizm ve gizemlilik içindeki arayışı, okurda merak duygusunu öne çıkarıyor ve bu merak duygusunun peşine takılan okur farkında olmadan, hayat hakkında söylenenleri, kendi hayatına dair birçok şeyle birleştirmiş oluyor. Bazen okurun bu merak duygusunu sekteye uğratan açıklamalarla karşılaşıyorsunuz. Kitabın eleştirilecek en önemli noktası burası ama iyi ki fazla sürmüyor bu açıklamalar ve siz yeniden sizi sürükleyenin peşine takılıyorsunuz.
İlginç olan, kitapta karşınıza bazen bir din adamının, bazen bir filozof-bilge’nin, bazen bir öğretmenin, bazen gaipten haber veren birilerinin, bazen de her şeyi göze alıp düşlerinin peşinden giden birilerinin çıkması ama az çok polisiye özellik taşısa da hemen hemen hiç polisin çıkmaması. Bu yönüyle Ahmet Ümit‘in tarzından çok farklı. Siz “Gerçeğe Düşen Düş”te, yaşananların gerçek mi-düş mü, sürrealalist mi-fantastik mi olduğunu ve gerçeğin düşsel felsefik iç içeliğini ve sosyolojik ironisini belki de kitap bitince fark ediyorsunuz.
Kitap boyunca, güncel yaşamda sık sık karşılaştığımız; ama üzerinde hiç de düşünmediğimiz şeyleri sohbet havası tadında fark etmeden düşünüyor, daha bunları tam sindirmeden, yani daha sohbet sürseydi derken, bir maceranın ortasında buluyorsunuz kendinizi. Zaman zaman yorulduğumu fark etmedim desem yalan olur. Çünkü fazlaca şifrelenmiş şeyler var. Örneğin “Yıllanların Sırları” bölümü böyle bir bölüm. Yılanlarla ve yılanların söyledikleriyle bir şeyler şifrelenmiş. Bütün bunları, okurun yorumuna bırakıyorum; ama şu kadarını söyleyeyim: acayip mistik, efsanevi bir şeyler var bu bölümde de. Hiç duymamıştım böyle bir şey. Gerçekten efsanevi bir kaynağı var mı, yoksa yazar mı kurguladı bilmiyorum; ama müthiş!
“Gerçeğe Düşen Düş” çok katmanlı bir eser. Bazı bölümleri birkaç kez okumak zorunda kaldım ve her okuyuşumda farklı şeyler gördüm. Romanın son bölümündeki aynalı oda da birkaç kez okuduğum bölümlerden. Mesela aynalı odaya gitmek için başka bir odadan hareket eden kahramanın üçgen bir kapıdan geçip, kocaman oval bir alana gitmesini ve bu alanın tavanından sarkan kocaman soru işaretini yazarın sırf ilginçlik olsun diye yerleştirdiğini düşünmüştüm ilk okuduğumda. Sonradan fark ettim ki, bunlar da birer sembol. Mesela soru işareti, ömrümüz (Ömrümüz diyorum, çünkü yazar, ‘Herkesin bir ömrü var; ama herkesin hayatı yoktur.’ diye bir anlayışı özellikle vurguluyor) boyunca karşılaşacağımız sorunları simgeliyor muhtemelen.
Roman kahramanlarının ve olayların geçtiği yerlerin adları da mitolojik-efsanevi adlar ve bu adların elbette özel anlamları var. Aranan kitabın niteliği, ilginç bir mekanizmayla oluşturulmuş harita, deney alanı, icad edilmiş yeni bir alfabe, satır aralarına saklanmış felsefi alt yapı okuru duygusal ve düşünsel anlamda hemen kavrıyor. Mesela Fizanlı Faruk El Mikta diye birinin “Çehre-i Beşer ve Kuttal-ı Hakiki” adlı kitabı da bu kuşatmanın gerçekleşmesine katkısı olan hayali bir eser. İnsanı tanımak açısından ilginç şeyler var bu kitapta.
Romanın bir başka özelliği de, çok fazla malzemeyi bir arada bulundurması. Bence yazarın eleştirilecek bir yönü bu. Bu kadar malzemeyle birkaç roman yazılabilir mesela. Bir de Engin Taş, okuru resmen merak, düşünme, ilginçlik ve serüven bombardımanına tabii tutmuş. Bu iyi mi kötü mü tartışılır; ama sıradan bir okur nasıl bir sonuç çıkarır tahmin etmek zor. Evet, bu kitabı herkes merakla okur; ama herkes anlar mı bilmiyorum. Kitabın en zayıf noktası da burası bence! Örneğin 4. Aşamada cellat “Siz cellat diyorsunuz ama ben kendime cerrah diyorum.” dedikten sonra, bunun nedenini, “bir tür sosyal kürtaj yapıyor olmasına” bağlıyor. Yine bu aşamada, cellat, “hayatta doğum-ölüm yoktur, ya doğum ve doğum ya da ölüm ve ölüm vardır” diyerek ilginç bir felsefi anlayış ortaya koyuyor.
Dikkat edilirse romandaki olaylardan hiç söz etmedim. Romanın kurgusal ayrıntısına ve felsefi alt yapısına başka bir yazımda değineceğim çünkü. Engin Taş’ı, Şenocak Yayınları’nı böyle bir eseri edebiyatımıza kazandırdıkları için kutluyorum. Umarım bu eser edebiyat dünyasının dikkatinden kaçmaz ve hak ettiği ilgiyi ve değeri görür.