Psikanalitik ve Feminist Yaklaşımlarla Cat People
GİRİŞ:
18.yüzyılda teknolojinin gelişmesiyle beraber bilim adamları çeşitli buluşlar üzerinde çalışmışlardır. 35 mm pelikülün ve optik araçların bulunması, sinemanın hayatımıza girmesini hızlandırmış ve böylelikle sinema, hızla gelişmeye başlamıştır. Art arda gelen durağan resimler, insanın algı yanılmasına düşerek görüntüleri hareketliymiş gibi algılamasına neden olmaktadır ve yapılan tüm buluşlar, insan gözünün hareketi algılama özelliğine bağlı olarak ortaya konulmuştur. 1895 yılında Auguste ve Louis Lumiere kardeşler tarafından bulunan; “alıcı ve gösterici” işlevlerini bir arada bulunduran düzeneğin adı ‘Cinematograph’tı. Lumiere Kardeşler, kendilerine ait olan buluşlarını çektikleri röportaj ve kısa filmlerle beraber önce halka açık olan gösterimlerle ve daha sonrasında para karşılığında yapılan gösterimlerle tanıtmaya başladılar. Sonuç olarak kendi filmlerini para karşılığında dünyanın her yerine göndermeye başladılar. O güne kadar yazı ve resim gibi durağanlıklara hareket kazandırarak ortaya çıkan sinema, tüm kesimler tarafından ilgiyle karşılanınca başka ülkelerin de bu konuya el atması uzun sürmemiş; kısa zamanda sinema salonları açılmış ve sinema, ekonomik anlamda da ülkelere güç sağlamaya başlamıştır. Böylelikle yeni bir endüstrinin kapıları açılmıştır.
Hollywood’un ilk film stüdyolarının ve salonlarının açılması da bu dönemlere denk gelmiş ve bugün de hiç yabancı olmadığımız “block booking” sisteminin temelleri atılmaya başlanmıştır. Yani salonlar; güçlü olan filmleri gösterebilmek için maliyeti düşük ve yapımı basit olan filmleri de belli dönemlerde göstermek zorunda kalmışlardır. Bunun yanı sıra Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde de sinema endüstrisi hareket kazanmış ama patlak veren dünya savaşları, Amerikan egemenliğini de beraberinde getirmiştir. Sinema, toplumlarda yaşanan değişiklikleri perdeye aktardı ve Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nda ise İtalya’da meydana gelen toplumsal ve kültürel değişimler perdeye yansıdı ve farklı sinema akımları meydana geldi. Sinema, bu şekilde kendi dilini ve yapısını zamanla oturtmaya başladı.
Sinema, ortaya çıktığı günden bu zamana kadar, diğer sanat dallarında olduğu gibi eleştiriye tabi tutulmuş ve sinemanın zamanla oturan diline kritik anlamlar yüklenmeye başlamıştır.
“Tenkid, eleştiri, kritik kelimesi, Yunanca yargılamak, ayırt etmek, eleştirmek anlamına gelen ‘Krinein’ kelimesinden kaynaklanmaktadır. Eleştirmen, yani Kritikos, yargılama, ayırt etme, eleştiri gücü olan kişidir. Sinema, ortaya çıktığında köklü bir geleneğe sahip olan sanat eleştirisinin dikkatini hemen çekmiştir. Böylece kısa zamanda sinemanın yanı sıra, sinema eleştirisi de serpilir ve bu koşut gelişim günümüze dek devam eder.”[1]
Film, bir anlatı türüdür. Kökenlerini tiyatrodan, fotoğraftan; yani görme biçimlerinden, romandan; yani belli bir kurgusu olan hikâyelerden ve sesli sinema çağının başlamasıyla beraber radyodan almıştır. Haber verme, eğitme, eğlendirme vb. işlevlerine sahip olan sinema; kendi dilini yaratmış, kendi içinde bir bütünlük oluşturmuş ve tüm bu öğeleriyle beraber; bir sanat dalı haline gelmiştir. Bir filmi anlamak ve eleştirmek; onu yalnızca konusu ve gelişim çizgisiyle izlemek değildir. Görüntü ve sesle beraber gelen art anlamlar aramak, bunu için de filmleri incelerken, onun bize sunduğu verilere teker teker bakabilmek ve bunları incelemek demektir. “Film eleştirisinin varlık nedeni sinemadır. Ama eleştiri, sinema sistemi içinde bağımsızlığını koruyabilmiştir.”[2]
Sinemanın; tarihe ve insanın duygularına bir ayna tuttuğu gerçeğinden yola çıkılarak, film eleştirisi ve özellikle de film eleştirmenleri, filmsel alt yapının daha iyi anlaşılmasına ve izleyici ile filmsel göstergeler ve anlamlar arasında bir bağ kurulmasına neden olmuştur. Sonuç olarak, sinema eleştirisi gelişen toplumsal koşullar ve bu yüzden değişen sinemasal çizgi üzerinden değişik eleştiri biçimleri ortaya çıkarmış ve bunun da sistematik kurallara oturtmuştur.
FİLMİN KÜNYESİ
Film Adı: Cat People
Yönetmen: Paul Schrader
Senaryo: Alan Ormsby
Oyuncular: Nastassia Kinski (Irena Gallier), Malcolm Mcdowell (Paul Gallier), John Heard (Oliver Yates), Annette O’Toole (Alie Perin), Ruby Dee (Dişi)
Kurgu: Jacqueline Cambas
Sanat Yönetmeni: Edward Richardson
Yapımcı: Universal
Müzik: Giorgio Moroder
Film Süresi: 113 dakika.
Çıkış Tarihi: 1982
VE İNSAN YARATILDI… Geldiği yere öylesine uzaktı ki, gökyüzüne uzanan ağacın dalları gibi Tanrı’ya, özlediği ve korunduğu mekânı ararcasına anneye uzanır gibi uzattı ellerini hiç tanımadığı mavi boşluklara; sığınabilecek ve onu kendisi olarak kabul edebilecek bir yere kavuşabilmek için…
Cat People, her ne kadar korku-gerilim tarzında bir film olsa da içeriğinde ve alt yapılarında cinselliği, saldırganlığı apaçık bir biçimde barındırıyor oluşuyla gözümüze çarpmaktadır. Yetimhanede büyüyen Irena adındaki genç kız, yıllar sonra abisi Paul’ü bulmuş ve onunla yeniden görüşebilmek için New Orleans’a gelmiştir. Küçüklüğünden beri kendinde olan farklılığın bilincinde olan ancak buna bir anlam veremeyen Irena, abisinin lanetlenmiş bir ırktan geldiklerini ve aslında “orgazm sonrası” leopara dönüşüp, çiftleştikleri eşini parçalayıp öldürmesini açıklaması sonucu olaylar başlar. Irena, cinsellikten her zaman korkmuş bir kızdır ve cinselliği, âşık olduğu adamla yaşamak istemektedir. Ancak Paul, bunların her zaman cinayete yol açacağını bildiği için Irena’nın sadece kendisiyle beraber olmasını söylemekte ve bu durumu, aynı anne ve babaları gibi beraber atlatabilmek istemektedir. Ancak Irena, bu duruma karşı çıkar ve âşık olduğu kişi olan Oliver’a bekâretini teslim eder. Film, toplumsal tabulara uygun koşullarda sona erer.
Filmin ilk on dakikasında (ki buna jenerik de dahil) ilerideki sahnelerde gerileceğimizin ve filmin isminden de anlaşılacağı gibi garip olaylarla karşılaşacağımızın haberi verilmektedir. Zaten “Universal” yazısından sonra arka fonda canlı ve parlak kırmızı tonlarla, egzotik ama insanın içine huzursuzluk katan kabile müziği tarzında ezgilerle karşılaşmamız ve ardından yankılanan bir keskinlikle gelen “tırmık sesleri” ve elbette filmin adının yazılması (Cat People), bizi daha en başından filmin içine çekmektedir. Film adının yazılmasından hemen sonra canlı ve parlak kırmızı tonlarına kamera daha da yaklaştıkça, çorak ve kırmızı toprak üzerinde yatan kafataslarına şahit oluruz. Kırmızı fona bindirilen parlak sarı tonlarda, film ekibinin isimlerinin yazılması da cabası…
Kurumuş ve dalları gökyüzüne doğru uzanan bir ağacın (o ürkütücü ve insanı yalnızlığına; iç dünyasına iten ağaca, ağaç demeye bin şahit ister) altında, ama kırmızı çorak toprakların üzerinde olan taşlara ya da kaya parçalarına kurulmuş simsiyah bir leoparla karşılaşır izleyiciler. Leoparın kükreyişinden sonra, kesmeyle beraber, eski çağlarda yaşıyor ya da gelişmeden ayakta kalabilmiş izlenimini veren ilkel insanların kuyudan su çekişleriyle karşılaşırız. Kamera, insanların arkasına doğru ilerledikçe sırtlanların, yerde duran kemiklerden pay kapabilmek için sinsice kavga ettikleri gözümüze çarpar. Bu esnada müzik devam etmekte ve bir kız, annesinin kolları arasından koparılıp o kurumuş ağaca doğru kabile üyeleri tarafından götürülmektedir. İlginç olan taraf, genç kızı götüren kabile üyelerinin hepsi erkektir ve bir cellât gibi simsiyah giyinmişlerdir. Kızı, o kurumuş ağaca bağlarlar ve gece olunca kız, leoparın kükreyişini duyar. Leopar, yanına geldiğinde ise ona bakmaya cesaret edemez ve kız, bu gizemli gecenin renginde olan hayvana yem olur. Kesmeyle beraber kendimizi, bir sonraki gün o ağacın yakınlarında olan bir mağaranın girişinde siyah giyimli (hatta siyah çarşaflı) bir kadının, bir genç kızı mağaranın içine yolladığını görürüz. Konuşma yoktur, bakışlar vardır. Devam eden müzik ise insanı görüntünün sessiz diline odaklamaktadır. Kız, istemeyerek de olsa bu mağaraya girer ve içeri girmeden önce ardında duran kadına (büyük olasılıkla annesine) son kez bakar. İçeri girdiğindeyse ise sıkışmışlığı ve çaresizliği insana dayatan mağaranın soğuk duvarlarının arasında bir leoparın uyuduğunu görür. Leopar, kıza kükrer ve gözlerini irileştirerek kıza bakar. Kızın da gözleri iri iri olmuştur, ancak kesmeyle günümüze; yani filmin başkahramanı olan Irena’ya (Nastassia Kinski) döneriz.
BURAM BURAM CİNSELLİK…
Buraya kadar her şey tamam… Ancak bu gerilime neden olan görüntü kodlarının altını eşelediğimizde Freud’a ve psikanaliz kuramın ya da göstergebilimin peşinden gidenlere hak vermeden edemeyiz. Her şeyden önce renklerin, insan psikolojisine yaptığı etkiyi yadsımak mümkün değildir. Sıcak renk grubuna dâhil olan kırmızının filmin daha en başında sıkça kullanılması, Güneş’i; yani doğuşu veya bir bakıma doğuşun simgesi ve ön aşaması olan cinselliği simgelemektedir. Çorak topraklar bile kırmızıdır ve bu kırmızılığa atılacak tohumlar, yeni hayatların göstergesi konumundadır. Her ne kadar filmin başında kapkara leoparlara durmadan kurban edilen körpe ve güzel dişi vücutların ne anlama geldiğini çözemesek ve bunu vahşice bir şey olarak nitelendirsek de unutulmamalıdır ki, şiddet ve cinsellik öğeleri tek yerden hareket etmektedir: İD…
“Freud’un deyişiyle ‘ruhsal aygıtın en eski parçasıdır ve kalıtımla geçen, doğuştan var olan, yapıda yerleşmiş bulunan her şeyi içerir.’ Bedenden kaynağını alan içgüdüsel dürtüler, ruhsal anlatımlarını ilk olarak altbenlikte bulurlar. Altbenlik ruhsal aygıtın ilk güç kaynağıdır. Tümden bilinçdışıdır ve bilinçdışı süreçlerindeki kurallar; daha doğrusu kuralsızlıklar geçerlidir. Dış dünya ile bağlantısı yoktur, zaman ve mekân kavramı tanımaz. Birbirine karşı dürtü ve eğilimler yan yana bulunabilirler. Benliğin yardımı ile bu dürtülerin boşalımı sağlanabilir.”[3]
Film boyunca, Freud’un da dediği gibi kural tanımayan, zaman ve mekânın sınırlamasını anlamayan id’in, yani altbenliğin kendini gerçekleştirme ve ön plana çıkma çabaları sıkça görülmektedir. Dediğim gibi film, her ne kadar korku türünde olsa da aslında insanların birer vahşi yaratık olduklarını; cinsel birleşmeyle ve gecenin gizemiyle beraber bunun nasıl ortaya çıkacağını ve kural tanımayacağını büyük kedilere dönüşen insanüstü varlıklar aracılığıyla göstermeye çalışmaktadır. Filmin başında ve ilerleyen bölümlerinde gerek renklerle olsun gerekse görüntüler ve diyaloglarla; ön plana çıkmaya ve kendini dışa vurmaya çalışan altbenliğin iki öncül elemanı şiddet ve cinselliğin koşut gittiği belirtilmektedir. Bir annenin kendi kızını siyah leopar konumunda olan cinselliğinin ellerine bırakması, çorak topraklara gelecek olan ürünlerin ve yeni yaşamlarının habercisidir. Hele ki, görüntü; bindirmeyle Irena’nın bakışlarının üzerine geçmeden önce genç kızın annesine son kez dönüp bakması ve ardından siyah bir vücuda ait olan pırıl pırıl gözlerle karşılaşması onun, şiddete dayalı olan ve sınır tanımayan cinselliğine gidişinin ilk adımıdır. Genç kız artık annesi gibi kadın olabilecektir. Belki o da annesinin rahminden çıktığı zamanki gibi savunmasız ama “genlerinde” bir kadınlık dürtüsü taşıyan dişi doğuracak ve onu toplumun; erkeklerin eline bırakacaktır. Kadın ya da cellâtlar siyah giyimlidir. Leopar siyahtır. Siyah renk özellikle tercih edilmiştir çünkü gecenin rengi olan ve bilinmezlerin açığa kavuşmadığı tonlarda beliren kırmızı alev, başka türlü gösterilemezdi. Siyah bir leopar ya da puma yerine bir aslan, kaplan veya çita da seçilebilirdi. Ancak yönetmene ve filmin alt yapısına gerekli olan ormanlar kralının gururlu kükreyişi ya da hız rekortmeni değil; acıdan, şiddetten ve zevkten kükreyen bir gizemin yatağı; çorak toprakları tırmalayışıdır.
Filmin devamında aslında Irena’nın bir havaalanında olduğunu ve birini beklemekte olduğunu görürüz. Gelen kişi Paul (Malcolm McDowell) adında iri ve delici bakışlara, aynı zamanda atletik bir vücuda sahip olan siyah ceketli genç bir adamdır. İlk on dakikada, özellikle de akşam yemeğinde aslında Irena ve Paul’ün yıllar önce ayrılan kardeşler olduğunu ve bu karşılaşmanın bir kavuşma niteliğinde olduğunu anlarız. Paul’ün evinde bir de Femali adında siyahî bir kadın yardımcısı bulunmaktadır. Femali, Paul ve Irena’yı küçüklükten beri tanımaktadır. Kadınsılığın ön plana çıkarıldığı filmde “Femali” adında “female”in deforme edilmiş halinden bir isimle karşılaşmak da şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak, gece olup herkes yatağına girdiğinde, Paul’ün zaten garip olan davranışlarına, bir de Cüneyt Arkın’ın Bizans konulu filmlerinde olduğu gibi yaylanarak ve rahatça hoplayıp zıplamasının eklenmesi; izleyiciye “işte olaylar başlıyor” dedirtmektedir.
Hemen ardından ustaca yapılan bir kesmeyle bir hayat kadınının randevu evine geç kalması sonucu patronuyla konuşmasına kulak misafiri oluruz. Kadın, siyah iç çamaşırlarına bürünmüştür ancak yukarıdaki kata çıktığında karşılaştığı ve elinden zor kurtulduğu varlık, delice sevişmek isteyen bir adam değil, bir leopardır. Bu sahnenin ardından olaylar hızlı gelişmeye başlar ve Paul, Paul’lükten çıkmış bir durumda hayvanat bahçesinin kafesine kapatılır…
“Bireyin uzun çocukluk yıllarında, benliğin bir parçası, giderek daha çok ana-baba ve toplumsal değer yargılarını içeren özel bir yapı olarak ayrımlaşır (differentiation). Bu nedenle buna üstbenlik (super ego) adı verilmiştir. Çocukluğun ilk yılında çocuk; yanlışla doğruyu, iyiyle kötüyü yalnız kendi dürtüsel durumuna göre değerlendirir. Kendisini doyuran, rahatlatan şeyler iyi, kendisine acı veren şeyler kötüdür. İkinci yaştan başlayarak çocuk çevreden gelen iyi-kötü, doğru-yanlış değer yargılarını anlamaya başlar. Fakat bunlar henüz kendisinin benimsediği değerler olmaktan uzaktır. Ancak anne-baba ya da başka önemli kişilerin neyi onayladıklarını, neyi beğendiklerini ayırt edebilir ve onaylanmayan bir davranış yapılınca dışarıdan bir acı gelebileceğini (örneğin sevginin azalması, azarlanma, belki dayak) sezebilmektedir. Giderek, çocuk başkalarının gözü önünde neyin yasaklandığını öğrenir ve bu yasağı başkalarının önünde yapınca korku ve utanç duygusu duyar. Korku ve utanç duyguları, üstbenlik gelişiminin öncüleridir. Üç-dört yaşında çocuğun Oidipus ilişkisine girmesi ve yoğun iğdişlik korkularının gelişmesi, çocuğun aynı eşeyden ana-babayla (oğlansa babayla, kızsa anneyle) özdeşim yapmasına yol açar. Bu özdeşim, (identification) çocukta Oidipus çatışmasını çözerken onda bir üst benliğin gelişmesini de sağlar.
Psikanaliz kuramında üstbenliğin gelişimi genellikle Oidipus çatışmasını çözmek için yapılan özdeşime bağlanmakla birlikte, çocukluğun daha sonraki dönemlerinde toplumsal ilişkilerle sağlanan özdeşimlerin (okulda, arkadaşlarla vb.) de üstbenlik gelişiminde yer aldığını unutmamak gerekir.
Yargılayıcı dizge adını da verebileceğimiz üstbenliğin insan yaşantısındaki belirtisi suçluluk duygusudur. Bireyin kendi içine sindirmiş, benimsemiş olduğu yanlış-doğru, iyi-kötü biçimindeki değer yargıları bireyin içinde bir yargılama, ceza verme dizgesi olarak kalır ve onun davranışlarını frenler. Birey, yasak olarak benimsemiş olduğu herhangi bir düşünce ya da eyleme kendisini kaptırırsa içinde suçluluk duyar. İşte bu suçluluk duygusunun derinliği ve ağırlığı üstbenliğin gücünü yansıtır. Kimi bireylerde üstbenlik çok katı ve özür tanımaz, bağışlamaz bir güçte gelişmiş olabilir. Benlik, böyle katı bir üstbenliğin baskısı altında ezilebilir. Böyle ağır cezalandırıcı, suçlandırıcı üstbenlik gelişimi birçok ruhsal bozukluğun doğuşuna neden olabileceği gibi çok gevşek bir üstbenlik gelişimi de bireylerin toplum içinde önemli uyumsuzluklarla karşılaşmasına yol açabilir.” [4]
Paul, cinselliğini özgürce kullanmayı seçmiş, ancak toplumun kalıp değer yargıları; onun zarar vermesinden ve toplumun kendi içsel korkularından ötürü onu demir parmaklıkların ardına yollamıştır. Paul, saldırgan ve ürkek bir biçimde kafesinde dolanmaktadır. Çevreden gelen dış etkilere karşı saldırganca tepki vermekte ve “cezasını çekmektedir”. İki seçenek vardır:
Uysallaşmak ya da toplum dışı olmak; yani bir anlamda yalnız kalmak ve ölüme terk edilmek.
Irena ise, abisinin eve gelmemesinden dolayı yeni tanıştığı bu şehri tek başına gezmek zorunda kalmış ve yolu hayvanat bahçesine düşmüştür. Orada bir leopara dönüşen abisini görünce (kafesteki kedinin onun abisi olduğunu yalnızca seyirci bilmektedir) ona bakakalır. Hayvanat bahçesinin müdürü olan (ya da müze müdürü) kişi Oliver (John Heard), Irena’yı görene kadar Irena, büyülenmiş bir biçimde abisinin (yani parmaklıkların ardındaki huzursuz kedinin) resmini çizmektedir. Oliver, Irena’nın yanına geldiğinde Irena korkar ve o da abisi gibi bir sıçrayışta ağacın tepesine çıkıverir. Oliver, olaylara anlam veremez ama Irena’yla iletişim kurmayı, hatta akşam yemeğine onunla beraber bile çıkmayı başarır. Çünkü Irena’nın delici ve davetkâr olan bakışları, Oliver’ı etkilemiştir. Bu arada Irena’nın ağaçtan aşağıya indikten sonra Oliver’a hesap verme anında şu diyalogları yakalarız: “Hayvanların duygularını hissedebilirsin. Kimi zaman hepimiz hissederiz…”
İşte bu diyalogların bir devamı olabilseydi muhtemelen; “Çünkü biz de birer hayvanız. İçimizdeki cinselliği ve şiddeti kendi ego’muzla engelleyebiliyoruz. Oysa bir hayvanın içinde yatanlar bizim de içimizde yatıyor. Bu açıdan bakarsak Darwin’in evrim teorisiyle Freud’un psikanalizmi koşut gidiyor. Ne de olsa bizler düşünebilen hayvanlarız…” sözleri Irena’nın dudaklarının arasında yankılanırdı.
“Freud, ‘gerçek dış dünyanın etkisi altında, alt benliğin bir parçasının özel bir gelişme’ gösterdiğini, ‘dış uyaranları algılayan ve aşırı uyaranlara karşı ruhsal yapıyı koruyan bir dış tabakadan’ giderek, özel bir yapı geliştiğini ve bu yapının ‘altbenlik ile dış dünya arasında bir arabulucu’ görevini yüklendiğini ileri sürdü ve gelişen bu yapıya ‘benlik’ adını verdi.
Düzenleyici dizge olarak da adlandırabileceğimiz benliğin özelliklerini ve işlevlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
- Benlik, ruhsal yapının düzenleyici, denge ve uyum sağlayıcı (homeostatik) parçasıdır. Bu düzenleme ve uyum sağlama görevi şu yetiler aracılığı ile gerçekleşir:
- Dürtüsel gereksinmelerin içeriden algılanması
- Dış dünyadaki durumların ve koşulların algılanması
- Bütünleştirme ve birleştirme yetisi ile dürtülerin birbirleriyle, üstbenliğin istekleriyle düzenlenmesi ve çevresel koşullara uyabilecek bir niteliğe uydurulabilmesi
- Yürütme (executive) yetisi ile istemli davranışın eyleme geçirilmesi
- Benliğin temel işlevi uyumdur (adaptation). Bu uyumu yaparken benlik, bir yandan organizma içindeki ilkel dürtüsel güçlerle, bir yandan çevresel koşullar ve gereklerle, bir yandan da üstbenliğin istekleriyle bağdaşmak; bunlar arasında bir uzlaşma sağlamak zorundadır.
- Benliğin görevi, organizmayı acıdan korumak ve doyum sağlamaya çalışmaktır. Çocukluğun ilk dönemlerinde organizma daha çok acıdan kaçma ve haz ilkesinin etkisi altındadır ve gereksinmelerinin hemen doyurulmasını bekler. Oysaki zamanla gelişen benlik; neyi, nerede ve ne zaman doyurabileceğine karar verme, dürtüleri ve gereksinmeleri bekletebilme, erteleyebilme gücünü kazanır. Altbenlikteki dürtüler; zaman ve yer kavramı tanımaz, tek amaç; boşalım, doyum ve haz sağlanmasıdır. Bekletme, erteleme söz konusu değildir. Görülüyor ki, ilk çocukluk çağında altbenlik egemendir. Bekletebilme, erteleyebilme, dürtülere başka türlü doyum yolları bulma, onları değiştirebilme, onları bastırabilme, uygun yer ve zamanda onların doyumunu sağlayan eyleme girişme; ancak gelişmiş benlik aracılığıyla olur. Bir başka deyişle, benlik dürtüler üzerinde göreceli bir egemenlik kurmayı öğrenir. Benliğin dürtüleri erteleme, bekletebilme gücüne engellenmeye dayanma gücü (flustration tolorance) de
- Böylece anlaşılıyor ki, altbenlikte egemen olan doyum ve haz ilkesine (pleasure principle) karşılık, benlikte egemen olan gerçeklik ilkesidir (realitiy principle). Gerçeklik ilkesinin uygulanabilmesi, yukarıda tanımladığımız gibi iç ve dış uyaranların, iç ve dış gereksinimlerin ve koşulların algılanması ve değerlendirilmesiyle
- Gerçeği değerlendirme yetisi (reality testing) bireyin ruhsal dünyası içinde ve dışında olup bitenlerin ayırt edilebilmesidir. Neyin düşünce, neyin eylem ve olay, neyin imge (hayal), neyin gerçek olduğunun bilinmesidir. Bu bir benlik işlevidir. Benliğin bu işlevi, özel durumlarda bozulabilir ya da gelip geçici olarak aksayabilir. Örneğin korkulu bir düşten hemen uyandığımızda, henüz bilincimiz tam uyanıklık durumuna geçmeden önce, belki birkaç saniyelik bir süre içinde gördüğümüz düşün düş mü yoksa gerçek mi olduğunu ayırt edemeyebiliriz. Az sonra bunun bir düş olduğunu, yani kendi ruhsal dünyamızda zihnimizde yaşanmış bir olay olduğunu; gerçekte dış dünyada olmadığını ayırt ederiz. Bu bir düştür deriz ve rahatlarız; artık gerçeği değerlendirme yetisi işlemektedir. İşte, benliğin bu işlevi de, engellenmeye dayanma gücü gibi benlik gücünü yansıtan önemli bir özelliktir. Genellikle gerçeği değerlendirme yetisinin süregen zayıflaması, benliğin zayıflaması ile birlikte
- Benliğin içten gelen uyaranlarla dışta bulunan koşullar arasında bir denge kurmaya çalışması, bir yandan organizmanın doğal gelişme yetileri
( bellek, algılama, zekâ, uyaran eşiği gibi) bir yandan da engellenme ve çatışmalara karşı geliştirdiği savunma yolları ile gerçekleştirilir.”5
Irena’nın şiddeti ilk kez görmesi de abisinin ya da kafesteki saldırgan kedinin hayvanat bahçesinde çalışan bir görevlinin kolunu koparmasıyla olur. Zaten Paul, o günün akşamı bir insana dönüşerek kafesten kaçmıştır. Irena, eve gelen abisini görünce önce onun nerede olduğunu sorar ve aldığı cevap da şu olur: “Hapishanedeydim. Suçlarımdan kurtulmak için…”
Paul’ün bu sözü, onu kafese kapatan toplumun, ona kabul ettirmeye çalıştığı kurallardan başka bir şey değildir. Ancak, bu sahnenin devamında Paul’ün kız kardeşine her şeyi açıklaması ve onu “ensest” ilişkiye zorlaması, Irena’yı büyük bir çelişkinin ve kabullenememenin eşiğine getirir. Irena, içindeki kediliği reddetmekte ve cinselliği “sevdiği adamla” yaşamak istemektedir. Zaten geçmişinde de kimseyle beraber olmamıştır. Çünkü bakılması için bir eve gittiğinde, baba konumunda olacak adam ona sarkıntılık edip onu taciz etmiştir. Cinsellikten belki de bu yüzden korkan Irena için asıl sürpriz, abisinin de kendisine aynı tip yaklaşımda bulunmasıyla su yüzüne çıkar. Filmin, psikanalizme bağlı olan iki ideolojisi de bu sahneden sonra ortaya çıkmaktadır:
“Ataerkil toplum” ve “Günahkar ırk”…
Filmde sıkça karşılaştığımız ideolojilerden biri de ataerkil toplum yapısının baskın konumda oluşudur. “İdeolojik film eleştirisi yapısalcılık, göstergebilim ve psikanaliz kuramlarından da destek alarak varlığını sürdürmüştür.”6
Yazdığım eleştiride şu zamana dek sürekli Freud’un psikanaliz kuramı üzerinden irdelemeler yaparak ilerledim. Ancak, sanat eleştirisine nevrotik bir hastaya yaklaşır gibi, metin içeriklerine ve göstergesel kodlara yaklaşan psikanalizciler, ister istemez ideolojik eleştiriye de yönelirler. İdeolojik eleştiri asıl olarak kaynağını Marksist kuramla temellendirse de günümüzde ideoloji kavramı içine giren pek çok yan konular ve kavramlar bulunmaktadır. İdeolojik eleştiri; bir filmin seyirciye anlatmak istediği çağı ve bu zamanda gelişen toplumsal kodları içinde barındırsa da, insanların “neden” bu yöne yöneldiğini ve “zaman değişimini” gösteren simgesel içerikleri bünyesinde toplamaktadır. İşte bu yüzden insan ırkının yapılandırdığı toplum yasalarının niçin bu şekilde olmak zorunda olduğunu anlayabilmek için de ideolojik eleştirinin bir ayağı psikanaliz kurama dayalıdır. Çünkü insan, kendi süper egosu ile toplum yasalarını oluşturmaya katkıda bulunmakta ve oluşan normlara uyabilmektedir.
Filme geri dönüp konuyu toparlayacak olursak, daha ilk sahnelerde bile erkeklerin değil de kadınların kurban olarak leoparlara sunulduğunu görüyoruz. Filmde zaten tüm kodlar “gözle görünür biçimde” yerlerine oturtulmuş bulunmaktadır. Bunun nedeni kadınların, cinselliğe armağan edilen ve doğurganlığıyla beraber bir leoparın vücudunda hayata yeniden dönecek olan dişi varlıkların olmasıdır. Ancak filmde tam bir toplum-birey çatışması bulunmaktadır. Irena ve Paul’ün gelmiş olduğu ırk, sadece cinselliği özgürce kullanabilmesi ve ensest ilişkiye bile kötü gözle bakmaması yüzünden günahkârdır. Çünkü hayvansılığını ve şiddetini kullanmaktadır. Ve çünkü cinsellik bastırılamaz, sadece ket vurulabilir.
Irena’nın bakire olması ve “hayatının erkeğini” bulunca en büyük hazinesini ona hediye etmek istemesi ataerkil toplum ve “bekâret” anlayışının bir başka yan göstergesidir. Irena; içinde bulunduğu zor koşullara baş kaldırıp kendi kaderini çizebilmiş, ancak sonunda demir parmaklıklar ardına gönderilmiştir. Abisinin isteğini reddedip de kendini güvendiği başka bir erkeğin kollarına bırakması, onun hem başlangıcı hem de sonu olmuştur. Oliver’in yatağında cinselliğini özgürce ve istediği gibi yaşayabilmiştir ancak işlediği günah yüzünden ikinci beraberliğinde yatağa bağlanmış ve sonrasında dişi bir leopara dönüşüp erkeği tarafından kafese kapatılmıştır. Çünkü artık Irena, Oliver’indir. Film, Oliver’in, leopara dönüşen sevgilisini demir parmaklıklar ardından beslemesi ve onun boynunun altını okşamasıyla son bulur. Erkek; egemenliği yeniden kazanmıştır ve kadınını elde etmiştir. Oliver özgürdür, ancak bekâretini teslim aldığı Irena artık kendi adamının ellerinde ve kafesindedir. Aynı, uzun süredir toplumun normlarına işlemiş olan kadın-erkek ya da beraber olan eşlerin görüntüsü gibi. Kadın, erkeğin içindeki cinselliği uyandırır ve ona hayatının en büyük zevklerinden birini yaşatır. Ancak, bu şiddetli cinselliğin, sarsılmaların ve kasılmaların sonunda dişi vücut, uysal bir kediye dönüşür ve erkeğine muhtaç olur. Onun korumasına, sevgisine ve şefkatine boyun eğer. Yani kadın, yatakta günahkâr bir dişi, bunun dışındaki zamanlarda ise uysal bir kedi veya şefkat dolu bir annedir.
Filme bir başka yönden bakacak olursak, erkek egemen ideolojiye baş kaldıran feministlerin bu içeriğe ve sahnelere oldukça sert bir eleştiriyle yaklaşacağını düşünüyorum. Çünkü toplumda veya toplumun bir yansıması olan sinemada kadınların durumu daima arka planlarda kalmıştır. Gizliden de olsa, doğrudan da; kadınların ezilmişliği ve her zaman erkeğin bir adım gerisinde kalmışlığı feminist eleştiriyi ve dolayısıyla feminizmi meydana getirdi. Sinema dünyasında kadının sunumuna bakacak olursak…
“Birçok dikkat çekici gelişmeye rağmen sinemadaki feminist konum 1970’li ve 1980’li yıllarda fazla ilerleme kaydetmedi.”7
Cat People’ın gösterime girdiği yıllarda da James Monaco’nun dediği gibi kadının sunumu yalnızca kadınının içindeki cinselliği sömürme amaçlıydı. Sürekli kötü ve yoldan çıkarıcı olarak aktarılan kadınlar, feminizmle beraber bu düşüncelerin silinebilmesi için uğraş verdiler çünkü perdeye taşınan göstergeler ve ideolojik içeriklerle seyirci özdeşleşmekte ve kendini toplum içinde o şekilde konumlandırmaktadır.
“Sinemada cinsel politika filmlerin ‘düşsel işlev’ dediğimiz yönüyle yakından ilişkilidir. 1970’lerin sonu ile 1980’lerin akademik eleştirilerinin çoğu film deneyiminin bu yönünden bahseder. Sinemasal kahramanlarla yaşadığımız güçlü özdeşleşme, filmlerin içimizde düşlerimizden farksız olarak işlediğine dair kolayca gözlemlenebilir bir durumdur. Bu, sinema politikasının içsel yanıdır: Filmlerde nasıl karşılıklı ilişki kurarız? Sinemanın ilk günlerinden bu yana sinemacılar romantik aşk ve aksiyon ya da bunların çağdaş eşanlamlılarını kullanırsak, seks ve şiddeti pazarlama işinin içinde olmuşlardır. Bu açıdan sinema, edebiyattan çok farklı değildir. Popüler filmler, popüler romanlar gibi, bu ikiz libidinal saikin motive edici güçlerine dayanır. Konu karmaşıktır: Film, libidoyu yalnızca fantazyalara bir tür hayat vererek değil ama aynı zamanda daha çok biçimsel olarak, ister romantik ya da hareketli, isterse cinsel ya da şiddetli olsun, içeriğine hiç bakmadan stiliyle de tatmin eder.”8
Feminist eleştiri, kadının sinemadaki ezik ve güçsüz, aynı zamanda da kirletilmiş haline karşı çıkmakta ve bu tür erkek egemen görüşü değiştirmeye çalışmaktadır. Ancak günümüzde daha çok, kadının bir yükü olarak gösterilen erkekler ve zamanın değişimi sonucu kadınların da birçok konuda söz hakkına sahip olması, sinemada ve toplumda kadının değersiz konumunu değiştirmiş ve ataerkil ideoloji kendini olduğu gibi değil de, toplumun içine sinsice sızarak belli etmeye çalışmaya başlamıştır.
Fakat feminist eleştiri, psikanalizmle karşıtlık alanları oluşturmaktadır bana göre çünkü insanın doğasına göre onu ve davranışlarını çözmeye çalışan psikanalitik kuramda, her hareketin id-ego ve süper egodan kaynaklandığı söylenmektedir. İnsan doğası, taşıdığı genlerle paralellik arz ettiğine göre, kadın ve erkeğin davranışları doğal olarak farklı konumlarda olacaktır. Bir erkekten çocuk doğurmasını nasıl isteyemezsek, kadına da bir kadın gözüyle bakmasını isteyemeyiz. Her şeyden evvel, kadın doğası korunmaya ve şefkate muhtaçtır. Bu, kendi içyapısından gelen bir şeydir ve bunu istese de koparıp atamaz. Bu yüzden sinemada da kadın ve erkeğin bu iç dünyaları gösterilmeye çalışılmıştır. Zaten, yönetmenler ve senaryo yazarları da insan olduğu için her zaman, belli kalıplara ve alıştıkları içyapıya göre hareket etmek durumunda kalır ve bu şekilde bir kısır döngü her zaman yaşanır. Önemli olan, işi abartmadan yapmaktan ve aşağılanacak ya da yüceltilecek bir durum olmadığından dolayı doğal olana nefretle yaklaşmak gibi bir aptallık yapmamaktan geçer. Cat People’da bu, bir erkeğin; Paul’ün Irena’ya yaklaşımı eğer “ensest ilişki” gibi bir abartı olmasaydı, uysallığından ötürü durumları eşit olarak tutabilirdi. Çünkü Paul, her ikisinin de aynı yerden geldiğini ve aynı kaderi paylaşmak zorunda olduklarını belirtmişti. “Beni ancak sen kurtarabilirsin, seni ancak ben kurtarabilirim” sözleri kadın-erkek eşitliğine dayanan diyaloglardır.
“Türe özgü davranış terimi içgüdüsel davranış terimiyle hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Psikologlara göre içgüdüsel davranış tümüyle genetik tarafından kontrol edilen, başka bir deyişle doğuştan olan herhangi bir davranıştır. Fakat çevresel etkenler, genetik temeli olan davranışları değiştirebildiği için, gerçekten içgüdüsel olan davranışları saptamak güçtür. Bunlara ne isim verirsek verelim, her ikisinde de ‘saptanık davranış örüntüsünün’ (Fixed Action Pattern) yer alması gerekmektedir. Saptanık davranış örüntüsü türün tüm üyelerinde görülen ve bir uyarıcı tarafından başlatılmış bir kalıplaşmış hareketler örüntüsüdür. Davranış, çevredeki özgün yaşantılar tarafından daha fazla kontrol edilmektedir. Bir başka deyişle, öğrenme ve mantık yürütme önem kazanmaktadır.”9
Ancak yine bu anlayış, erkek egemen ideoloji tarafından kırılmak istenircesine, sırf bir kötü noktası bulunsun diye kardeş kardeşe yaşanan ilişki konumuna getirilmiş ve Paul, toplum tarafından cezalandırılıp öldürülmüştür. Irena, ortada kalmıştır ancak o da toplumsal bir mekân olan yetimhanede yetiştirildiğinden kardeşinin bu sözlerini ve yapmak istediğini yanlış algılamış ve erkeği olan Oliver’a davetiye çıkarmış; Paul’ün ona teklif ettiği özgürlüğünü bir kenara itmiştir. Paul’ün öldürüldüğü sahnede Irena, sanki çelişkilerinden kurtulmanın acı verişini yaşar gibi o hiç tanımadığı ama “aynı yerden gelen” erkek kardeşi için sağanak yağmurun altında bağırarak ağlamakta ve Tanrı da bu olayı desteklercesine; “kızım sen doğru yoldasın” dercesine sağanak yağmuru Irena’nın ruh kirlerinden temizlenmesi için gökyüzünden aşağı indirmektedir. Bu da göstergebilimsel çözümlemenin ve metaforun psikanalizmle kurduğu göstergesel ilişkilerdendir. Filmde, Nastassja Kinski’yi ormanda koşarken, ağacın dalına sarılan kırmızı bir yılanın karşısına en erotik haliyle çıkarken, beyaz ve saf bir güzellikte ve masumlukta olan tavşanı yakalayıp yemek üzereyken görürüz. Kırmızı renkteki yılan ve gecenin siyah rengi, karanlığın içinden gelecek olan gizemi çağrıştırmakta ve kedi kızın içgüdüsel dürtülerini açığa çıkarmaktadır. Irena, kendini kaybetmiş bir biçimde yüzü gözü kana bulanmış şekilde eve geri döndüğünde ise onu gören Oliver’a “bana bakma” diye haykırmakta ve masumluğunun aslında sadece sabahları olduğunu, asıl yüzünün geceleri ortaya çıktığını ve cezalandırılan bir varlık olarak ona bakılmasını istemediğini belirtmek istemiştir.
Filmde abartılarak gösterilen bir başka uzuv da “göz” dür. Görmenin, dokunmaktan daha çok iz bıraktığını, aşkın ölümle ve öldürmekle koşut gittiğini, kaybolmuş olan tutkuların yerini saf ve fedakârlık gerektiren bir sevginin alması değinilen önemli temalar arsındadır. Nastassja Kinski’nin kısacık kadınsı saçları, kedi yürüyüşü ve orantılı vücudu, onun bu role uygun bulunmasına neden olmuştur. Onun geçmişine baktığımızda da aynı büründüğü roldeki gibi bir çizgide gittiğini görüyoruz. Asi bir genç kız olan Nastassja, zamanında hırsızlık yapıp evden bile kaçmış. Cinselliğini bir zamanlar açıkça sergilemekten hoşlanan Kinski şimdi, bir çocuk sahibi ve uslanmış durumda…
SONUÇ OLARAK…
1980’lerin daha sıkı, muhafazakâr olan atmosferinde gösterime giren film, bir yandan toplumdaki tabulara baş kaldırmakta, bir yandan da tepki çekmemek içinilginç olmayan bir sonla bitmektedir. Korku ve gerilim türündeki filmler, toplumda var olan korkuların ve çarpıklığın ifade biçiminin en güzel göstergeleridir.
Cat People, insanlara kaybettikleri tutkulu cinselliklerini anlatırken bunu ideal olan yollardan yapmakta ve sadece insanları düşündürme yoluna gitmektedir. İnsan doğasına sıkı bir giriş yapan ve insanın asıl kimliğini hatırlatan filmde bilincin üç kademesinin de çarpışması gözle görülür biçimde sergilenmiştir. Cat People içinde bulundurduğu erotik sahnelerle, insanın içine işleyen ve uzun süre insanda etki bırakan görüntüleriyle, hala daha erkeklerin yüreğini hoplatan filmler arasında yer alıyor. O zamandan sonra çıkan kedi kadınlar daha çok kırbaçlı olsalar ve hırsızlık yapıp kötü karakter rolünde olsalar da “kedi kadın” imajı, çoğu erkek için bir fenomen durumunda.
Son olarak daha önce yazdığım bir makalenin giriş yazısını bu eleştirinin sonuna koymayı uygun buluyorum:
“Adem ve Havva yasak elma yüzünden cennetten kovulduğunda birbirlerinden ayrı olarak yeryüzüne indirildiler. Yıllarca birbirini arayan “sevgililer” yedikleri elmaya benzeyen dünya sınırları içinde buluştuklarında; çektikleri özleme inat birçok çocuk yaptılar. Çocuklar çoğaldıkça lanetli ama bir o kadar da lezzetli olan elmanın dört bir yanına dağıldılar. Gittikleri yerlerde doğa koşullarına uygun olarak kendi dillerini ve kültürlerini geliştirdiler. Öyle çok çoğaldılar ki; ayrıldıkları noktaya geri döndüklerinde artık “kendi kardeşlerini” bile tanıyamaz hale geldiler…”
[1]Simber ATAY, “Film Eleştirisine Dair”, İzmir, İdeart İdea Reklam Tanıtım Hizmetleri, 1991, sf.10
[2] Simber ATAY, “Film Eleştirisine Dair”, İzmir, İdeart İdea Reklam Tanıtım Hizmetleri, 1991, sf.11
[3] Prof. Dr. M. Orhan ÖZTÜRK, “Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları”, Ankara, Nobel Tıp Kitapevleri Ltd. Şti., 2004, sf. 41
[4] Prof. Dr. M. Orhan ÖZTÜRK, “Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları”, Ankara, Nobel Tıp Kitapevleri Ltd. Şti., 2004, sf. 42
5. Prof. Dr. M. Orhan ÖZTÜRK, “Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları”, Ankara, Nobel Tıp Kitapevleri Ltd. Şti., 2004, sf. 40, 41
6.Zafer ÖZDEN, “Film Eleştirisi”, İstanbul, Afa Yayıncılık, 2000, sf. 141
7.James MONACO, “Bir Film Nasıl Okunur?”, çeviri: Ertan Yılmaz, İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2001, sf. 259
8.James MONACO, “Bir Film Nasıl Okunur?”, çeviri: Ertan Yılmaz, İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2001, sf. 263
9. Clifford T. MORGAN, “Psikolojiye Giriş”, Ankara, Meteksan Yayınları, 1986, sf. 31