Yeşile Boyalı Ev – Selin Süar

Yeşile Boyalı Ev*

Toprak yolun çamura buladığı dar sokaklı dolambaçlara düştü yolum. Şehrin seçkin yerlerinde, sıcak odaların koynunda, iyi giyimli insanların çevrelediği, ideolojik sohbetlerin edildiği masaların etrafında büyüyen iyi eğitimli bir kişinin yolu neden düşerdi ki o güne dek şehirlerarası otobüs yolculuklarında veya uluslar arası mesafeler kat etmek için havaalanına giderken geçilen yollara asık çehresiyle bakan evlerin bulunduğu sokaklara…

‘Her gün’den tanıdığımız o yetişme derdi gün geçtikçe adı gibi sığmakta zorluk çekilen ve çoğu kez dışarı taşılan yanlış ‘toplu taşım’a yönlendirince beni, bir de üstüne şoför unutunca ineceğim yeri, çamurlu zeminin kirli kahve rengine bastım ne yapacağımı, nereye gideceğimi, kime neyi soracağımı bilemeyerek… Bir korku aldı ya içimi etrafıma ilk baktığımda, sormayın daha iyi.

İç donduran soğuk hava yüzüme vurdukça nefes almakta güçlük çektiğim dış ortamda evlerin cephelerini kaplayan is ve dumanın yoğun varlığını içime çekmekte zorluk çekiyordum. Ne sağımdan ne de solumdan beni buralardan alıp tanıdığım, bildiğim o yerlere götürecek otobüse, dolmuşa veya taksiye benzer herhangi bir araç geçmiyordu.  Şehir insanına uzunca gelebilecek bir süre bekledim. Oysa beklediğim süre hepi topu on dakikaydı. Ne kuaför, ne alışveriş, ne arkadaşlarla buluşup edilecek laklaklar, oynanacak futbollar, edilecek danslar veya devasa bira bardakları eşliğinde yalnızca tuvalet molasının bozduğu, saatlerce oturulan mekânların kapladığı zaman aralıklarıydı benim, yıllarca o durakta oturup beklediğimi sandığım on dakika.

Bakışlarım hemen karşımda duran islenmiş, ziftlenmiş, derme çatma bacasından siyah bir dumanın çıktığı, çıktığı gibi de iki yana hızlıca sallanıp, devrilip dağıldığı eve odaklandı. Ufak bir hareket belirdi yosunlanmış tahtaların, pazardaki kasaların oluşturduğu bahçe girişinin ardındaki kapıda. Minik çiçeklerden oluşan geceliğinin üzerine geçirdiği gri yün yeleğiyle, başına gelişigüzel sarıverdiği beyaz tülbendiyle şişmanca bir kadın eğilip kapı önündeki onlarca ayakkabıyı düzeltmeye başladı.  Onun yanına gelen esmer çelimsiz çocuk, kadının her hareketini takip ediyordu.

Yol o kadar dar ve karşıda kalan evler bana öylesine yakındı ki gözlerini kısarak bakan biri olmama karşın bana hiç zorluk çıkarmayacak mesafede kalıyordu gördüğüm her detay. Kadın, kara kuru çocuğun başını bir iki kez okşadı ve çocuğu içeri yolladı. Peşi sıra henüz otuzuna bile gelmemiş olan yüzü bembeyaz, gözleri kan çanağına dönmüş, ayak bileklerine kadar uzanan eteğiyle, üzerine giydiği incecik kazağıyla koluna on yaşlarında bir kız çocuğunun girdiği kadın çıktı kapıya. Kadın eğildiği yerden doğruldu, baygın gibi görünen genç kadının bahçeye çıkmasına izin verdi. O sırada zincirle bahçenin bir köşesine bağlanmış olduğunu düşündüğüm kangal kırması bir köpek çıkıp kuyruk sallamaya başladı. Kadın, köpeğe doğru ilerledi; on yaşlarındaki kız çekinip kadının ardına geçti. Kadın köpeğin başını bir iki kez okşayıp ona bir şeyler söyledi ve diz çöküp ağlamaya başladı. Ayakkabıları düzelten, yere çöken kadını gelip ayağa kaldırdı ve onun gözyaşlarını usulca silip ona bir şeyler söyledi. Kötü bir şey olduğu belliydi. Yalnızca çocuklar gülüyordu her kötü olayda bile etrafa içtenlikle yaşamın güzel olduğunu söyleyen. Yalnızca çocuklar umutluydu en karamsar anları bile güneşe çıkaran…

Yeşile Boyalı evin bahçesine kendimi öyle kaptırmıştım ki yanımda bana defalarca soru soran yaşlı adamı duymamışım. Kolumu dürttüğünü hissedince biraz da dalgınlıktan olsa gerek, sıçrayarak çevirdim başım. Lastik ayakkabıları, adamın vücuduna oturmayan ve zayıf çehresinin altında şalvara dönen pantolonu, yamalı ceketi ve çok zor çıkan sesiyle bana gülümsedi. Gülünce dişlerinden yalnızca birkaçının mevzilerini terk etmediğini gördüm.  Şivesini anlamakta güçlük çekiyordum, bir de buna adamcağızın çıkmayan sesi eklenmişti. Nedense kulaklarının da zor işittiğini düşündüm ve yüksek sesle konuşmaya başladım. Yine gülerek neden bağırdığımı sordu. Utanıp gülmeye başladım ben de ve derdimi anlattım. Sağına baktı, soluna baktı, ceketinin iç cebinden çıkardığı cep saatine baktı; elini üç kez ‘dur’ anlamında salladı; sanki o an bir yere gidiyormuşum gibi. “Geecek, geecek” dedi, yakın zamanda gelecek olan herhangi bir toplu taşım aracının geleceğini haber vererek ve ardından yeşile boyalı eve baktı.

Elini uzatıp yere çömelmiş ve elleriyle yüzünü kapatan kadını gösterdi. “Oğlanın kızı” dedi güç çıkan sesiyle. Evden çıkan başka bir kadın adamı görüp onu eve çağırdı. Dede, ayağa kalkmadı. Kadın lastik terliklerini giyip yanımıza geldi. Bir bana, bir dedeye baktı; “Baba ne arıyon sen burada?” dedi, bana gülümsedi. “Hadi kalk, cenaze namazı kılıncak ya…” dedi. İçime bir acı gelip çöreklendi o sıra. Ev kim bilir hangi üyesini kaybetmişti. Babasıydı belki de genç kadının ölen yakını, kim bilir belki de annesi veya büyükannesi vefat etmişti.

Adam ayaklarını tırs tırs sürtüp karşıya geçerken “Bekle geecek” dedi yine. Kadın gülümseyip adamın ardından baktı.

“Otobüz mü bekliyon sen, gecikir hep, ama gelir.”dedi hüznün ardından gülümseyen yüzüyle.

“Başınız sağolsun.” Dedim başımı öne eğerek. Yüzü karardı, gözleri doldu yine.

“Şu yaşında kocasız kaldı gül gibi yigenim. Allah bu işsizliğin, fakirliğin bin belasını versin! Sizlerin giydiği gotları ağartacam diye havayı soluya soluya ganser oldu gencecik çocuk, ne acı çekti sorma gitsin… Kim bakcek şimdi bunun üç çocuğuna, kim alır şimdi yigenimi?”

Ne diyebilirdim ki… Bizlerin giydiği kotlar… Kimi suçlayabilirdim o sırada bilemedim, cinayet işlemişim gibi en büyük suçu kendime yükledim, içim ezildi, ağlamak istedim. Kadın iki adım attı karşıya geçmek için ve yeniden ardına döndü.

“Açsan gel, içeride yimek var, yir öyle gidersin, ha ama bekleyecem dersen…”

Sözünü bitirmesine fırsat kalmadan otobüsün hırlayan sesi duyuldu çok uzak olmayan sokağın başından.

Gülümsedi kadın. Aynı şekilde karşılık verdim ona, biraz daha hüzünle, biraz daha acıyla…

Otobüse bindiğimde beni getirenin aynısı olduğunu fark ettim, şoför gülümseyip, “Her yanlış geleni dönüşte yine ben alıyom!” dedi önemli bir görevi yerine getirirmiş gibi. Yeşil Boyalı evi ardımda bırakırken bahçedeki insanların sayısı artıyordu. Genç kadının, eve ekmek getirebilmek için genç yaşta hayatını feda eden genç eşi evinden, ailesinden son kez ayrılacak; bir daha geri dönmeyecekti.  Çamurlu toprak yollarda ilerlerken bir piyango satıcısının sözü geldi aklıma; sonradan görmüş gibi görünen, belki de paraya türlü yollardan yeni kavuşan bir babanın oğluna “Çeg bahalım bi tane” dediği günlerden birinde kulak misafiri olmuştum satıcının dediğine:

“Para çıkarsa ne eğlence, ne dinlence. Aç bir iş yeri, kurtarabildiğini kurtar. Onların sağlığına, hakkına sahip çık. Öyle bir işveren ol ki, bu dünyada insan varmış hâlâ desinler. Bundan daha büyük mutluluk var mı?”

İnsan hayatıyla, hakkıyla zerre ilgilenmeyen insan bozması hormonlu varlıkların çokça türediği zamanımızda yeşil boyalı evdekilerden milyonlarca olduğuyla ilgilenen var mıydı acaba?…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiaralik2010

Bunu paylaş: